Hayır. SARS-CoV-2 isimli virüs, COVID-19 isimli hastalığa neden olan patojenin ismidir. Bu ikisi arasındaki ilişki, HIV ile AIDS arasındaki ilişki gibidir: HIV isimli virüs, AIDS adı verilen hastalığa neden olan virüstür.
Bu isimlerin nereden geldiğini merak ediyorsanız:
Bu virüs ilk tespit edildiğinde 2019-nCoV adı verilmişti. Bu geçici isim, 2019 yılında çıkan "yeni" ("novel") bir koronavirüs (CoV) olduğu anlamına geliyordu.
Cevaba GitYapılan ilk genom analizleri, 2019-nCoV takma isimli virüsün genomunun en az %80-90 oranında SARS-CoV ile aynı olduğunu gösteriyordu. Gerçekten de 11 Şubat 2020 tarihinde, virüslere resmi isimlerini veren Uluslararası Virüs Taksonomisi Komitesi'nin Koronavirüs Araştırma Grubu, virüse resmî olarak SARS-CoV-2 ismini verdi ve hastalığın Şiddetli Akut Solunum Sendromu salgınına neden olan SARS-CoV'un yakın bir akrabası (adeta bir "kardeşi") olduğunu ilan etti.
Yani SARS-CoV-2 isimli virüs, 2003 yılında SARS salgınına neden olan SARS-CoV veya SARS-CoV-1 isimli virüs ile ortak bir atadan evrimleşmiş, yeni bir virüs türü. Bu virüs 2019'dan önce Dünya'da bulunmuyordu, sonradan evrimleşti. Bu da evrimsel biyolojiyi anlamanın ve kullanmanın önemini bize gösteriyor.
Cevaba GitBir koronavirüs olan SARS-CoV-2, koronavirüslere "korona" (yani "taç") adını veren, 10 nanometre uzunluğunda mızrak (İng: "spike" veya kısaca "S") yüzey proteinlerine sahip bir virüstür. Her bir virüste yaklaşık 100 adet bulunan bu proteinler, virüsün hücreye girişini sağlayan moleküler uzantılardır. Bu mızrağın S1 ve S2 adı verilen iki alt birimi vardır.[1] Kriyojenik elektron mikroskobuyla yapılan görüntülemeler sonucunda, S1 altbiriminin ACE2 proteinine tutunmayı katalize ettiği, S2 altbiriminin ise kaynaşmayı sağladığı gösterilmiştir.[2][3] Ayrıca her bir virüste yaklaşık 2000 adet virüs kılıfı proteini (M), 1000 adet virüs-içi nükleoprotein (N), 20 adet zarf proteini (E) bulunmaktadır.
SARS-CoV-2, 50-200 nanometre arasında değişebilen (ortalamada 100 nanometre) büyüklüğe, yaklaşık 1 milyon nanometreküp (1 attolitre, yani 1 litrenin kentilyonda biri) hacme ve 1 femtogram (1 gramın katrilyonda biri) kütleye sahip bir virüstür.[4][5] Yani bu virüsten 10 trilyon tanesi bir araya geldiğinde, tek bir yağmur damlasından daha küçük bir hacmi işgal etmektedir.[6]
Virüs, mor ötesi ışınlara ve sıcaklığa hassastır. Yağlı ikili katman (İng: "lipid bilayer") yapısından ötürü %75 etanol, klorin içerikli dezenfektanlar, peroksiasetik asit ve klorheksidin harici kloroformlara karşı hassas olduğu bilinmektedir.[7] Ayrıca sabun da virüsün yağlı zarfını parçalayarak etkisiz hale getirmektedir.[8][9]
SARS-CoV-2'nin genomu lineer, pozitif yönlü, tek şeritli RNA'dan oluşmaktadır ve bu RNA, yaklaşık 30.000 baz uzunluğundadır.[1] Genounda sitozin (C) ve guanin (G) nükleotitlerine yönelik negatif bir önyargı vardır; yani genomda bu iki nükleotit, adenin (A) ve urasil (U) nükleotitlerinden daha seyrek bulunur - ki bu, diğer koronavirüslerde de görülen bir durumdur.[2] Genomun %32.2'sini urasil, %29.9'unu adenin, %19.6'sını guanin, %18.3'ünü sitozin oluşturmaktadır.[3]
Bu nükleotit asimetrisi, virüsün, sitozin ve guanini urasil ve adenine dönüştüren mutasyonlara daha açık olmasından kaynaklanmaktadır.[4] Bu açıklığın sebebi ise, SARS-CoV-2 virüsünün, hücrelerimizde bulunan çinko parmak antiviral proteini ile ilişkili savunma sistemini atlatmak üzere evrimleşmiş olmasıdır.[5] Buna ek olarak, bu genom konfigürasyonu, replikasyon (çoklanma) ve translasyon sırasında daha düşük kopma enerjisine ihtiyaç duymaktadır; çünkü adenozin ve urasil baz çifti 2 hidrojen bağına, sitozin ve guanin ise 3 hidrojen bağına sahiptir.[6]
SARS-CoV-2 virüsünün tam olarak nereden geldiği bilinmemektedir ve virüsün ana kaynağıyla ilgili birden fazla iddia/hipotez ileri sürülmüştür.[1]
İlk SARS-CoV-2 vakasına Çin'in Vuhan kentinde rastlanmıştır.[2] Salgın başlarında enfekte olan kişilerin büyük çoğunluğu Huanan Deniz Ürünleri Marketi çalışanlarıydı; bu nedenle virüsün bu "ıslak markette", yani egzotik hayvanların kanı ve sıvılarının serbestçe akabildiği markette ilk defa insanlara atladığı düşünülmüştür. Pangolinler gibi bir ara konaktan geçerek de insanlara geçmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır.
Ayrıca virüsün Wuhan Viroloji Enstitüsü'nde araştırılan koronavirüslerden birinin kazayla veya kastî olarak insanlar arasına yayıldığı da iddialar arasındadır.[3] Çin'in genel gizliliği/gizemliliği, Batılı ülkelerin belirgin Çin önyargısı ve bilimsel bir kanıt üretilememiş olmasından ötürü bu iddia bir komplo teorisi olarak kategorize edilmektedir ve ispat yükü hâlen bu sıra dışı hipotezi ileri sürenlerin omuzlarındadır (bu iddiayı savunanlar, bilimsel olarak geçerli bir veri ortaya koyabilmiş değildir).[4] Yeni veriler ışığında bu hipotez güç kazanabilir; şu anda bu yönde bir gelişme gözükmemektedir.
Genel olarak virologlar ve epidemiyologlar arasındaki kanı, daha önceki birçok salgın gibi bu salgının da zoonotik olduğu, yani doğal yollarla, evrimsel süreç sonucunda, hayvanlardan insanlara atladığı yönündedir.[5] Bu geçişin hangi rezervuar veya ara konaktan geldiği, ne tür bir coğrafi patika izlediği henüz net değildir; ancak en olası adaylar arasında yarasalar ve pangolinler bulunmaktadır. Salgın başlangıcında SARS-CoV-2 virüsleri arasında çok dar bir çeşitlilik olmasından ötürü, bu sıçramanın ilk vakaların tespit edildiği Aralık 2019-Ocak 2020 döneminden çok eski olamayacağı, muhtemelen 2019 yılının son aylarında bu sıçramanın yaşandığı düşünülmektedir.[6]
SARS, MERS ve 2019-nCoV virüslerinin her biri bir koronavirüstür. SARS-CoV-2'nin genomik analizi, Rhinolophus sinicus türü yarasalardan alınan genomlara %80 civarında benzemektedir.[1] Yapılan bir diğer çalışmada, R. sinicus'un yakın akrabalarından Rhinolophus affinis türü yarasalardan örnekler alınmış ve SARS-CoV-2 genomunun bu genom ile %96 oranında benzeştiği ileri sürülmüştür.[2]
Yarasalarda bulunan RaTG13 virüs dizisi, insanlardaki SARS-CoV-2'ye en benzer olan genetik dizidir; ancak bu virüsün SARS-CoV-2'nin atası değil de kuzeni olduğu bilinmektedir.[3] Yerel yarasa popülasyonları üzerinde yapılan genetik incelemeler, SARS-CoV-2 ile yakın akraba olan birçok koronavirüs dizisini ortaya çıkarmıştır.[4]
Koronavirüsler (Coronaviridae ailesi), Hayvanlar Alemi'nde yaygın olarak görülen bir virüs grubudur. Alfakoronavirüsler, Betakoronavirüsler, Gamakoronavirüsler ve Deltakoronavirüsler olarak 4 cinse ayrılan koronavirüsler, kimi zaman tür içinde kalmak yerine, bir türden diğer türe, örneğin diğer hayvan türlerinden insanlara ("zoonotik" olarak) bulaşabilmektedirler. SARS-benzeri koronavirüslerin evrim ağacı ve biyocoğrafyası şu şekildedir:
An itibariyle, insana bulaşabilen 7 koronavirüs bilinmektedir: 229E, NL63, OC43, HKU1, MERS-CoV, SARS-CoV, SARS-CoV-2. Aslında koronavirüsler çok nadiren ölümcül olan virüslerdir; ancak kimi zaman evrimsel süreç içinde değişerek ölümcül hale de gelebilmektedirler.
Hem SARS, hem de MERS koronavirüsleri, betakoronavirüs olarak bilinen cinse aitlerdir. Daha spesifik olarak, SARS-CoV ve SARS-CoV-2 virüsleri Sarbecovirus adı verilen bir altcinse aittirler. Bu tarz virüslerin RNA nükleotit uzunluğu 30.000 baz (30 kilobaz) civarındadır.[5]
Genel olarak betakoronavirüsler, tıpkı alfakoronavirüsler gibi yarasa kökenli virüslerdir; yani aslen yarasalarda bulunan koronavirüslerin evrimleşmiş torunlarıdır. Örneğin SARS'ın, özellikle de Rhinolophus sinicus türü yarasalardan köken aldığı düşünülmektedir.[6]
Virüslerin köken aldığı canlılara virüs rezervuarı adı verilir. Ancak insanlara virüsün bulaşma kaynağı her zaman ana rezervuar olmayabilir; ara konak adı verilen aracı hayvanlardan da bulaşabilir. Örneğin bir yarasa virüsü olan SARS insanlara misk kedileri aracılığıyla, bir yarasa virüsü olan MERS ise tek hörgüçlü develer aracılığıyla bulaşmıştı. En azından, en olası ara konakların bu hayvanlar olduğu düşülmektedir; çünkü virüslerin ana kaynağını her zaman hatasız olarak tespit edebilmek mümkün olmamaktadır.
SARS-CoV-2 örneğinde de bir ara konak olabileceğinden şüphelenilmektedir.[7] Ne yazık ki bu ara konağın ne olduğu tam olarak bilinmemektedir.[8] 7 Şubat 2020'de Çinli araştırmacılar, SARS-CoV-2'nin genetik sekansının pangolin adı verilen bir hayvandan aldıkları genlerle %99 oranında örtüştüğünü bulduklarını ilan ettiler.[9][10] Ancak pangolinlerin ara konak olduğu genel geçer olarak kabul görmemektedir; çünkü pangolinlerden elde edilen virüslerin genomu, insanlardaki koronavirüs ile %92 oranında örtüşmektedir, pangolin virüsleri insan ACE2 reseptörlerine zayıf bir şekilde bağlanabilmektedir ve bu gibi veriler, onları uzak bir akraba yapmaktadır.[10][11][12] Ayrıca insanlar arası bulaş yeteneğinin, bu atlamadan ("yarasan insana" veya "yarasadan ara konağa, sonrasında insana" geçişten) önce mi yoksa sonra mı evrimleştiği kesin olarak bilinmemektedir.[13][14][15]
SARS-CoV-2'nin evrimleşme hızı gribe neden olan influenza virüslerinden dikkate değer miktarda düşüktür ve diğer koronavirüslerle benzer hızdadır.[16] Bu evrim hızına bağlı olarak, salgının seyri boyunca virüs genomu boyunca binlerce mutasyon meydana gelmiş ve çok sayıda varyant evrimleşmiştir. Bu yeni evrimleşen varyantlar arasından daha hızlı yayılanlar, bağışıklık tepkisini atlatabilenler, daha ağır hastalığa neden olabilenler, test yöntemlerimizden kaçınabilenler ve tedaviye daha dirençli olanlar endişe kaynağıdır.
Evet, evrimin aşıları kısmen veya tamamen etkisiz kılma gücü var. Zaten bu nedenle bir an önce geniş bir popülasyonun aşılanıp, hastalığın tamamen kontrol altına alınması gerekmektedir. Aksi takdirde koronavirüs soy hatlarında evrim devam edecek ve yeni mutasyonlar biriktirmeyi sürdürecektir. Bunlar da virüsün yapısını zaman içerisinde değiştirecek ve yeni varyantların evrimleşmesiyle sonuçlanarak aşı etkinliğini potansiyel olarak değiştirecektir.
Şu ana kadar SARS-CoV-2 soy hatlarında görülen hiçbir mutasyon (veya mutasyon öbeği), aşıyı tamamen işlevsiz hale getirecek düzeyde değildir. Örneğin bu virüslerin yüzey proteinlerinde görülen D614G veya N501Y gibi mutasyonlar, koronavirüslere "taç" görünümünü kazandıran "mızrak proteinlerinin" birçok alt biriminden sadece birkaç tanesini değiştirirler. Ancak aşılar, bu alt birimlerin birçoğunu savunma sistemine tanıtabilecek biçimde hazırlanmaktadır. Dolayısıyla evrimsel değişim sonucunda mızrak proteinleri bir miktar değişse bile, aşılar sizi bu virüslere karşı korumaya devam edecektir.
Ayrıca koronavirüsler, grip virüslerinin aksine çok daha yavaş evrimleşmektedir ve küresel bir sağlık krizi içerisinde olduğumuz için bu virüslerin evrimi çok yakından takip edilmektedir. mRNA aşı platformları gibi yeni teknolojiler, çok daha adaptif doğaya sahip oldukları için, virüslerin değişimine bağlı olarak hızlı bir şekilde yeniden düzenlenebilirler ve güncellenebilirler. Bunun yapılmasını gerektirecek bir durumda, yani virüs fazlasıyla hızlı evrimleşmeye başlayacak olursa, sezonluk aşı olmak veya aralıklarla "booster" adı verilen güçlendirici/hatırlatıcı dozlar almak gerekebilir.
Öte yandan virüs birikimli olarak evrimleştikçe, yani yeni mutasyonlar eskilerin üzerine eklenerek türü değiştirdikçe, bugün var olan varyantlara karşı üretilen aşıların etkisi azalacak ve hatta nihayetinde sıfırlanabilecektir. Hastalığın olabildiğince erken ve olabildiğince kitlesel olarak durdurulması bu nedenle önemlidir.
Cevaba GitHayır, tam tersine, aşı olmayanlar virüsün daha kolay yayılmasını sağlayarak, varyant evrimine neden olmaktadır.[3] Eğer salgın başında Dünya genelinde düzgün kapanma uygulansaydı, yani virüsün yayılması durdurulsaydı, bugün varyantlardan veya virüsten söz etmiyor olurduk.
Ayrıca Türkiye de dâhil 20 farklı ülkedeki COVID-19 varyant genomları ile mutasyon sıklığı arasındaki ilişkiyi inceleyen bir çalışmada, ülkelerden 16'sında aşılanma oranları arttıkça mutasyon sıklığının azaldığı görülmüştür.[1] Kalan 4 ülkeden 1'i olan Avustralya'da uygulanan aşırı katı kapanma önlemleri de mutasyon sıklığının azalmasıyla ilişkilendirilmiştir. Aşılanmanın yeterli düzeyde olmamasına rağmen tüm ek önlemleri kaldıran (veya hiç uygulamayan) Japonya, İsviçre ve ABD'de ise salgının yayılmasına izin verildiği için viral mutasyonların arttığı görülmüştür.
Teorik olarak aşılar da antibiyotikler gibi direnç evrimini tetikleyebilir (buna savunma kaçınması denmektedir).[2] Ancak bu, virüslerin doğası gereği bakterilerden çok daha sınırlıdır ve risk, hastalık dinamiklerine bağlı olarak belirlenir. Yani aşılara yönelik fayda/fayda analizi zaten bu kavramı da gözeterek yapılmaktadır ve aşıların viral evrim üzerindeki kısıtlı etkisi, aşısızların viral üreme alanları yaratmasının sebep olduğu yıkıcı etkiyle kıyaslandığında, aşı olmanın faydalarının ezici üstünlüğünü değiştirmemektedir.
Ayrıca nasıl ki antibiyotik direnci riski, antibiyotik kullanımını durdurmamız gerektiği anlamına gelmiyorsa (ve doğru dozu, doğru sürede almayı gerektiriyorsa), potansiyel bir risk faktörü olarak aşı direnci de aşı olmak önünde engel teşkil etmemektedir (ve doğru dozu, doğru sürede olmayı gerektirmektedir).
Hayır. Basit bir kronoloji bunu bariz bir şekilde gösterecektir:
Görülebileceği gibi, bu yazının girildiği gün itibariyle baskın olmuş veya olan varyantların istisnasız olarak hepsi aşılamadan aylar önce evrimleşmiştir. Çünkü varyant evrimini tetikleyen ana unsur aşılama değil, gerekli önlemlerin alınmaması sonucu aşısızlar arasında virüsün yayılmasıdır.
Bu cevabın girildiği sırada gözetimde tutulan yeni varyantlar için de sonuç değişmemektedir:
Yeni varyantlara neden olan şey, aşılar değil, mutasyonlardır. Mutasyonlar, bir organizmanın genlerinde meydana gelen rastgele değişimlerdir. Mutasyonlar, rastgele bir şekilde ve birbirinden (ve genlerden) bağımsız olarak meydana gelir. Çoğu mutasyon, kopyalanma hatası olarak yaşanır; dolayısıyla virüsün kopyalanmasına izin verdiğimiz müddetçe, mutasyon riski de artacaktır. Virüsün daha kolay yayıldığı yerlerde yeni varyantların evrimleşme riski daha yüksektir. Aşılanma, virüs yayılımını yavaşlattığı için, varyant evrimini de kısıtlamaktadır.
Bu noktadan sonra aşılama sonrası yeni varyantlar evrimleşse bile, bu varyantların evrimleşme nedeninin aşılama olduğunu söylemek mümkün gözükmemektedir.
Cevaba GitAşı olan biri, Delta gibi varyantlardan aşı olmayan birine göre çok daha az endişe edebilir. Ancak bu, pandemi öncesindeki kadar rahat olunabileceği anlamına gelmiyor. Çünkü hiçbir aşı %100 koruma sağlamıyor ve yeterince insan aşılanmadığı için pandemi devam ediyor. Dolayısıyla aşıların üretildiği varyantların haricinde kalan, yeni evrimleşen varyantlar, aşı olanların edindiği bağışıklığı da tehdit ediyor.
Ancak bu risk oranı, aşısız birinin yanında yok denecek kadar az: Aşı olan birinin, aşısız birine nazaran enfeksiyon kapma ihtimali 5 kat, hastalanma ihtimali 10 kat, ölme ihtimali ise 11 kat daha düşük.[3]
Aşıların size verdiği antikorları, bir şehri devasa fırtına veya tsunamilerden koruyan bir savunma hattı gibi düşünebilirsiniz. Bu duvar, dalgaların çoğunu durdurmaya yetecektir ama bir fırtına yeterince güçlüyse, en nihayetinde o duvarı da aşıp zarar verebilir. Aşısız biri, o duvarı olmayan bir şehir gibi düşünülebilir. Delta da işte şehirleri (yani bedenlerimizi) tehdit eden fırtınalar gibi.
Delta varyantının etkili olduğu dönemde, COVID-19 nedeniyle hastanelik olup ölenlerin neredeyse hepsi aşısız bireyler. Dolayısıyla aşılar, Delta varyantına karşı da muhteşem bir etkililiğe sahip.[1] Örneğin 2 doz Pfizer/BioNTech aşısı Alfa varyantına karşı %93.7, Delta varyantına karşı %88 etkili; 2 doz Oxford/AstraZeneca aşısı ise Alfa varyantına karşı %74.5, Delta varyantına karşı %67 etkili.[2] Ayrıca Delta varyantı, aşılı birine bulaşacak olursa, bu kişilerin ağır hastalık geçirme riskini de neredeyse sıfırlıyor. Bu nedenle aşılı birinin çok korkmasına neden yok ama pandeminin sürdüğü ve birçok kişinin halen savunmasız olduğu hatırlanmalı.
Eğer yakın geçmişte COVID-19'a yakalandıysanız, çok büyük bir ihtimalle Delta varyantına yakalandınız demektir, çünkü Dünya'nın çok geniş bir kesiminde Delta varyantı çoktan baskın varyant haline gelmiş haldedir.
Ancak COVID-19 testleri, hangi varyanta yakalandığınızı söylemeyecektir; çünkü bu tür bir analiz yapmazlar. Spesifik varyantı tespit edebilmek için, yakalandığınız virüsten örnekler alıp, tam genom dizileme yoluyla genlerinin dizilenmesi ve diğer varyantlarla kıyaslanması gerekmektedir. Bu, araştırma amacıyla yapılmaktadır ve şu anda seri bir şekilde bunu yapabilen ticari bir ürün bulunmamaktadır.
Cevaba GitSalgın başında da izah edildiği üzere, bir salgının yayılıp yayılmayacağını belirleyen temel sayıya temel bulaşıcılık/üreme sayısı adı verilmektedir. Bu sayı, hiçbir önlem alınmadığı ve henüz popülasyonun pratik olarak tamamı salgına açık olduğu zaman (yani hiçbir spesifik bağışıklık yokken) olarak tanımlanır. Bu sayı:
bağlı olarak değişir.
Ancak salgın yoluna devam edip, hastalığı atlatanlar belli bir bağışıklığa erişip, maske gibi önlemler alınıp, aşılar/ilaçlar geliştirildikçe ve virüsün mutasyon ve seçilim yoluyla evrimleşmesine bağlı olarak bu bulaşma oranı da kademeli olarak ve zamana bağlı olarak değişir. Bu durumdaki üreme sayısına efektif üreme sayısı denir veya olarak bilinir. Genel olarak bu sayı:
bağlı olarak değişir. Ve bu iki sayı arasındaki ilişki, temel olarak şu şekilde ifade edilir:
Burada , aşı veya hastalığı atlatma yoluyla bağışıklık edinmiş kişilerin, hastalığa yakalanabilir olan popülasyona oranıdır. Dolayısıyla arttıkça, de küçülür. , değer olarak 1'in altına düştüğünde, salgın artık büyüyememeye ve hatta küçülmeye başlar. , değer olarak 1'in üzerinde kaldığı müddetçe salgın da büyümeye devam eder.
İşte bu temel bilgiler üzerine, Delta varyantının yarattığı sorunu daha net bir şekilde görebiliriz:
Yani Delta varyantının bulaştığı her 1 kişi, ortalamada artık 5-9 kişiyi hasta ediyor, 2-3 kişiyi değil. Bu da efektif üreme sayısını arttırıyor. Efektif üreme sayısının artmasının yarattığı ana problem ise, eğer ki sürü bağışıklığına () erişilecekse, aşılar veya hastalığı atlatma yoluyla erişilmesi gereken bağışıklık oranını artıyor olması.
Bu iki sayı arasındaki ilişki de temel olarak şu şekilde ifade ediliyor: . Yani üreme sayısı arttıkça, sürü bağışıklığı için gerekli aşılanma miktarı artıyor. Bu formül üzerinden hesaplama yaparsak:
Aşı kararsızlığı ve aşı dağıtımındaki sorunlar düşünüldüğünde bu, büyük bir problem yaratmaktadır.
Son olarak, evrimleşen bir virüs, aşı etkililiği () azaltabilmektedir. Delta öncesi dönemde %90-95 arası ölçülen aşı etkililiği, Delta varyantından sonra %70-85 arasına düşmüştür. Yani eskiden, aşısız gruptaki her 100 vaka için aşılı grupta sadece 5-10 hasta görmeyi beklerken, şimdi 25-30 hasta görmekteyiz. Bu, halen muazzam bir koruyuculuk oranı, ancak virüsü durduramazsak ve evrimi devam ederse, yeni aşılara ihtiyaç olacağını ve aşılanma oranlarını çok daha fazla arttırmayı gerektireceğini gösteriyor.
Bunu, matematiksel olarak şu şekilde ifade etmekteyiz:
Yani Delta-öncesi dönemde popülasyonun %70'i (0.70 oradan gelmektedir) aşılandığında salgın neredeyse durma noktasına gelirken, yeni varyant nedeniyle aşılanma oranları %70 olsa bile salgın hızla büyümektedir.
İşte bu nedenle birçok ülkede "aşılara rağmen" salgın büyümektedir. Bu, aşıların çalışmamasından değil, aşılama ve diğer önlemlerin yeterli hız ve katılıkta alınamamasından ötürü virüsün evrimleşmesine bağlı olarak hedef tahtasının da sürekli uzaklaşıyor olmasındandır.
Buna rağmen, bu salgınların patlak verdiği her ülkede aşılılar arası hastalığa yakalanma, hastanelik olma ve ölme riski aşısızlara göre kat kat düşüktür. Dolayısıyla salgını durdurmak için aşılar yeterli olmasaydı bile (yani maske ve mesafe gibi ek yöntemler gerekiyor olsa bile), bu şartlar altında aşılıların sağlık durumu aşısızlardan kat kat daha iyi olacaktır. Bu nedenle aşılanma sadece sürü bağışıklığı için değil, bireysel sağlık için de bariz faydalı olan seçenektir.
Cevaba GitEvet, aynı varyant. Ama aynı zamanda da değil.
Kasım 2021'de gündeme oturan B.1.617.2 varyantının yaygın endişe yaratması sonrası, birçok uzman bu varyantın Endişe Edici Varyant (İng: "Variant of Concern") olarak sınıflandırılacağını ve dolayısıyla "delta" gibi Yunanca bir harfle isimlendirileceğini biliyordu.
En son isimlendirilen varyant "delta" olduğu ve Yunan alfabesindeki bir sonraki harf "nu" olduğu için, birçokları yeni varyantın "Nu" olarak isimlendirileceğini varsayarak, bu şekilde paylaşımlar yaptı. Özellikle de sosyal medyada bu nedenle "Nu varyantı" diye duymuş olabilirsiniz.
Ancak Dünya Sağlık Örgütü, salgın başında detaylıca sözünü ettiğimiz hastalık/varyant isimlendirme kuralları gereği, delta'dan sonraki 2 harfi, yani "nu" ile "xi" harflerini atladı ve varyanta, onlardan sonra gelen "omicron" adını verdi. Bunun nedeni, isimlendirme kurallarında geçen şu kısma uyulması:[1]
"Coğrafi yerlerin, insanların isimlerinden; (...) kültürel, kitlesel, endüstriyel veya mesleki referanslar içeren isimlerden (örneğin lejyoner hastalığı) ve aşırı endişeyi körükleyen terimler (örneğin bilinmeyen, ölümcül, bulaşıcı) kullanmaktan kaçınılmalıdır."
Bu gerekçelerle yeni varyant, "Omicron" olarak isimlendirildi.[2]
Virüs, temel olarak aerosol (havada çözünmüş virüs) ve damlacıklar (tükürük gibi solunum yoluyla atılan sıvılara asılmış virüsler) yoluyla bulaşmaktadır.[1][2][3] Aerosol ve damlacıklar; konuşma, nefes alıp verme, şarkı söyleme, bağırma, hapşırma, öksürme, vb. davranışlar sırasında üretilmekte ve etrafa saçılabilmektedir.[4][5][6][7][8] Bu davranışlar sırasında saçılan aerosol ve parçacıklar, ortalama 1.8 metre uzağa erişebilmektedir.[9] Bu mesafe, açık/kapalı alanlarda ve havalandırma/klima gibi cihazların varlığında farklılık gösterebilir. Bulaşmanın fomitler yoluyla, yani yüzeyler aracılığıyla ve dışkı ve spermler yoluyla da olabildiği düşünülmektedir; ancak bu yollarla bulaşmanın ne kadar etkili olduğu tartışmalıdır.[10][11][12][13]
Solunum yolları aracılığıyla vücuda giren virüs, yüzeyindeki mızrak proteinleri yardımıyla, özellikle de akciğer dokusunu oluşturan, her bireyde ortalama 100 milyar adet bulunan Tip 1 ve Tip 2 pnöomositlerin, her bireyde yaklaşık 10 milyar adet bulunan alveolar makrofajların ve her bireyin nazal boşluğunda ortalama 1 milyar adet bulunan mukuslu hücrelerin yüzeyindeki ACE2 isimli proteinlere tutunarak hücreye giriş yapmakta ve kendi kopyalarını oluşturmaktadır.[14][15] Bu sırada hücre, doku ve organlara yıkıcı, geçici ve kalıcı hasarlar verebilmekte, ölüme de neden olabilmektedir.
SARS-CoV-2'nin yeni bir enfeksiyon başlatabilmesi için bir kişiye en az 200-800 adet ulaşması gerektiği düşünülmektedir.[16][17][18] Bu bulaşma yaşandıktan sonra, virüsün insan hücrelerine girmesi 10 dakika kadar sürmektedir. Bu noktadan sonra virüsün kendi kopyalarını üretmeye başlaması 10 saat kadar sürmektedir (buna "tutulma periyodu" denir). Hastalığın semptomlarının ortaya çıkmasının ne kadar sürdüğü belirsizdir; fakat yutakta viral yük, enfeksiyondan sonra ortalama 4. günde (genel olarak 1. hafta içinde) zirve yapmaktadır; sonrasında azalmaktadır.[19][20][21] Her bir virüs, kendisine ait 1000 civarında kopya üreterek bulaştığı hücreyi öldürmektedir. Virüse yakalanmış bir kişi, semptom başlangıcından sonraki 3-46 gün arası boyunca hastalığı saçmaya devam edebilir; ama çoğu zaman virüsün saçılımı ortalama 10 günde sona ermektedir.[22]
Enfeksiyon sonrasında virüs, nazofarinks bölgesinde örneklem başına 1 milyon ilâ 1 milyar adet, boğazda örneklem başına 10 bin ilâ 100 milyon adet, dışkıda gram başına 10 bin ilâ 100 milyon adet, balgamda mililitre başına 1 milyon ilâ 100 milyar adet RNA kopyası üretmektedir.
Virüsün temel üreme sayısı () olarak bilinen özelliği, yani her bir enfeksiyonun ortalamada kaç kişiyi hasta ettiğinin ölçüsü, 2.39 ilâ 3.44 arasında değişmektedir.[1] Yani virüsün bulaştığı her 1 kişi, kendisinden başka ortalamada 2.4 ila 3.4 kişiye (ya da kabaca 3 kişiye) bulaştırabilmektedir. Bu sayı, MERS salgınında görülen 0.7 civarındaki temel üreme sayısından epey büyüktür.[2] SARS içinse bu değer, 2-5 arasındaydı ve bu salgın sırasında 8000 insan hastalanmış ve en az 774 ölüm yaşanmıştı.[3] Temel üreme sayısı hakkında daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Bu veriler önemlidir, çünkü bundan yola çıkarak salgının küresel bir krize dönüşüp dönüşmeyeceği, eğer dönüşecekse de bu şekilde bir salgına dönüşmesinin önüne geçmek için virüsün bulaşıcılığının ne kadar önlenmesi gerektiği tespit edilebilmektedir. Bir virüsün küresel salgına dönüşebilmesi için değerinin 1'den büyük olması gerekmektedir. Bu nedenle MERS çok ciddi bir küresel salgına dönüşmemişti; ancak SARS, pandemik olmasa bile 26 ülkeyi etkileyen büyük bir epidemik salgına (çok sayıda ülkeyi etkileyen ama küresel olmayan salgına) dönüşmüştü.[4]
SARS-CoV-2'nin 2.4-3.4 düzeyindeki değeri, başından beri küresel bir salgın riskine işaret ediyordu. Buna ek olarak, salgın başlangıcındaki veriler, virüs bulaşabilirliğinin en az %60'ı bloke edilmezse, salgının önüne geçemeyeceğimizi gösteriyordu.[5] Gerçekten de Dünya Sağlık Örgütü, 11 Mart 2020'de salgını bir "pandemi" (küresel salgın) ilan etti.[6]
Virüs, kuzenlerine göre daha bulaşıcıdır. Ebola gibi virüslerin aksine, vücut sıvıları yoluyla değil, solunum yoluyla, insandan insana bulaşmaktadır. Üstelik virüs, henüz "kuluçka" evresindeyken, yani bulaştığı kişilerde semptomlar belirmeden önce diğer insanlara da bulaşabilmektedir. Benzer şekilde, her hasta, hastalığı benzer şiddet ve semptomlarla geçirmemektedir; dolayısıyla daha az şiddette geçirenler hastanelere başvurmayabilir ve hastalığın yayılmasına sebep olabilirler. Bunlar, hastalığın bulaşıcılığına katkı sağlayan faktörlerdir.
COVID-19'un kesin olarak bulaşmayacağı bir mesafe ve temas süresi belirlemek mümkün değildir; çünkü farklı şartlar altında farklı mesafe ve sürelerde virüs bulaşabilir. Örneğin bulunulan ortamın kalabalıklığı, havalandırma durumu, temas edilen kişilerin COVID-19 aşısı olup olmadığı, daha önceden hastalığı geçirip geçirmedikleri, maske kullanımı, açık veya kapalı alanda temas etme gibi faktörler, COVID-19 bulaşma riskini etkileyecektir.
Ama genel bir ortalama olarak, yakın temas şöyle tanımlanır:
Örneğin hasta biriyle 3 defa 5'er dakika 1.2 metre mesafede bulunmuş olmak yakın temas sayılmaktadır.
Enfekte bir birey, COVID-19 semptomları belirmeden önceki 2 güne kadar (asemptomatik pozitif vakalarda örneğin alındığı günden 2 gün öncesine kadar) virüsü saçabilmektedir.
Yakın temasta bulunmuş kişilerin kendi kendine karantina uygulaması önerilir. Eğer bu kişiler:
kendi kendine karantina uygulamayabilirler.
SARS-CoV-2, taşıyıcısında hiçbir belirti olmaksızın da bulaşabilmektedir; ancak asemptomatik bireylerin bulaşıcılık oranı semptomatik vakalardan daha düşüktür. Tüm vakaların %17'sinin asemptomatik olduğu, bu bireylerin bulaşıcılığının semptomatik bireylerden %42 düşük olduğu hesaplanmaktadır.[1] Bir diğer çalışmaya göre vakaların %33'ü asemptomatiktir veya dikkate değer herhangi bir semptom göstermemektedir.[2] Ancak bazı diğer çalışmalar, asemptomatik bulaşın tüm bulaş olaylarının %50'sinden fazlasını oluşturduğunu göstermektedir.[3] Bu yüksek asemptomatik bulaş olayı, virüsün aşırı hızlı yayılmasının ana nedeni olabilir.[4]
Asemptomatik vakalar da virüsü kaptıktan sonraki 10 gün boyunca (eski yönergelere göre 14 gün boyunca) virüsü bulaştırabilmektedir.[5]
2020 yılı boyunca bu konuda yapılan tüm çalışmaları inceleyen Amerikan Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (CDC), konuyla ilgili olarak, insanların aşina olduğu ve temas ettiği cansız yüzeylerde SARS-CoV-2'nin ortalama 3 gün (72 saat) yaşayabildiğini söylemektedir.[1]
Bu, yüzeylerden virüsü kapabilmek için yeterli bir süredir; ancak epidemiyolojik veriler ve çevresel bulaş faktörleri üzerine yapılan çalışmalar, SARS-CoV-2'nin ana bulaşma mekanizmasının kontamine olmuş yüzeyler (fomitler) olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla fomitler yoluyla bulaş riski düşüktür. Sadece şüpheli veya onaylanmış COVID-19 hastalarının dokunduğu yüzeyleri sabun veya deterjan ile temizlemek yeterli olacaktır. Ayrıca maske takarak ve hijyen kurallarına özen göstererek fomitler yoluyla yayılımı azaltabilirsiniz.
SARS-CoV-2'nin aktif kalabilme süresi, yüzeyin porlu (delikli) olup olmamasına bağlı olarak değişmektedir: Virüs, porlu yüzeylerde birkaç dakika ila birkaç saat kadar, porsuz yüzeylerde ise birkaç gün ila birkaç hafta kadar tespit edilebilmektedir.[2][3][4][5][6][7][8] Bu farkın nedeninin, porlar içerisinde kapiler etkiler ve daha hızlı aerosol buharlaşması olduğu düşünülmektedir.[2]
Bu çalışmaların bu kadar uzun süreli etki tespit edebilmesi, yukarıda da izah edildiği üzere, çalışmaların amacının virüsü tespit edecek şekilde sınırları zorlamak olmasıdır. Gerçekçi şartlar altında çoğu zaman koronavirüsün haftalarca yüzeylerde varlığını sürdürebilmesi beklenmemektedir. 72 saat süresi genel bir fikir ve bir ortalama olarak verilmektedir; bundan kısa sürede virüsün dağıldığı birçok durum olacaktır, bu süreden uzun süre virüsün tespit edilebileceği yüzeyler ve durumlar da olacaktır. Temas ettiğiniz yüzeyleri dezenfekte etmeniz ve riskli temaslar sonrası ellerinizi sabunlu suyla yıkamanız halinde, virüsü saniyeler içinde yok etmeniz mümkündür.[4][9][10][11][12]
Buna karşılık, CDC'nin de vurguladığı üzere yeni koronavirüsün ana bulaşma modu aerosoller ve damlacıklar yoluyladır; yüzeyden virüs kapma ihtimali oldukça düşüktür. Yüzeyler (fomit) aracılığıyla hastalığın bulaşma ihtimali birkaç faktörden etkilenmektedir:
İşte bu basamakların fazlalığı ve her birinin düşük olasılıklı olmasından ötürü fomit yoluyla bulaşma oranları, aerosol veya damlacık rotasına nazaran daha az görülmektedir.[13][14] Fomit yoluyla bulaşmanın olmadığını söylemek çok zor olduğu için, yabancı ve ortak kullanılan yüzeylere dokunulduktan sonra el hijyenine özen gösterilmesi önerilmektedir.
Konu hakkında daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
SARS-CoV-2'nin yeni bir enfeksiyon başlatabilmesi için bir kişiye en az 200-800 adet ulaşması gerektiği düşünülmektedir.[1][2][3] Kıyas olması için, ortalamada tek 1 adet MERS-CoV'un fareleri hasta edebildiğini, ortalamada 10 tanesinin ölümcül olmak için yeterli olduğunu biliyoruz. Bu konuda daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
SARS-CoV-2 virüsünün kökeni henüz tam olarak belli değildir; ancak ana rezervuarın (virüsün evrimleştiği orijinal kaynağın) bir yarasa türü olması çok olası gözükmektedir. Virüs, direkt olarak yarasalardan insana geçmiş olabileceği gibi, pangolin gibi ara konaklar aracılığıyla da insana taşınmış olabilir.
Virüse ait ilk vakaların çoğu Hubei Islak Marketi'nde çalışan veya burayı ziyaret etmiş kişiler arasında görüldüğü için, salgının bu noktadan patlak vermiş olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır; ancak salgının buradan başladığından kesin olarak emin değiliz. The Lancet'te yayınlanan bir makaleye göre, salgındaki erken vakaların %30'undan fazlası söz konusu hayvan pazarlarıyla ilişkilendirilememişti; sadece eldeki verilerin çoğunluğu buna işaret ettiği için, "en olası aday" olarak hayvan pazarları gösterilmektedir.[1] Bu yüzden bu salgından yarasaları veya yarasa tüketimi sorumlu tutmak daha fazla veri elde edilene dek yanlış olur.
"Islak market" olarak da bilinen, canlı hayvanların ve bu hayvanlara ait kan, idrar, dışkı gibi vücut sıvılarının özgürce akabildiği marketler hijyenik değildir ve COVID-19 salgınına sebep olmasalardı bile bir sağlık riski unsuru olarak görülmelidir. Bu, Çin Hükümeti tarafından da bilinmektedir; bugüne kadar bu marketlere sayısız yasak ve kısıtlama getirilmiştir; ancak yasaların düzgün ve etkili bir şekilde uygulanamaması nedeniyle sorun çözülememiştir.
Virüsün sadece yarasa yeme yoluyla bulaşma ihtimali oldukça düşük gözükmektedir. Ayrıca salgın başlangıcında "Çin'deki yarasa çorbalarını" gösterdiğini iddia eden videolar, Çin'de değil, Palau'da çekilmiş videolardır. Yarasa, Batı toplumları için çok sıra dışı bir besin tercihi olarak karşılansa da, tarih öncesi zamanlardan beri Pasifik-Asya bölgesinde tüketilmektedir. Kronostratigrafi biliminden faydalanılarak yapılan arkeolojik analizlerin sonucunda, yarasaların ilk defa günümüzden 74.000 yıl önce Endonezya'nın Flores Adası'nda yaşamış olan Homo floresiensis türü insanlar tarafından besin kaynağı olarak tüketilmeye başlandığı düşünülmektedir. Sadece yarasalar da değil; çeşitli böcekler, kuşlar, küçük kemirgenler, kedi ve köpek gibi memeliler ve hatta kuşların ağız salgılarıyla yaptığı yuvalar bile besin olarak tüketilmektedir. Yıllar öncesine dayanan bu besin alışkanlığı, günümüzde de çeşitli toplumlarda devam etmektedir.
Günümüzde, en az 167 yarasa türünün (var olan tüm yarasa türlerinin %13'ünün) besin, sözde tıbbi faydaları, spor/avlanma, vb. amaçlarla düzenli olarak öldürüldüğü düşünülmektedir. Bu uygulamalara Afrika, Asya, Avrupa, Okyanusya ve Güney Amerika'da rastlanmaktadır. Afrika'da en az 55 yarasa türü, Asya'da en az 64 yarasa türü, Avrupa'da (özellikle de İtalya'nın Vicenza bölgesinde) özellikle de atnalı yarasaları, Okyanusya'da en az 40 yarasa türü, Güney Amerika'da ise özellikle yaprak-burunlu yarasalar düzenli olarak avlanmaktadır. İlerleyen kısımlarda göreceğimiz gibi, yarasalardan insanlara virüs bulaşması için illâ besin olarak tüketmek şart değildir.
Yarasalar bu bölgelerde sadece çorba olarak tüketilmemektedir; çeşitli yemeklerde de malzeme olarak kullanılmaktadır. Ancak yarasa çorbalarında yarasalar çok az pişirilmektedir ve neredeyse hiçbir parçası çıkarılmamaktadır. Bu yüzden içerdikleri mikroorganizmaların tam olarak ölmediğine inanılmaktadır ve koronavirüs salgınından yarasa çorbaları sorumlu tutulmaktadır. Ne var ki virüsün yarasa tüketiminden kaynaklandığını kesin olarak gösteren bir bulgu bulunmamaktadır.
SARS-CoV-2, insanlar haricinde kediler, dağ gelincikleri, hamsterlar, insan-harici primatlar, Amerikan vizonları, ağaç kemirgenleri, kaplanlar, rakun köpekleri, meyve yarasaları ve tavşanlar da dâhil olmak üzere birçok hayvana bulaşabilmektedir; ancak bu hayvanların hepsinde ölümcül bir hastalık görülmemektedir.[1][2] Evcil hayvanlara bulaşın görüldüğü birkaç vakayı buradan okuyabilirsiniz.
İnsandan evcil hayvanlara, evcil hayvanlardan evcil hayvanlara ve evcil hayvanlardan insana bulaş ihtimali çok düşük gözükmektedir ve salgında dikkate değer bir rol oynadığı düşünülmemektedir. Veri yetersizliğine bağlı olarak, ekstra bir önlem olarak COVID-19'a yakalananların hayvanlarla temasını azaltması, evcil hayvanlara dokunduktan sonra ellerinizi yıkamanız önerilmektedir.[3][4]
Hayır. COVID-19'un sivrisinekler veya sinekler yoluyla bulaştığını gösteren herhangi bir bilimsel veri bulunmamaktadır. Bugüne kadar bu yolla bulaş olduğunu gösteren hiçbir vaka olmamıştır. Daha önemlisi, sivrisinekler insanların kanını emerken hastalık bulaştırmaktadır. Sinekler de taşıdıkları parazitleri insanların tüketeceği yemeklere bulaştırarak veya bu besinlere yumurtlayarak hastalık bulaştırabilmektedir. COVID-19'a neden olan SARS-CoV-2 isimli virüs, damlacıklar ve aerosoller yoluyla bulaşmaktadır, fomitler (enfekte olmuş yüzeyler) yoluyla bulaş düşük ihtimalle olsa da mümkündür. Ne var ki sinek ve sivrisineklerin ayakları veya ağız parçaları yoluyla yeterli miktarda virüsün kişiler arasında geçebileceği öngörülmemektedir.
Cevaba GitVücutta SARS-CoV-2'nin varlığı, rRT-PCR (ters transkriptaz polimeraz zincir tepkimesi) adı verilen bir yöntemle, kan örneği veya solunum yolundan alınan mukus örneğiyle teşhis edilebilmektedir.[1] Sonuçlar genellikle birkaç saat ila birkaç gün içinde elde edilebilmektedir. Bir nükleik asit testi olan rRT-PCR testi, virüsün kendisini değil, RNA'sını tespit etmektedir.[2]
Buna ek olarak, virüse karşı üretilen antikorları teşhis eden testler de bulunmaktadır. Bunlar, virüsün test anındaki virüs varlığını değil, virüsü alıp atlatmış olmayı (veya aşıya karşı verilen immün sistem cevabını) teşhis etmektedir. Testin neyi tespit edecek şekilde özelleştiği, test prosedürüne bağlıdır ve testten teste, ülkeden ülkeye değişebilir. Bu nedenle bazı testler, bazı varyantlara karşı üretilen savunma tepkisini teşhis edemeyebilir. Benzer şekilde, bazı testler aşıya verilen tepki ile virüse karşı verilen tepkiyi ayırt edebilmektedir.
Göğüse yönelik bilgisayarlı tomografi görüntülemesi yoluyla COVID-19'un akciğerlerde sebep olduğu tutulum gözlenebilir; fakat rutin testlerde hatalı pozitifler çıkması da olasıdır.[3] Erken enfeksiyonda çift taraflı çok loplu parçalanmış, periferal, asimetrik ve posterior dağılımlı cam opasiteleri yaygındır.[4] Hastalık ilerledikçe subplöral baskınlık, lobüler septal kalınlaşma ve konsolidasyon yaygınlaşır.[5]
İlk hasta, sebebi bilinmeyen bir pnömoni (zatürree) geliştirmiştir ve sonradan sebebin SARS-CoV-2 olduğu tespit edilmiştir.[1]
Hastalarda genel olarak görülen semptomlar ve bu semptomların hastalarda görülme sıklığı şu şekildedir:[2][3][4][5][6][7]
Bakteriyel pnömonilerin aksine viral pnömonilerde balgamlı öksürük görülmeyebilir. Ateş yerine subfebril ateş denilen daha düşük vücut sıcaklıkları da olabilir. CDC, 27 Nisan 2020'de COVID-19 semptomlarını şu şekilde güncellemiştir:
"Virüse maruz kaldıktan sonraki 2-14 gün içinde semptomlar belirebilir. Bu hastalarda öksürük ve nefes darlığı (solunumda zorlanma) görülebilir. Veya şu semptomlardan en az 2 tanesi bir arada görülebilir: ateş, baş ağrısı, ürperme , boğaz ağrısı, ürpermeyle birlikte tekrar eden titreme, tat veya koku kaybının yakın zamanda yitirilmesi, kas ağrısı."
Eğer bunlara ek olarak, şu semptomları gösteriyorsanız, acilen tıbbi yardım almalısınız:
COVID-19'a karşı alınabilecek en etkili yöntem aşılardır. SARS-CoV-2 virüsüne ve dolayısıyla COVID-19 hastalığına karşı yüksek etkinliği klinik ve gerçek dünya uygulamalarıyla ispatlanmış çok sayıda aşı bulunmaktadır. Temmuz 2021 itibariyle 8 aşı Faz 4, 25 aşı Faz 3, 30 aşı Faz 1/2, 30 aşı Faz 1 olmak üzere 330 aşı adayı klinik olarak araştırılmaktadır. Onaylanan aşılar, 4 farklı şekilde çalışmaktadır:
Hastalıktan korunmanın en iyi yolu, üretilen COVID-19 aşılarından herhangi birini tam doz olmaktır. Her aşının koruyuculuğu ve yan etkileri farklı olabilmekle birlikte, bunlar arasında herhangi bir mutlak üstünlük sırası bulunmamaktadır. 30 yıldır geliştirilmekte olan mRNA aşıları, geleceğin aşı teknolojisi olarak görülmektedir ve COVID-19 salgınını yavaşlatma konusunda üstün bir başarı göstererek, uygulanabilirliklerini ispatlamışlardır. Ancak diğer aşı platformları da çok uzun yıllardır üzerinde araştırmalar sürdürülen, etkili aşılardır. Bu aşıların Dünya genelindeki kabul edilirlikleri değişmektedir; ancak her aşının kabul edilme oranları genel olarak artan bir trend göstermektedir. Dolayısıyla hekiminiz tarafından belirlenen herhangi bir sağlık engeliniz yoksa, erişebildiğiniz herhangi bir aşıyı olmanızda sakınca yoktur ve bu aşıları olmak, olmamaktan kat kat avantajlıdır.
Aşılanmaya ek olarak, önem sırasına göre dizilmiş aşağıdaki yöntemleri uygulayabilirsiniz:
8 Ekim 2020 itibariyleyle elde edilen verilerden yola çıkarak, salgının tipik ilerleyişine yönelik olarak aşağıdaki algoritmayı çıkarmak mümkündür:
Kısaca özetleyecek olursak: Enfeksiyon yaşandıktan sonraki ortalama 5 gün (2-12 gün) kuluçka dönemi olarak bilinmektedir. Bu süreçte semptomlar belirmemektedir; ancak semptomlar belirmeden önceki 1-3 günde hastalık, başkalarına bulaştırılabilmektedir.
Kuluçka süresinden sonra semptomların belirme ihtimali kabaca %50'dir. Yani her 2 vakadan 1 tanesinde hiç semptom görülmemektedir (yukarıda tanımladığımız gibi, buna "asemptomatik vaka") denmektedir. Bu kişiler hastalığı bulaştırabilmektedir; ama bu, semptomlulara göre daha düşük ihtimalle gerçekleşmektedir. Bu kişiler, 14+ gün sonunda "iyileşmektedir". Tırnak içinde yazıyoruz, çünkü zaten semptom göstermedikleri için bu kişiler hasta hissetmemektedirler; dolayısıyla onlar için "iyileşme", viral yükün ortadan kalkması anlamına gelmektedir.
Geri kalan %50 vakada ise semptomlar ortaya çıkmaktadır. 7 gün boyunca hafif/orta şiddetli semptomlar görülmektedir. Bu noktada, yeni bir yol ayrımına girilmektedir: Semptomatik vakaların %80'i, hafif semptomlarla 3-7 gün daha hasta kalmaktadır, sonrasında (toplamda 10-14 gün sonunda) iyileşmektedirler. Geriye kalan %20'nin semptomları ise sonraki 2-3 günde ağırlaşmaya başlamaktadır. İşte bu vakalar, "hastanelik vakalar"dır.
Burada yeni bir yol ayrımına girilmektedir: Hastaneye yatanların %85'i, hastaneye yattıktan sonraki 7-14 günde iyileşip çıkmaktadır. Geriye kalan %15 ise yoğun bakıma kaldırılmak zorunda kalınmaktadır (tabii herkes hastanelere ve hizmetlere eşit erişemediği için, yoğun bakımlık durumu olanların hepsi de yatamamaktadır).
Bu noktada bir diğer yol ayrımına girilmektedir: Acile yatırılanların %35-50 civarı, 7-14 gün içinde acilden çıkmaktadır, ek bir 7-14 gün sonra da tamamen iyileşmektedirler. Ama geri kalan, acildeki hastaların %50-65 kadarı, hastanelik olduktan 5-30+ gün içinde ölmektedir.
Elbette bu sayıları etkileyen çok fazla faktör vardır: yaş, kilo, cinsiyet, altta yatan hastalıklar, sosyoekonomik statü, yaşanan ülke, vb. Burada sunduğumuz sadece "tipik" bir vaka takibidir. Ama genel olarak vakaların:
Eğer COVID-19 şüphesiyle bir kliniğe başvuracak olursanız, size şu 3 soru sorulacaktır:
Eğer bu 3 sorudan herhangi birisine verilen yanıt "evet" ise hastaya maske takılır ve COVID-19 için ayrılmış alana yönlendirilir. Cevap, hepsine "hayır" ise, 4 soru daha sorulur:
Eğer bu 4 sorudan herhangi birisine verilen yanıt "evet" ise hastaya maske takılır ve COVID-19 için ayrılmış alana yönlendirilir. 7 sorunun hepsine yanıt "hayır" ise, COVID-19 açısından düşük riskli olarak kabul edilir ve şikayeti yönünde değerlendirilmek üzere ilgili bölüme yönlendirilir.
Belirlenen COVID-19 polikliniğine maske takılı olarak, triyaj/yönlendirme alanından gelen hastaların COVID-19 olgu tanımı açısından değerlendirmesi yapılır. Bu değerlendirme kapsamında;
Yukarıda açıklandığı üzere ilk değerlendirme sonucunda, 3 olasılıktan biri gerçekleşir:
"komplike olmamış hastalık" tablosu olarak değerlendirilir ve aşağıdaki gibi yönetilir:
"hafif seyirli pnömoni (ağır pnömoni bulgusu olmayan)" olarak değerlendirilir ve aşağıdaki gibi yönetilir:
Aşağıda belirtilen kriterler doğrultusunda yoğun bakım ünitesine yatış açısından değerlendirilmek üzere yoğun bakım konsültasyonu istenir. Hastaların yoğun bakıma yatışına yoğun bakım sorumlu hekimi ile birlikte karar verilir.
Ağır pnömonili hastalar hastanede yatırılarak tedavi edilir.
Bu kriterlere sahip hastaların değerlendirilmesi için yoğun bakım sorumlu hekimlerinden konsultasyon istenmesi önerilir. Yoğun bakım ünitesine yatış kararı yoğun bakım sorumlusu ile birlikte verilir.
Bulaşıcılık, 1 kişinin hastalığı ortalamada kaç diğer kişiye bulaştırdığı ile ölçülen bir sayıdır. Buna temel üreme sayısı da denir. COVID-19 hastalığı için bu sayı 2-2.5 arasındadır; yani her insan ortalamada 2-3 kişiye hastalığı bulaştırmaktadır. Kıyas olması bakımından, koronavirüslerle uzaktan akraba olan influenza (grip) için bu sayı 1.3, SARS için bu sayı 3, MERS için bu sayı 0.3-0.8 arasındadır.
Elbette bazı hastalar hiç kimseye bulaştırmazken, bazı hastalar onlarca kişiye bulaştırabilir. Dolayısıyla temel üreme sayısı bir ortalama olarak görülmelidir; mutlak bir sayı olarak değil (bu asimetriyi ölçen k sayısı hakkında bilgiyi buradan alabilirsiniz).
Öldürücülük ise 2 ayrı şekilde ölçülür: Vaka Ölüm Oranı, bir virüse yakalandığı tespit edilen kişilerin ne kadarlık bir kısmının öldüğünün ölçüsüdür. Örneğin COVID-19 teşhis edilen hastaların ortalamada %2-3 arası ölmektedir. Bu oranlar, aşı ve daha etkili tedavilerle bir miktar azaltılabilmiştir. Ayrıca yaşa bağlı olarak ölüm oranları da dikkate değer miktarda değişmektedir. Benzer şekilde, virüs varyantları da farklı öldürücülük oranlarına sahip olabilir.
Kıyas olması bakımından, 2003 yılında salgına dönüşen SARS, bulaştığı tespit edilen her 10 kişiden 1'ini öldürdü; yani SARS-CoV'un vaka öldürücülük oranı %10 idi. Bu ikilinin yakın bir diğer kuzeni ise, Orta Doğu'da (özellikle Suudi Arabistan'da) görülen MERS (İng: "Middle East Respiratory Syndrome", Tr: "Orta Doğu Solunum Sendromu") salgınına sebep olan MERS-CoV isimli virüstü. MERS salgını sırasında her 10 kişiden 4'ü ölmüştü; yani MERS-CoV'un vaka öldürücülük oranı %40 idi.
Ne var ki bir virüse yakalanan herkes teşhis edilememektedir; çünkü bazı hastalar asemptomatik (semptom göstermeden) hastalığı atlatmakta, kimi ise hafif geçirdiği için doktora gitmemekte ve kayıt altına alınmamaktadır. Dolayısıyla vaka ölüm oranı, bir hastalığın gerçek öldürücülük oranı değildir. Bu oran, Enfeksiyon Ölüm Oranı olarak bilinir ve her zaman vaka ölüm oranından düşük (en iyi ihtimalle ona eşit) bir sayıdır. COVID-19'un enfeksiyon ölüm oranı %0.7 civarında ölçülmüştür; yani tespit edilsin veya edilmesin, SARS-CoV-2 isimli virüse yakalanan her 1000 kişiden 7'si ölmektedir. Bu oran da yaşa, varyanta ve sağlık hizmetlerine erişime göre değişmektedir.
Cevaba GitSalgının başlangıcından beri yeterince süre geçmediği için, hastalığı atlatma veya aşılar yoluyla kazanılan bağışıklığın ne kadar süreceği kesin değildir.[1] Buna bağlı olarak, yeniden enfeksiyonun ne zaman mümkün olduğu ve ne kadar yaygın olduğu da net olarak bilinmemektedir; fakat eldeki az sayıdaki vaka, yeniden enfeksiyonun değişken şiddette yaşanabileceğini göstermektedir. Bu vakalardan birini buradan okuyabilirsiniz.[2][3]
COVID-19'a yakalananların uzun dönem yan etkiler deneyimlemesi garanti değil; ancak hastaların %10-35 arasının COVID-19 semptomlarını klinik iyileşmeden sonra da gösterdiği düşünülmektedir.[1][2][3][4][5][6] Ayrıca vakaların %63'ünün hastalığı klinik olarak atlattıktan 6 ay sonra bile en az 1 COVID-19 semptomunu göstermeye devam ettiği görülmektedir.[7]
Buna "Uzun COVID" adı veriliyor ve araştırmaların bulgularına göre, hastalığın atlatılmasından aylar sonra bile bitkinlik, nefes darlığı, göğüs ağrısı, öksürükler, karın ağrıları görülmeye devam edilebiliyor. Özellikle de koku duyusunu yitiren kişilerin, hastalığı atlatması sonrasında koku duyularını geri kazanmalarına rağmen koku algılarının kalıcı olarak değiştiği ve birçok koku ve tadı eskisi gibi alamadıklarını, hastalık öncesi sevdikleri yiyecekleri ve kokuları tadıp koklamaya dayanamadıkları da bildirilen Uzun COVID semptomları arasındadır.[8][9]
Elbette yukarıdaki istatistikler çerçevesinde, her hastanın bunu deneyimlemeyeceği söylenebilir; ancak birçok hastanın en azından 1 veya birkaç semptomu hastalığı atlattıktan sonra da deneyimlemeye devam edeceği söylenebilir.
24 Ocak 2020'de, salgının ilk birkaç haftasında, virüsün bulaştığı kişilerin %73 civarının erkek olduğu ve ortanca yaşın 49 olduğu tespit edilmiştir; ancak bu cinsiyet önyargısının anlamlı olmayabileceği düşünülmektedir: Çünkü sigara içme veya ıslak marketlerde ticaret yapma gibi faaliyetler Çin'de genellikle erkekler tarafından yapılmaktadır ve bu da istatistikleri saptırmış olabilir.[1] Avrupa'da enfekte olanların %57'si, ölenlerinse %72'si erkektir.
Aralık 2020 itibariyle COVID-19 üzerine yayınlanan 45 randomize kontrollü deneyden sadece 8'inde erkekler ve kadınlar arasında anlamlı bir fark tespit edildi.[2] Bu sonuç, benzer kapsamlı çalışmalarla örtüşmektedir: EClinicalMedicine dergisinde yayınlanan bir saha taramasında, 30 deneysel çalışmanın hiçbirinde cinsiyet etkisi gözlenememiştir.[3] BMJ dergisinde yayınlanan bir diğer saha taramasında, incelenen 121 makalenin sadece 14'ünde cinsiyet etkisi gözlenmiştir.[4]
Ne yazık ki ülkelerin çoğunda cinsiyet-temelli bir veri toplama/raporlama yapılmadığı için (198 ülkenin %37'si ölümleri, %18'i aşılanmaları cinsiyete göre raporlamaktadır), hastalığın cinsiyetler üzerindeki etkisi kesin olarak tespit edilememektedir.[5]
COVID-19 her yaştan insanı etkilemektedir ve her yaştan insanda hastanelik olacak ve hatta ölümle sonuçlanacak düzeyde hastalığa neden olabilmektedir. Özellikle de varyantların evrimleşmesine bağlı olarak yaş farkı pandeminin ilerleyen evrelerinde dikkate değer miktarda azalmıştır (yani her yaş grubu, hastalığa kabaca eşit oranda yakalanmaktadır). Buna karşılık, genel bir kural olarak, yaş ilerledikçe ağır hastalık ve ölüm riski dikkate değer miktarda artmaktadır.
Bu artış, 50 yaştan itibaren belirginleşmekte, 60'lu, 70'li ve 80'li yaşlarda iyice şiddetlenmektedir. Örneğin hastaneye yatırılanların %80 kadarı 65 yaş üstüdür ve bu grubun ölüm riski 65 yaş altı olanlara kıyasla 23 kat fazladır.[1] 80-85 yaş ve üzerindeki COVID-19 hastalarının çoğu ölümcül düzeyde hastalanmaktadır ve önemli bir bölümü ölmektedir; çünkü bu yaş grubunda, COVID-19'un şiddetini artıran diyabet ve kalp hastalıkları gibi altta yatan hastalıkların bulunma ihtimali daha yüksektir ve yaş ile birlikte savunma sistemi etkinliği giderek azalmaktadır.[2][3] Bu etki, aşılanmayla birlikte dikkate değer miktarda azalmaktadır.[4]
Geliştirilen tedaviler, alınan önlemler, aşılanma oranları ve sağlık hizmetlerine erişim gibi faktörlere bağlı olarak, farklı yaş gruplarının salgından nasıl etkilendiği pandemi süresince değişmiştir. Ayrıca bu konuyu inceleyerek araştırmanın kullandığı veri kaynaklarına bağlı olarak da sonuç değişebilmektedir.
19 Temmuz 2021 itibariyle farklı yaş gruplarının hastalığa yakalanma, hastaneye kaldırılma ve ölüm oranlarının, 18-29 yaş grubuna göre dağılımı aşağıdaki gibi belirlenmiştir:
Savunma sistemiyle ilgili biyolojik faktörler ile genel alışkanlıklar/davranışlar, COVID-19'un etkilerini doğrudan belirlemektedir.[1] COVID-19 nedeniyle ölen insanların büyük bir kısmında hipertansiyon, diyabet (diabetes mellitus) ve kardiyovasküler hastalıklar gibi altta yatan nedenler bulunmaktadır.[2] Mart 2020'de ABD'de hastanelik olan COVID-19 vakalarının %89'unun altta yatan en az 1 sebebi bulunmaktaydı.[3]
İtalya'da salgın başlangıcında elde edilen verilere göre, COVID-19 ölümlerinden sağlık verileri erişilebilir olan %8.8'lik kısmının %96.1'inde en az 1 adet (ortalamada 3.4 adet) altta yatan sebep bulunmaktaydı.[4] Bu rapora göre en yaygın komorbiditeler arasında %66 ile hipertansiyon, %29.8 ile diyabet, %27.6 ile iskemik kalp hastalığı, %23.1 ile atriyal fibrilasyon, %20.2 ile kronik böbrek yetmezliği gelmekteydi.
CDC tarafından belirlenen en yaygın komorbiditeler ağır astım, halihazırda var olan kronik obstrüktif akciğer hastalığı, pulmoner fibroz ve kistik fibrozdur. Daha küçük deney gruplarıyla yapılan meta-analizlere göre sigara tüketimi de daha kötü sonuçlara neden olmaktadır.[5] Benzer şekilde, hâlihazırda solunum hastalıklarıyla boğuşan birinin COVID-19 ile enfekte olması sonucu semptomları daha ağır seyretmektedir. Ek olarak, opioid ve metamfetamin kullananlarda da COVID-19 daha şiddetli geçmektedir; çünkü bu ilaçlar akciğerlere zarar verebilmektedir.[6]
Verem (tüberküloz) da yaygın bir komorbiditedir ve ağır hastalık ile ölüm riskini dikkate değer miktarda arttırmaktadır. Verem ile COVID-19 akciğeri aynı anda etkileyebilmektedir. Pandemi nedeniyle 2025 yılına kadar 6.3 milyon ek tüberküloz vakası ve 1.4 milyon ek tüberküloz ölümü beklenmektedir.[7]
Gebeliğin COVID-19 seyrini nasıl değiştirdiği tam olarak bilinmemektedir. Gebelik sırasında genetik yükün bir kısmı yavruyla paylaşıldığı için gebelik boyunca savunma sistemi tepkisi değişebilmektedir.[1] Gebelik, solunum ve pıhtılaşma biyokimyasını da etkileyerek gebeleri COVID-19 için bir risk grubu hâline getirmektedir. Her ne kadar ilk gebeliğin ilk 12 haftasındaki etkilere yönelik anlamlı bir veri bulunmasa da gebeliğin genelinde fetal gelişimde aksama, erken doğum, doğum öncesi ölüm gibi riskleri artırabildiği düşünülmektedir. Bu nedenle gebelerde aşılanma ekstra önemlidir.
Ancak SARS ve MERS salgınlarında ileri düzey hastalarda ve bu virüslerle ilişkili diğer hastalıklarda ölü doğumlar, anne ölümleri, spontane kürtaj görülmüştü. The Lancet dergisinde 12 Şubat 2020'de yayımlanan bir makalede, gebeliklerinin 3. trimesterinde hastalığa yakalanan 9 annenin hiçbirinde (ve bebeklerin de hiçbirinde) sağlık sorunu bulunmadığı ilan edildi.[2]
Hayır, COVID-19'un kesin, spesifik ve etkili bir tedavisi bulunmamaktadır.[1] Yalnızca Merck tarafından üretilen molnupiravir İngiltere'de resmen onaylanmıştır ve ABD'de de FDA'den onay alması beklenmektedir. Ek olarak Pfizer tarafından üretilen Paxlovid isimli bir ilaç FDA onayı almak için başvuru sırasındadır. Bunlar haricinde de her ülke, kendi kaynakları ve imkanları dahilinde en uygun tedaviyi sağlamaya çalışmaktadır.
COVID-19 hastalarının büyük çoğunluğu semptomatik tedavi görmektedir; yani hastalığın sebep olduğu yıkıcı semptomları hafifletecek müdahalelerde bulunulmakta, savunma sisteminin hastalığı yenmesine yardımcı olmaya çalışılmaktadır. Buna bağlı olarak sıvı terapisi ve oksijen desteği uygulanmaktadır ve hasar gören organları tedavi edecek ilaçlar verilmektedir.[2][3][4][5]
Birçok COVID-19 vakası hafif atlatıldığı için, bu kişilere parasetamol ve steroid içermeyen antienflamatuar ilaçlar verilerek ateş, vücut ağrıları ve öksürük gibi semptomlar azaltılmaktadır ve çoğu durumda dinlenme ve burun spreyi kullanımıyla tedavi sürecinin rahat geçmesi hedeflenmektedir.[6][7] Bu süreçte kişisel hijyen ve sağlıklı beslenmeye önem verilerek tedavi süreci hızlandırılabilmektedir.[8]
Daha ağır vakalarda, özellikle de düşük oksijen seviyelerinin görülmesi hâlinde glukokortikoid deksametazon kullanımı önemle tavsiye edilmektedir; çünkü bu ilaçlar, ölüm riskini dikkate değer miktarda azaltmaktadır.[9] Buna ek olarak invazif olmayan ventilasyon ve daha ağır vakalarda yoğun bakımda mekanik ventilasyon uygulanabilir.[10] Ekstrakorporeal zar oksijenlenmesi (ECMO) yöntemi de solunum yetmezliği tedavisinde sınanmaktadır; ancak etkinliği tartışmalıdır.[11][12]
Genel olarak viral hastalıklar iki şekilde tedavi edilebilmektedir: Virüslerin üremekte kullandığı proteinlerine engel olan moleküller kullanmak veya antijenler kullanarak virüsleri yok etmek. Bu yöntemlerden ilki, eğer çalışırsa, tedavi açısından çok etkili olsa da, ne yazık ki bu amaçla üretilmeye çalışılan ilaçların %99'u başarısız olmaktadır. Bu nedenle araştırmalar, antijen üretimine odaklanmaktadırlar. Sağlıklı bir insanın doğal yollarla antijen üretmesi 2 haftayı bulabilmektedir. Bu süreçte antijen içeren ilaçlarla tedaviler, savunma sistemine süre tanıyor ve kişilerin iyileşmesini sağlayabilmektedir.
Mayıs 2021 itibariyle T.C. Sağlık Bakanlığı, favipiravir isimli bir antiviral ilaç ile 5 gün boyunca 200 miligram tabletler halinde tedavi uygulamaktadır (2x1600 mg yükleme, 2x 600 mg idame). Bununla ilgili şartlar aşağıdaki gibi belirlenmiştir:[1]
COVID-19'un genel geçer olarak kabul edilen bir tedavisi veya ilacı yoktur. Favipiravir, Japonya'da influenza için kullanılan bir antiviral ilaçtır.[2][3][4] Ekim 2020 itibariyle COVID-19 tedavisindeki etkinliği 30 ayrı klinik deneyle test edilmektedir. Şu anda bu ilacın hastalığın tedavisi için güvenli veya uygun olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir; ancak diğer ilaçlara nazaran COVID-19 tedavisine fayda sağlama ihtimali kısmen yüksek görülmektedir.[5] 23 Temmuz 2021 itibariyle Çin, İtalya, Rusya, Hindistan ve Türkiye'de bu ilaç kullanılmış ve/veya kullanılmaktadır. Buna karşılık, favipiravir'in de COVID-19 tedavisinde herhangi bir anlamlı işlevi olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur.[6]
Kimi zaman yeni tedavi fikirleri gerçekten işe yarayabilmektedir, kimi zaman bu fikirlerin işlevsiz ve hatta zararlı olduğu sonradan öğrenilebilir. Bunu bilmenin en iyi yolu, COVID-19 tedavisine yönelik olarak yapılan randomize kontrollü klinik deneylerdir. Bu konuda devam eden deneyleri buradan görebilirsiniz.
Hafif hastalık tablosuyla başvuran hastaların bu dönemde hastanede yatırılarak takibi gerekmeyebilir ve hastalar evde izlem önerilerine göre takip edilebilir. Hastanede veya evde izlem gereksinimine vaka özelinde takip eden hekim tarafından karar verilir.
Evde veya hastaneye yatırılarak izlem kararı verilirken hastanın klinik tablosu, destek tedavisi gereksinimi, ağır hastalık tablosu gelişimi için risk faktörlerinin varlığı, hastanın kendini evde izole edip edemeyeceği, hastanın ve yakınlarının işbirliğine uyup uyamayacağı göz önünde bulundurulmalıdır.
Ağır hastalık gelişme riskinin, hastalığın ikinci haftasında daha yüksek olduğu bilinmeli, ev takibine alınan hastalara, nefes darlığı gelişmesi, ateşin düşmemesi gibi durumlarda mutlaka hastaneye başvurması gerektiği bildirilmelidir. Ev hasta takibiyle izlenecek hastalar “Evde Hasta İzlemi” algoritmasına uygun olarak belirlenmesi önerilir. Benzer şekilde evde takibe alınmış ve ≥65 yaş olanlar, bağışıklığı baskılanmışlar (HIV’le enfekte, transplantasyon yapılmış olanlar, sistemik kortikosteroidler dahil immunosupresif ilaç kullananlar), kanser, KOAH, kardiyovasküler hastalık, hipertansiyon, DM gibi komorbiditesi olanlar, obezler, sigara içicisi ve gebe olanlarda da ağır hastalık gelişme riski daha yüksektir; bu hastaların da evde takipleri daha yakından yapılmalı ve nefes darlığı gelişmesi, ateşin düşmemesi gibi durumlarda mutlaka hastaneye başvurması gerektiği bildirilmelidir.
Aşağıda belirtilmiş ve hastalığın ağır seyrettiğini gösteren ölçütleri bulunan hastaların hastaneye yatırılarak izlenmesi önerilir:
COVID-19 ve influenza ko-enfeksiyonunun nadiren görüldüğü bildirilmektedir. Bu nedenle COVID-19 olgularında sadece influenza tanısının doğrulanması halinde tedaviye oseltamivir eklenmelidir. Bununla birlikte favipravirin influenzaya karşı da etkili olması nedeniyle favipiravir alan hastalara oseltamivir eklenmesi gerekmez. Oseltamivirin COVID-19 tedavisinde yeri yoktur.
COVID-19’da bakteriyel koenfeksiyon sıklığı oldukça düşük olup yapılmış çalışmalarda olguların sadece %3.5 kadarında koenfeksiyon olduğu ve COVID-19 hastalarında ampirik antimikrobik eklenmesinin klinik sonuçlara olumlu etkisinin olmadığı gösterilmiştir. Bu nedenle klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulguları COVID-19 pnömonisiyle uyumlu olan hastalarda ampirik antibiyotik kullanımı önerilmez. Bu hastalarda CRP değerlerinin, makrofaj aktivayon sendromu gelişme sürecinde daha fazla olmak üzere yükselebileceği bilinmeli, tek başına yüksek CRP seviyelerinin varlığı antibiyotik başlanması için bir gerekçe oluşturmamalıdır.
Hastalığın ilerleyen dönemlerinde prokalsitonin seviyelerinde CRP artışına eşlik eden hafif düzeyde yükselmelerin olabileceği de akılda tutulmalıdır. Sadece bakteriyel enfeksiyon düşündürecek klinik bulguları, görüntüleme (lober pnömoni vb) veya mikrobiyolojik inceleme sonuçları (balgam Gram boyaması, kültür sonucu vb), özellikle enfeksiyonun ilk haftalarında olmak üzere prokalsitonin değeri de anlamlı yüksek olan veya sepsis bulguları bulunan hastalarda ampirik antimikrobik eklenmesi düşünülebilir. Ampirik antimikrobik başlanmasına karar verilen hastalarda kullanılacak antibiyotiğin seçimi hastanın klinik durumuna (toplum kökenli pnömoni, sağlık bakımı ilişkili pnömoni, sepsis durumu, komorbiditeler, immünsüpresyon, son 3 ayda sağlık bakımı için başvuru, önceden antibiyotik kullanımı) lokal epidemiyolojik verilere ve tedavi rehberlerine göre yapılır. Antibiyotik tedavisi verilecekse, atipik pnömoniyi de içerecek şekilde (betalaktam antibiyotik+makrolid veya solunum kinolonu) planlanmalıdır. Antibiyotikler, herhangi bir şekilde bakteriyel enfeksiyon bulgusu olmayan hastalarda, gereksiz yan etkilere yol açarak klinik seyri de kötü etkileyebileceğinden kesinlikle başlanmamalıdır.
SARS-CoV-2’nin 2020 yılının başlarında tanımlanmasına rağmen COVID-19 için güvenilirliği ve etkinliği kesin olarak kanıtlanmış bir antiviral tedavi henüz bulunmamaktadır.
Viral enfeksiyonların genelinde olduğu gibi, SARS’tan ve influenzadan elde edilen veriler, antiviral tedavinin erken başlanmasının daha yararlı olduğunu düşündürdüğü için de antiviral ilaçların mümkün olduğunca erken başlanması önerilmiştir. COVID-19 hastalarında olası tedavi seçeneklerinin kombine kullanımı, hasta özelinde ve var olan ilgili literatürün tümü değerlendirilerek düşünülmeli, kullanılan ilaçların etkileşimleri ve istenmeyen etkileri konusunda tedbirli olunmalıdır.
COVID-19 salgınının başlangıcında, ülkemizde ve başta Avrupa ve ABD olmak üzere diğer ülkelerde bu hastalığa karşı antiviral olarak, insanlarda daha önce başka hastalıkların tedavisi için ruhsatlandırılmış, bu endikasyonlarda yaygın bir şekilde kullanılmış, güvenli olduğu gösterilmiş ve in vitro olarak SARS-CoV’ye etkili olduğu belirlenmiş hidroksiklorokin, favipiravir, remdesivir, lopinavir-ritonavir gibi ilaçlar yeniden konumlandırılarak önerilmiş ve kullanılmış olup, halen pek çok ülkede bu ajanların farklı kombinasyonlarının kullanımına devam edilmektedir. İlerleyen süreçte bu ajanların yaygın kullanımıyla klinik sonuçlarının daha yaygın bir şekilde ortaya çıkması ve COVID-19’daki etkinliğini değerlendiren randomize kontrollü klinik çalışmaların yayımlanmasıyla tedavi önerileri gözden geçirilerek güncellenmiştir. Ancak COVID-19’a karşı etkili anti-viral bulunması konusunda halen çok fazla sayıda klinik çalışma devam ettiğinden, bu çalışmaların sonuçları yakından izlenip, virüsün geçirdiği mutasyonlar ve bu mutasyonların klinik bulgulara yansıması da takip edilerek tedavi rehberinde gerektiğinde tekrar güncellemeler yapılabilecektir.
Salgının ilk dönemlerinde yapılmış çalışmalarda gebe olmanın ağır seyirli COVID-19 için fazladan risk yaratmadığı bildirilmiş olmakla birlikte, son dönemde yapılmış bazı çalışmalarda gebelerde enfeksiyonun daha ağır seyredebileceği görülmüştür. Gebelerde komplike olmayan COVID-19 enfeksiyonu için tedavisiz izlem seçeneği öncelikle düşünülmelidir. Olası tanı almış olan gebelerde risk faktörü varsa veya ağır seyir söz konusu ise tedavi verilmesi düşünülmelidir. Gebelerde etkinliği ve güvenilirliği kanıtlanmış bir tedavi seçeneği bulunmamaktadır. Favipiravir gebelerde ve emzirenlerde kullanılmamalıdır. COVID-19’lu gebelerde antiviral tedavi kararı, hastanın durumuna göre ilgili hekim tarafından hastayla birlikte alınmalıdır.
Hayır. Antibiyotikler, canlı (biyotik) varlık formları olan bakterilere karşı geliştirilen ilaçlardır. Koronavirüs (veya influenza) gibi virüsler, cansız (abiyotik) varlık formlarıdır. Virüslerin tedavisinde antiviral ilaçlar kullanılmaktadır ve bunlar, antibiyotiklerden farklı yapıdadır.
Buna rağmen hastanede size antiviral tedaviye ek olarak antibiyotik tedavi de uygulanabilir; fakat bunun amacı virüsleri öldürmek değil, virüs nedeniyle zayıflayan savunma sisteminizden faydalanan fırsatçı bakterilerden ötürü olarak görülen bakteri enfeksiyonlarına (koenfeksiyonlara) müdahale etmektir.
Cevaba GitIvermectin, onaylanmış bir COVID-19 ilacı değildir. Böyle olsaydı bile, bireyler tarafından, hekim kontrolü/önerisi olmaksızın kullanılmaması tavsiye edilirdi. Ayrıca hiçbir ilaç, SARS-CoV-2 gibi bir virüsü "önleme" amacıyla önden kullanılamaz; ancak hastalığa yakalandıktan sonra semptomları gidermek için, hekim onayıyla, sonradan kullanılabilir.
Ivermectin, bir parazitik solucan öldürücüdür ve genellikle atlar gibi büyükbaş hayvanların tedavisinde kullanılır. Kısıtlı dozlarda insanlar için de parazitik solucanları öldürmek amacıyla ve bazen de kafa bitlerini veya rosacea gibi akneleri tedavi etmekte krem olarak kullanılabilmektedir.[1]
Ivermectin de Türkiye'de kullanılan favipiravir, birçok ülkede kullanılan remdesivir veya lopinavir/ritonavir gibi çok sayıda ilaç denemesinden birisidir (bu 3'ü antiviraldir). Öte yandan salgın süresince bir ara özellikle aşı karşıtları tarafından popülerize edilip işlevsizliğinin ispatlanması sonrası unutulup giden hidroksiklorokin gibi, Ivermectin de bir antiparazitik olarak aşı karşıtları tarafından popülerize edilmektedir. Bu, toplum sağlığı için tehlikelidir.
Şu anda Ivermectin'in COVID-19 tedavisi için kullanılabileceğini gösteren güçlü kanıtlar yoktur; fakat diğer potansiyel ilaç adayları gibi belli senaryolarda, kısıtlı durumlarda işlevsel olabileceğini düşündüren izlere rastlanmıştır.[2] Ayrıca maymun böbrek hücrelerinde bir deney yapılmış ve 2.2-2.8 μM düzeyinde kullanılması halinde SARS-CoV-2 virüsünün çoğalmasını durdurabildiği gösterilmiştir.[3][4] Ancak ilacın hastalığa fayda sağladığı doz, insanlar için güvenli olan dozun çok ama çok ötesindedir.[5][6] Yani eğer ki bu ilacı faydalı olacağı dozda kullanmaya kalkacak olursanız, toksisite (zehirlenme) nedeniyle importin α/β1 çekirdek transport proteinleriniz baskılanır, hücreleriniz işlevini sürdüremez ve hastanelik olup, ölme riskiyle yüzleşirsiniz.[5][7][8]
Buradan da anlayacağımız üzere, bir ilacın sadece çalışması yetmez. Aynı zaman biyouyumlu olmalı, yan etkileri faydalarından az olmalı (örneğin aşılarda olduğu gibi) ve çalıştığı iddia edilen doz, insanlar için uygun olmalıdır. Örneğin dozu tutturabilmek için atlar için üretilen ilaçları kullananlarda çok sayıda doz aşımı yaşanmış, hastanelik olan kişilerin bir kısmı hayatını kaybetmiştir.[1]
Bir ilacın belli faydalarını göstermek zor değildir. Zira bu, sadece Ivermectin'e özel bir durum değildir ve her ilaçta benzer pozitif bulgular görmek mümkündür. Önemli olan, tutarlı bir şekilde hastalığı tedavi edebildiğini göstermek, geniş ve farklı demografilerden kişileri içeren gruplarda etkinliği gösterebilmek ve bunun üzerine akademik sonuçların gözden geçirilmesi sonucu ilaç denetim kurullarından onay alabilmektir. Bu, şu anda birçok diğer ilaç için yapıldığı gibi, Ivermectin için de yapılmaktadır.[9][10]
Ayrıca bir diğer önemli olan detay, söz konusu pozitif bulguları ilan eden makalelerin metodolojik olarak sağlam olmasıdır. Akademik derinliği ve arka planı olmayan kişilerin bunu tespit etmesi mümkün değildir veya çok zordur. Bunların metodolog olarak bilinen akademik araştırma uzmanları tarafından veya alandaki diğer uzmanlar tarafından yapılan meta-analizler (sahayı tarayan üst düzey incelemeler) ile belirlenmesi gerekmektedir. Bu nedenle her pozitif bulgunun tespit edildiği ilacın alanda saygınlığı, uzmanlığı ve/veya yetkinliği olmayan kişiler tarafından, adeta bir futbol takımı tutarcasına yerlere göklere sığdırılamaması büyük bir sağlık problemidir. Ivermectin araştırmalarında çok ciddi ve birçok durumda kabul edilemez düzeyde olan metodolojik hatalar mevcuttur.[11][12][13]
Ayrıca genel olarak hastaların kendi ilaçlarını belirlemesi problemli bir yaklaşımdır. Tıp, karmaşık ve derin bir bilim sahasıdır; dolayısıyla tüm bilgilere aşina olmaksızın, birdenbire doktor kesilerek ilaç tavsiyesinde bulunmak (yani bir nevi reçete yazmak) faydadan çok zarar verecektir. Ayrıca ilaç üretimini aceleye getirmek ve denetimi kısmak, Thalidomide gibi facialarla sonuçlanabilir - ki bilim camiası buna geçit vermemek için had safhada önlem almaktadır.
Tüm bunlar ışığında rahatlıkla söylenebilir ki Ivermectin, henüz geçerli bir COVID-19 ilacı değildir, hiçbir saygın meslek örgütü veya kurul tarafından onaylanmış değildir; dolayısıyla hiçbir şekilde kullanımı teşvik edilmemelidir. Verilerin aksini göstermesi ve onaylanması hâlinde zaten yaygın kullanıma girecektir.
Hiçbir koruyucu önlemin alınmadığı durumlarda, her bir enfeksiyon ortalamada test yoluyla tespit edilen vakaların %2-3 arası ölmektedir (buna "vaka ölüm oranı" denir).
Enfekte olan tüm hastalar test yoluyla teşhis edilemediği, asemptomatik olarak hastalığı atlattıkları ve/veya hafif semptomlar gösterdikleri için hastaneye uğrayıp kayıt altına alınmadıkları için "enfeksiyon ölüm oranı" isimli bir diğer metrik, "vaka ölüm oranı"ndan her zaman daha küçüktür ve COVID-19 için enfekte olan bütün insanların %0.7 civarı ölmektedir. Vaka ölüm oranı ve enfeksiyon ölüm oranı hakkında daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Enfeksiyon ölüm oranları da yaşa bağlı olarak değişebilmektedir. Yaşa bağlı olarak enfeksiyon ölüm oranları şu şekilde belirlenmiştir:
Bu dağılım, yazının ilerleyen kısımlarında göreceğimiz gibi yaşın ölüm riskine etkisini net bir şekilde göstermektedir. Ancak bu dağılıma bakarak, gençlerin risk altında olmadığını düşünmek hatalıdır; çünkü örneğin orta yaşlı insanlarda COVID-19 ölüm riski, trafik kazasında ölme riskinden 100 kat kadar, mevsimlik gripten ise kat kat yüksektir.
19 Temmuz 2021 itibariyle farklı yaş gruplarının hastalığa yakalanma, hastaneye kaldırılma ve ölüm oranlarının, 18-29 yaş grubuna göre dağılımı aşağıdaki gibi belirlenmiştir:[1]
COVID-19 nedeniyle ölenlerin otopsilerinde yaygın olarak görülen patolojileri şöyle sıralamak mümkündür:[1][2][3][4][5][6]
Dünya Sağlık Örgütü, SARS-CoV-2 (COVID-19) nedeniyle olan ölümler laboratuvar testiyle doğrulandıysa U07.1, klinik veya epidemiyolojik yollarla doğrulandıysa U07.2 koduyla bildirilmesini talep etmektedir.
Cevaba GitCOVID-19 aşılarının çalışma prensibi, özünde herhangi bir diğer aşınınkinden farklı değildir. Hepsinde olan şudur:[1]
Bağışıklık sisteminin size koruma vermek için yeni hedefe cevap oluşturması iki hafta sürer.[2] Aşıların enfeksiyon esnasında değil enfeksiyondan önce yapılmasının sebebi budur.
Bir virüs için aşı olduğunuzda, aşı genelde ya virüs proteinlerinin küçük bir kısmı ya da enfekte etme özelliği olmayan, zayıflatılmış bir COVID-19 virüsü içerir (ki bu virüsün adı SARS-CoV-2'dir). Bu sizin bağışıklık hücrelerinizin, molekül ya da virüsün şeklini tanımasına olanak sağlar. Sonraki birkaç hafta içinde, bu bağışıklık hücreleri kendileri de antikor üretebilecek hale gelirler, böylece gelecekte virüsle bir daha karşılaştıklarında enfeksiyona karşı savunmaya hazır olacaktır. Aşının kendisi gerçekten tehlikeli virüsü içermediği için bu, sizin gerçekten hastalığa sebep olmadan bağışıklık sisteminizi eğitmenize olanak sağlar.[3]
Aşıların bağışıklık sisteminizle ilişkisini daha yakından tanımak isterseniz, bu yazımızı okuyabilirsiniz.
Hayır, COVID aşıları "canlı" değildir.[1] "Canlı aşılar" (İng: "Live, attenuated vaccines"), hastalığın kendisine bir bütün olarak sebep olmasa da, bazı hücreleri enfekte edebilen, zayıflatılmış virüsleri içerir. Bu zayıflatma işlemi, laboratuvar ortamında ve virüs veya bakterilerin tekrar tekrar kültürlenmesi yoluyla yapılır. Kızamık aşısı, bu tür bir aşıdır. Bu yolla üretilen aşıların insanlarda bağışıklık tepkisini sağlaması için, aşı verildikten sonra aşı içindeki etken maddelerin kendi kendini kopyalaması gerekir. Bu aşılara verilen bağışıklık tepkisi, hastalığın kendisine verilen ile büyük oranda aynıdır; ancak patojen zayıflatılmış olduğu için ölümcül tehlikeleri büyük oranda ortadan kaldırılmıştır. Canlı aşılar, teoride orijinal hastalık patojenine dönüşebilirler. Bu, tarihte 1 kez, çocuk felci aşısında yaşanmıştır. Şu anda kullanımda olan hiçbir COVID-19 aşısı canlı aşı değildir.
Canlı aşılar, "inaktif aşılar" ile karıştırılmamalıdır. Örneğin Sinovac aşısı "inaktif aşı"dır. İnaktif aşılar, canlı değildir ve kendi kendini kopyalayamaz. Dolayısıyla hastalığın kendisine neden olamazlar. Dolayısıyla inaktif aşıların sebep olduğu bağışıklık tepkisi, canlı aşılara göre çok daha zayıftır. Bu nedenle inaktif aşılarda "booster" aşıları daha sık görülür, çünkü bu aşının ürettiği bağışıklık tepkisi daha çabuk sönmektedir.
Viral vektör aşıları ise, insanlar için daha zararsız olduğu bilinen bir virüsün değiştirilmesi sonucu, aşılanmak istenen hastalığın patojeninin bir parçasını üreten virüsleri veya bakterileri içerir. Savunma sistemi, daha kolay baş edebildiği adenovirüs gibi bu virüsleri bir yandan kolayca yenerken, diğer yandan bu değiştirilmiş virüslerin ürettiği COVID-19 virüsü (SARS-CoV-2) parçalarını da tanımayı öğrenir. Böylece bağışıklık kazanılmış olur. AstraZeneca/Oxford aşısı bir viral vektör aşısıdır.
Her üç yöntem de, bir virüsün tamamını hiç içermeyen mRNA aşılarından oldukça farklıdır. mRNA aşıları, virüsün sadece belli bir proteininin belli bir kısmını kodlayan mRNA’yı içerir. Bu mRNA, bütün virüsün nasıl üretildiğini talimatlarını taşımaz, DNA’nızı değiştiremez ve viral protein yapmak için kullanıldıktan sonra kısa bir süre içinde parçalanır. mRNA aşıları da canlı aşılar kadar güçlü bir bağışıklık tepkisi veremez; ancak diğer aşılarda olanın aksine, zayıflatılmış veya inaktif bir patojen vermek yerine çok daha kolay üretilebilir, çok daha kolay adapte edilebilir ve bu sayede üretilen bağışıklık tepkisi çok daha etkili bir şekilde kontrol edilebilir. Pfizer ve Moderna gibi firmaların ürettiği COVID-19 aşıları, bu tür mRNA aşılarıdır.
Aşıların içerikleri üreticiden üreticiye değişebilmektedir. Aşağıda en önemli birkaç aşının içeriklerini bulabilirsiniz; ancak net olarak söylemek gerekiyor ki:
Bu, hangi aşıyı olduğunuza bağlı olarak değişebilir. mRNA aşıları, COVID-19 virüsünü içermemektedir ve bu yüzden de gerçek bir COVID-19 enfeksiyonuna sebep olamaz veya COVID-19 testinizin pozitif sonuç vermesine neden olamaz.
Öte yandan Sinovac tarafından üretilen CoronaVac aşısı zayıflatılmış COVID-19 virüslerini içeren bir aşıdır. Dünya genelinde daha yaygın olaraksa viral vektör aşıları, çeşitli protein altbirimlerini tanıtan aşılar ve mRNA aşıları kullanılmaktadır.
Cevaba GitGeleneksel aşılar genelde COVID-19’a sebep olan virüsün kılıfındaki bir çıkıntı gibi viral bir protein etrafında şekillendiriliyor. mRNA aşıları birazcık farklı, proteini direkt vermek yerine virüsün üretiminde kullanılabilecek küçük bir RNA parçası ekliyorlar. (Bu durumda COVID-19 virüsünün kılıfındaki bir çıkıntı)
Bu konuda pek çok yanlış anlaşılma var ve bunların başında gelen hata şu: mRNA aşıları bütün virüsü baştan yazmıyor, sadece bir kısmının üretimine olanak sağlıyorlar. Sonuç olarak enfeksiyöz (enfekte etmeye yatkın) değil ve çoğalamıyorlar.
RNA hücrenizde sonsuza kadar kalmaz, kodladığı proteinleri yapmak için kullanıldıktan sonra bozunmaya başlar. RNA aşısı olmak, genlerinizi değiştirmeyen, geçici bir olaydır (bir sonraki soruda buna daha detaylı bakacağız). Bazı insanlar RNA’nın "yeni hücreler kodladığını" duymuş olabilir, ama mRNA yeni hücreler kodlamaz, sadece protein kodlar ve o viral proteinin birkaç kopyası yapıldıktan sonra kaybolur. Bu mRNA'lar tarafından üretilen proteinler, hücrenin yapısına katılabilir ve hücreleri tamir etmekte kullanılabilir; bu, bir "hücre yapmak" ile aynı şey değildir çünkü bir hücrenin yapılabilmesi için yüz binlerce farklı mRNA molekülü gerekir, sadece 1 çeşit değil.
Yani baştan sona, mRNA aşıları şöyle çalışır:
Bu sürecin hiçbir noktasında mRNA aşısı DNA’nızı değiştirmez veya hastalığa sebep olan COVID-19 virüsünü sentezletmez.[1]
mRNA'nın ne olduğunu ve mRNA aşılarının neden devrimsel olduğunu merak ediyorsanız, buradaki yazımızı okuyabilirsiniz.
Pfizer ve Moderna tarafından üretilen mRNA aşıları sayesinde vücudunuzda üretilen protein (SARS-CoV-2 virüsünün mızrak proteini) birebir aynı, bu doğru. Ancak bir mRNA'nın proteine dönüşmesinde önemli olan tek şey "ana sekans" (yani üretilecek proteinin genetik dizisi) değil.
Bu sekansın etrafını saran, translasyon sürecini (yani mRNA'nın proteine dönüşme sürecini) başlatıcı ve bitici kodlar ve bunların nasıl optimize edildiğiyle ilgili belirgin farklar var - ki aşı verimliliğini etkileyen ana faktörlerden biri bu optimizasyon stratejisi. Ne yazık ki "evrensel olarak doğru ve başarılı" olan bir strateji yok, dolayısıyla her üretici farklı yaklaşımlar sergileyip, en iyi yöntemi bulmaya çalışıyor. Çünkü bu süreç ne kadar optimize olursa, hücrelere ulaştırılması gereken mRNA miktarı o kadar az, dozaj da o kadar düşük olabiliyor. Bu da hem ekonomik hem de daha etkili.[1]
Örneğin aşı biyokimyasında (ve genel olarak genetikte) translasyon başlatma olayı, translasyonun tamamının (ve dolayısıyla aşı etkinliğinin) en önde gelen kısıtlayıcı unsurlarından biri. Bu kısıtlanmanın düzeyini belirleyen şeyse, mRNA'nın 5'-UTR (yani 5' ucundaki translasyona uğramamış bölge) adı verilen "lider RNA" bölgesinin, proteini üretecek olan ribozomu mRNA'ya ne kadar hızlı bir şekilde bağlayabildiği.[2]
Eğer bu kısmı optimize etmeyi becerebilirseniz, bu defa "tranlasyon uzaması" (İng: "translation elongation") olayı, yani üretilen proteinin/polipeptit zincirinin 1 aminoasit artığı boyunca uzaması olayı kısıtlayıcı hâle geliyor, dolayısıyla onu optimize etmek önem kazanıyor.[3][4][5]
Bu optimizasyon sürecini etkileyen en önemli faktörlerden biri de, süreç boyunca karşılaştığınız problemleri nasıl çözdüğünüz. Mesela memeli hücreleri modifiye edilmemiş yabancı RNA dizilerine saldırarak bunları parçalıyorlar.[6][7] Bunun üstesinden gelmek için bütün urasil (U) nükleotitleri, arkelerde de bulunan bir tRNA bileşeni olan N1-metilpsödoüridin (Ψ) nükleositi ile değiştiriliyor.[8] Sorun şu ki, Ψ nükleositi urasile göre çok daha hareketli ve bu nedenle bağlanması daha zor; ayrıca sadece adenin (A) ve guanin (G) ile değil, arada bir sitozin (C) ve urasil ile de bağ kurabiliyor.[9] Bu da kodonların yanlış okunmasıyla sonuçlanabiliyor, dolayısıyla aşı etkinliğini düşürebiliyor.
Burada tüm teknik detaylarına girmek çok yer kaplar, ama özetle bu tür detaylar aşılar arasındaki farkları belirliyor ve birebir aynı protein üretiliyor olmasına rağmen, aşılar arasındaki ufak tefek etkililik farklarını belirliyor.
Hayır, aşıların 2 aydan uzun dönem yan etkisi ya olamaz ya da olma ihtimali önemsenmeyecek kadar küçüktür.
Eğer attığınız kaynakta referans olarak verilen akademik makaleleri açıp okursanız, 2. kaynakta şöyle bir tablo göreceksiniz:[2]
Bu tablo, aşıyla ilişkili parçacıkların vücutta nerede, ne kadar ve ne süreyle kaldığını gösteriyor.
Bizim için gereken tek şey en sağdaki sütun: Yarılanma ömrü. Yani bir madde mesela 100 gram ile başlarsa, 50 grama kadar bozunması ne kadar sürüyor? 2 saat mi? O zaman 2 saat sonra 100 gram 50 grama düşecek, 2 saat daha sonra 50 gram 25 grama düşecek, 2 saat daha sonra 25 gram 12.5 grama düşecek ve bir süre sonra tespit edilemeyecek düzeye ulaşacak. Örneğin testislerde ve rektumda (anüste) "NR" yazıyor, çünkü bir yarılanma ömrü belirleyemeyeceğimiz kadar az miktarda ulaşmış buralara.
Dikkat edebileceğiniz gibi en uzun yarılanma ömrü 28 saat ile lenf düğümlerindeki mRNA. Ki bu çok mantıklı, çünkü zaten buralarda üretilen antikorlar sayesinde vücudumuz virüsle savaşacak. Buradaki gibi bir hesaplayıcı kullanarak, 28 saatlik yarılanma ömrünün yaklaşık kaç saatlik toplam ömür anlamına geldiğini bulabilirsiniz.
Pfizer aşısında 30 miligram, Moderna aşısında 100 miligram mRNA var.[1] Yukarıdaki hesaplayıcımıza yarı ömrü 28 saat (0.4667 saat), dozu da 30 miligram girerseniz (ki doz fark etmiyor), sadece 2-3 gün içinde başlangıçtakinin %12.5'inin kaldığını görebilirsiniz. 7 gün içinde %1.5'e düşüyor ve sonra da tamamen yok oluyor.
Kaldı ki bu en yüksek yarılanma ömrüydü. Ortalama yarılanma ömrü 15 saat civarında, 28 saat değil. Buna göre hesaplayıcımızdaki yarılanma ömrünü değiştirdiğimizde sadece 90 saat içinde mRNA başlangıçtakinin %1.5'ine düşüyor. En hızlı bozunmanın yaşandığı kalp için bu süre sadece 21 saat, 1 gün bile değil!
Yok olan bir şey, nasıl bizi koruyacak? Korumayacak. Bizi koruyan şey mRNA değil. Onun taşıdığı bilgi sayesinde üretilen mızrak proteinlerine karşı savunma sistemimizin ürettiği antikorlar. Antikorlar, savunma sistemimizdeki hafıza hücrelerince hatırlandığı müddetçe koruma sağlıyoruz. Sonra da bu koruma giderek azalıyor.
Attığınız kaynakta da belirtildiği gibi, aşının ezici çoğunluğu aşı bölgesinde kalıyor (kolda). Dolayısıyla endişelenecek bir şey yok. Bu arada bu, kasa yapılan tüm aşılar için az çok böyledir. Yani birden, durup dururken mRNA aşıları için vücudun kalanına dağılan kısım araştırılmaya başlanmadı. Anormal bir durum yok yani, her aşıda olan bir şey bu.
Ayrıca unutmayın ki mRNA vücudunuzda neredeyse hiç dağılmıyor. Ama vücudunuza giren ve amacı ne yapıp edip çoğalmak olan bir virüs, her yere gidiyor ve buralarda çoklu organ iflasına neden olabilecek kadar hasar veriyor. Ayrıca mRNA aşısı içindeki her şey ve daha fazlası virüste de var. Yani virüsü aşıya seçmek için 1 tane bile neden yok.
Aşının %95 etkili olduğunu duymuşsunuzdur, ama bu sayı ne anlama geliyor? Bu sayıyı 2 şekilde anlayabilirsiniz (her ikisi de aynı anlama gelir):
Ama %95 etkili olmak, şu anlama gelmez: Aşılanan grubun %95'i hastalığa yakalanmayacak, %5'i hastalığa yakalanacak.
Bir geri adım atmak ve COVID-19 denemelerinin nasıl tasarlandığını tarif etmek muhtemelen yardımcı olacaktır. COVID-19 aşısı klinik denemeleri çift kör yöntemi ile yapıldı. Bu ne demek? İnsanlar denemelere katıldığında onlara rastgele COVID-19 aşısı ya da plasebodan (hiçbir etkisi olmayan tuzlu su) birinin yapılacağı söyleniyor. Buradaki numara, ne tedarikçinin ne de deneğin hangisini aldığını bilmemesi. Bu bilgi, deneylerin en sonunda açıklanıyor.
Bu tasarımın amacı, aşıyı alan insanların normalden farklı davranmamalarını garantilemek. Mesela aşıyı olduğunu bilen birisi arkadaşlarıyla buluşmak ya da kalabalık alanlara girme konusunda daha rahat davranabilir. Bu da aşıyı işe yaramıyor gibi gösterebilir.
Bu bilgiyi deneyde yer alan herkesten saklayarak aşının gerçek etkisini ve plaseboyu karşılaştırmak ve aşının ne kadar iyi işe yaradığını anlamak çok daha kolay oluyor. Eğer aşılanmış grupta çok daha az COVID-19 vakası varsa bunun anlamı muhtemelen aşının onları korumasıdır.
Örnek olarak, büyük bir faz 3 denemesi aşılamayı içerebilir, yaklaşık 15.000 kişiye gerçek aşı, başka yaklaşık 15.000 kişiye de plasebo karışımı yapılıp, zamanla hangi grupta daha çok COVID-19 teşhisi görüldüğü incelenebilir. Bu deneyde hastalara bilinçli olarak virüs verilmiyor, deneklerin günlük yaşamlarını inceliyorlar. Eğer iki grup arasında oransal olarak çok büyük bir fark varsa aşının hastalığı engellemeye büyük katkı sağladığını görüyorsunuz.
Burada örnek olarak gerçek verilere bakalım. Pfizer deneyleri için yakın zamanda bildirilen FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi) aşısı klinik veri paketinde, aşılanan grup (mavi) ve plasebo grubu (kırmızı) arasında zaman içindeki yaklaşık enfeksiyon oranlarını karşılaştırdılar (aşağıdaki tablo).[1]
Y ekseninde meydana gelen bir artış daha fazla COVID teşhisi var demek. X ekseni ise plasebo veya aşıdan sonra geçen gün sayısını gösteriyor. Bu tablodan iki şey anlaşılmalı:
Çünkü virüsün %1 öldürücülük ihtimali, virüsü kaptığınız anda %1 ihtimalle öleceğiniz anlamına geliyor; ancak aşının %95 koruyuculuğu, aşıyı olanların %95'i korunacak, %5'i hasta olacak anlamına gelmiyor. Tam tersine, sizi %1 ihtimalle öldürecek olan virüsü kapma ihtimalinizin %95 azalması anlamına geliyor. Dolayısıyla kaba bir istatistiki hesapla, aşı olmadığınızda ölme ihtimaliz %1 ise, aşı olduğunuzda bu ihtimal %0.05 olacaktır. Hatta birçok aşı ağır hastalık ve ölüm oranlarını %0'a kadar çektiği için, aşı olduğunuzda ölme veya ağır hastalık geçirme ihtimaliniz büyük oranda ortadan kalkacaktır.
İşte bu yüzden "Aşı %95 etkili!" cümlesinin ne kastettiğini anlamanız çok önemli. Görünüşte, sırf sayılara bakarsanız, bireysel risk faktörlerinizi düşünerek hesaplanan hayatta kalma şansınız %99 ise, "sadece" %95 etkili bir aşıyı yaptırmanızın istenmesi size garip gelebilir.
Fakat, bir aşının "%95 etkili" olması demek, aşıyı olmadan önceki hastalığı kapma ihtimalinizi %95 azaltıyor demek. Kesinlikle "Sizi %95 koruyor ve %5 ihtimalle COVID-19 virüsünün bulaşmasına izin veriyor." gibi bir anlama gelmiyor. Yani daha önce iyi olma şansınız %99'sa, aşıyı olduktan sonra bu oran %99,95'e fırlıyor. Bu, son derece iyi bir gelişme oranı.
Ayrıca unutmayın: %99, sadece hayatta kalma oranı. Akciğer yaralanması, beyin hasarı, kalp ve damar hasarı gibi hasarların oluşma oranında da %95 azalma olduğunu söylersek, aşıyı olmak size daha cazip gelebilir.[1]
Teorik olarak bir aşı %50 bile etkili olsa, yine de salgına müthiş katkılar sağlayacaktır, çünkü böyle bir aşı bile, o aşıyı olmadan önceki hastalık riskini yarıya düşürecektir. Daha ne istiyoruz?
Bu, aşıdan aşıya değişiyor. Birkaç örnek vermek gerekirse:
Eğer 2 doz gerektiren bir aşı olacaksanız, tam olarak önerilen aralıkta 2. dozu almanızı öneririz. Ama eğer sağlık sorunu veya başka bir zorunluluk olursa, 2. doz ilk dozdan 6 hafta sonrasına kadar alınabilir.
2. dozu, önerilen süreden daha erken olmanız kesinlikle önerilmemektedir.
Cevaba GitAşılanma sonrasında vücudunuzda özetle şunlar olur:
Aşının 1. dozunu olduğunuzda, bir savunma tepkisi tetiklersiniz ve T hafıza hücreleri, B hücreleri ve antikorlar üretilmeye başlar. Zaman geçtikçe bu hücreler kendilerinin daha fazla kopyasını üretirler ve antijeni (virüs proteinlerini) daha iyi tanımaya başlarlar. Bunu mümkün kılan sürece klonal genişleme ve afinite olgunlaşması adı verilir.
2. dozu olduğunuzda aynı savunma tepkisi tekrar tetiklenir. Bu sayede var olan hafıza hücrelerinin virüsü yeniden hatırlaması ve daha çok antikor üretmesi sağlanır. Bu, daha uzun ve daha güçlü bir savunma tepkisini mümkün kılar. Bu nedenle buna hatırlatıcı doz veya güçlendirici doz (İng: "booster shot") adı verilir.
İki doz arası sürenin iyi ayarlanması gerekir, çünkü çok erken olması hâlinde ikinci dozun ilk doza ek bir faydası olmaz (çünkü vücutta zaten maksimuma yakın düzeyde antikor vardır); çok geç olursa ilk dozun tüm etkisi kaybedilmiş olabilir. COVID-19 için 21 gün, Hepatit A için 6 ay gibi süreler, akademik çalışmaların sonuçlarına göre belirlenir.[1]
Özellikle de pandemi gibi zorlu dönemlerde iki doz arası sürenin mutlak olarak belirlenmesi zor olabilir; çünkü bilim insanlarının bu süre zarflarını geniş geniş deneyecek vakitleri yoktur. Deney süresi ile doz aralığını dengelemeleri gerekmektedir. Fakat iki doz arası sürenin 3 hafta ile 5 hafta arası olmasının veya 2 hafta ile 4 hafta arası olmasının farkı genellikle oldukça düşüktür ve aşılamada ana endişelerden biri değildir. Yeterince iyi bir aralık belirlendikten sonra, gerçek dünya vakalarından ve bir yandan süregelen deneylerden elde edilen ek verilerle bu aralık daha hassas bir şekilde ayarlanabilir. Ayrıca iki doz arası sürenin açılması, süregelen bir pandemide aşıların ölümleri azaltma hızını düşüreceği için, optimum-altı aralıklar da kabul edilebilir olmaktadır.
Fakat COVID-19 örneğinde, kısa sürede belirlenen 3 haftalık aralık oldukça istikrarlı bir şekilde başarıyı getirmiştir.
2 dozluk bir aşının 2. dozunun atlanması kesinlikle önerilmemektedir, çünkü bu, koruyuculuğu dikkate değer miktarda azaltacak ve bağışıklık tepksinin bir o kadar daha kısa süreli olmasına neden olacaktır. Bir aşının 2 doz alınması öneriliyorsa, bunun sebebi, ikinci dozun "güçlendirici" (İng: "booster") etkiye sahip olmasıdır. Örneğin Pfizer aşısı, her biri 0.3 mililitre olmak üzere, 3 hafta arayla iki dozda uygulanmaktadır.
Eğer 2 doz gerektiren bir aşı olacaksanız, tam olarak önerilen aralıkta 2. dozu almanızı öneririz. Ama eğer sağlık sorunu veya başka bir zorunluluk olursa, 2. doz ilk dozdan 6 hafta sonrasına kadar alınabilir.
2. dozu, önerilen süreden daha erken olmanız kesinlikle önerilmemektedir.
Cevaba GitBu cevabın girildiği sıralarda Sinovac/Pfizer kombinasyonu için yeterince akademik veri bulunmuyor; ancak tamamlanmış ve devam eden çalışmalardan gelen veriler, farklı aşı kombinasyonlarının savunma sistemi tepkisini güçlendirdiği yönünde güçlü bir izlenim veriyor.
Örneğin Oxford/AstraZeneca aşısı ile mRNA aşılarının karıştırılması sonucu, her iki aşının da tek başına uygulanmasından daha güçlü savunma tepkisi oluşturduğunu gösteren 3 ayrı çalışma yayınlandı.[1][2][3] Bunlar nihai sonuçlar olarak görülmemeli, ancak bu uygulamaların yapılmasının o kadar da dayanaksız veya bilim dışı olmadığını gösteriyor.[4] Halihazırda bir aşıyı tam doz olmuş kişilerin ikinci aşı türünün sadece 1 dozunu olması yeterli gözüküyor, ikinci bir dozun anlamlı bir ek etkiye neden olmadığı görülüyor.
Sinovac/Pfizer kombinasyonu üzerinde bir çalışma başladı ve teknik olarak Kasım 2022'ye kadar devam edecek (ama burada izah ettiğimiz gibi sonuçları çok daha erken alabiliriz). Çin'de de bu tür bir ikili aşılama düzenine geçilmesi çok olası görülüyor.[5]
Klinik deneylerin Faz 3 evresinde genel popülasyonda kullanıma geçiş için aranan kriter, ilan edilen bitiş tarihine ulaşmak değil, o tarihe kadar yeterli verinin toplanması, raporlanması ve sunulmasıdır. Şu anda onaylanmış ve yaygın olarak kullanılan aşılar, bu kullanımı destekleyecek verileri fazlasıyla sunmuştur.[13][14] Ayrıca bu aşılar, gerçek dünyada sıkı denetim altında kademeli olarak daha geniş bir risk grubuna uygulanarak, COVID-19'u önleme konusunda başarılarını ispatlamışlardır ve klinik deneylerin sonuçlarını doğrulamışlardır. Bunun sonucunda an itibariyle 12 yaş üstü herkese uygulanabilecek noktaya gelmişlerdir. Örneğin 12 yaş altına henüz uygulanmıyor olması, bu alanda yeterli verinin birikmesinin beklenmesindendir. Bu veriler toplandığında, eğer bir engel görülmezse, bu grup da aşılanmaya başlayacaktır.
Pandemi gibi acil kriz durumlarında sürecin "normalde olacaktan" daha hızlı işlemesi ve hızlandırılmış süreçlerde bazı fazların birbirine dahil edilmesi (Faz 1/2 veya Faz 3/4 gibi), kriz hâli devam ederken düzenleyici kurumlarla yapılan görüşmeler sonucu ek adımların atılması anormal değildir.[8] COVID-19 pandemisi sırasında sağlanan kolaylıklar ve ayrılan maddi kaynaklar nedeniyle birçok sürecin kriz durumları haricinde olandan çok daha hızlı yaşanmış olması normaldir.[5] Bu, aşıların güvenilirliğini anlamlı bir şekilde değiştirmemektedir. Sırf pandemi ile ilişkili bir kriz hâlinde olunduğu için herhangi bir güvenlik önleminden ödün verilmemektedir; sadece öncelikler tanınmaktadır. Alınan önlemlerin derinliği konusundaki detayları buradan okuyabilirsiniz.
Faz 3 deneylerinde belirlenen sürelerin "katı süreler" olmadığı hatırlanmalıdır, daha önceki aşı araştırmalarından yola çıkarak belirlenen tahmini sürelerdir. Eğer Faz 3 deneylerin bitiş tarihine kadar yeterli veri sunulmazsa, araştırma "terk edilmiş" (İng: "suspended") sayılır.[10]
Eğer bu süre zarfında ilaç veya aşının yeterli veriyi sağladığı düşünülürse, Faz 3'ün başlamasından sonraki 2. ay tamamlandığında Acil Kullanım Onayı (İng: "Emergency Use Authorization") başvurusu, 6 ay tamamlandığında "Tam Onay" olarak da bilinen Biyolojik Lisans Başvurusu (İng: "Biologics License Application") yapılabilir. Eğer araştırmayla ilişkili bir kriz hâli bulunmuyorsa veya yeterli veri elde edilemediyse, önceden belirlenen sürenin tamamlanması beklenebilir ve bu, yıllarca sürebilir. Bu sınırlara ve veri yeterliliğine karar veren ABD Gıda ve İlaç Kurumu ("FDA") gibi resmi düzenleyici kurumlardır. Dünya genelindeki birçok ülkenin tıbbi denetleme kurulları FDA'in detaylı raporları ve kendi değerlendirmeleri ışığında bu ilaç veya aşılara Acil Kullanım Onayı veya Lisans verebilirler.
Acil Kullanım Onayı, olağanüstü şartlar altında geliştirilen ilaçların hızlı bir şekilde risk gruplarına ulaştırılabilmesi için verilen bir onaydır. Zaten bu yüzden eğer ki risk grubunda değilseniz, aşılar uygulanmaya başladıysa da sizin aşıya erişmeniz haftalar ve hatta aylar sürmüş olabilir. Bu süreçte veriler toplanmaya ve raporlanmaya devam eder. Bunlar sonucunda üretilen aşılar, eğer ki yerleşik ilaç standartlarını sağlamaya devam ederse, lisanslama adı verilen bir süreçten geçerek, Acil Kullanım Onayı'ndan çıkarılırlar ve yaygın, rutin kullanıma geçerler. Eğer bu süreçte aşının ek güvenlik ve etkinlik bilgileri gelmeye devam etmezse veya biyogüvenlik ile ilgili endişeler baş gösterirse, aşının lisansı verilmeyeceği gibi, Acil Kullanım Onayı da iptal edilebilir.
Bu kararın alınabilmesi için, diğer fazlardan çok daha fazla sayıda deneği barındıran ve çok daha uzun süren Faz 3 Klinik Deneyleri, alt durak noktalarına ("ara değerlendirme sonuçları"na) bölünür. Bu duraklarda yapılan değerlendirmeler sonucunda aşının olağanüstü başarı sergilemesi hâlinde, Acil Kullanım Onayı altında aşılar genel popülasyona uygulanabilir; hatta Lisanslama ("tam onay") da Faz 3'ün resmî tamamlanma süresi dolmadan verilebilir. Benzer şekilde, anormal sonuçlar tespit edilmesi hâlinde Acil Kullanım Onayı da Lisans da iptal edilebilir.
Örneğin Pfizer-BioNTech aşısının Faz 3'ünün tahmini tamamlanma süresi 31 Ocak 2023 olarak verilmiştir.[1] Moderna için bu süre, 27 Ekim 2022'dir.[2] Bu süreler Nisan 2020'de, daha ilk faz deneyleri yapılırken belirlenmiştir; dolayısıyla fazlasıyla "tahmini"dir. Gerçekten de her iki aşı için de Faz 3 deneylerin ilk 2 ayında yeterli veri toplanabilmiş ve güvenilirlikleri soru işareti bırakmayacak biçimde gösterilebilmiştir. Bu nedenle bu aşılara (ve diğerlerine) Acil Kullanım Onayı verilmiştir. 2 aylık sürenin neye göre belirlendiğini, neden önemli olduğunu ve COVID-19 aşılarının uzun dönem yan etkilerini merak ediyorsanız, buradaki soru-cevabı okuyabilirsiniz.[3]
Bu cevabın yazıldığı sıralarda 6. ayın da çoktan tamamlanmış olmasından ötürü, bugüne kadar toplanan ek verilerle birlikte Lisans başvuruları da yapılmaktadır: Örneğin Pfizer/BioNTech, tam onay başvurusunu 7 Mayıs 2021'de yapmıştır, 16 Temmuz 2021'de "Öncelikli İnceleme" için onay verilmiştir ve 23 Ağustos 2021'de incelemeler tamamlanıp, Pfizer/BioNTech aşısı FDA tarafından tam onay alan ilk COVID-19 aşısı olmuştur; böylece bir mRNA aşısı ilk defa sıradan bir tıbbi ürün hâline gelmiştir.[11][12][16] Düzenleyici kurul, hâlihazırda takip ettiği aşı etkinliği sürecinde, firmalar tarafından sunulan ek veri ve raporları da inceleyerek lisanslama kararını alacaklardır.[15]
Burada bilinmesi gereken bir diğer detay, sponsorluk sorumluluğudur: Her klinik deneyin bir sponsoru vardır (örneğin BNT162b2 mRNA COVID-19 aşısının sponsoru BioNTech'tir). Faz 3 sırasında yeterli verinin toplanması sonucunda sponsor, çalışmayı erkenden tamamlamayı seçebilir ve sonuçları ilân eder. Bu makuldür; çünkü belli bir veri doygunluğuna ulaştıktan sonra klinik deneyi sürdürmenin finansal ve bilimsel bir değeri yoktur. İstatistiki olarak belirlenebilir bir noktadan sonra daha fazla verinin verdiği ek bir bilgi bulunmamaktadır.
Yani içinde bulunduğumuz süreç, Faz 3 klinik deneylerin doğasıyla ilgilidir. Faz 3 çoğu durumda "son evre" olarak görüldüğü için, bu evrenin içerisinde toplanan son veriler ışığında Acil Kullanım İzni veya Lisanslama kararına varılır. Kimi zaman bunlardan biri verildiğinde, "Faz 3'ün tamamlandığı" veya "Faz 4'e geçildiği" söylenebilir. Bu nedenle "Faz 3 bitti." diyen kaynaklar da bulmanız mümkündür; ancak teknik olarak Faz 3, ilgili kurumlara Faz 3 klinik deney ile ilgili tüm dosyalar sunulduktan sonra "tamamlanır".[9]
Kriz olmayan durumlarda bu tür kararlara gerek olmamaktadır; ancak bu defa da o nadir hastalıklarla yüzleşen kişiler daha büyük riske maruz bırakılmaktadır. Bir hastalığa çözüm olabilecek ilaç ve aşılar, yıllarca ve hatta onlarca yıl boyunca bekletilmektedir. Dolayısıyla kriz olmayan zamanlarda bu süreçlerin daha yavaş işliyor olması aslında "iyi" veya "faydalı" olmak zorunda değildir; bu gecikmelerin büyük bir kısmı, bürokratik aksaklıkları yansıtmaktadır. Her ilaca, aşıya ve hastalığa aynı değer verilmediği ve aynı miktarda kaynak ayrılmadığı için, arada farklılıklar oluşabilmektedir. Ayrıca mRNA aşı platformlarının geleneksel aşılara göre çok daha hızlı üretilebiliyor ve test edilebiliyor olması da farkı pekiştirmektedir.
Son olarak, bunu daha iyi anlamak için grip aşıları da düşünülebilir: Grip aşıları, sezonluk olarak üretilir; dolayısıyla hiçbir zaman yıllarca Faz 3 deneyleri sürdürülemez. Bunun için "koruyuculuk ilintisi" (İng: "correlate of protection") adı verilen bir parametre belirlenir ve aşılar bu parametreyi sağladığı sürece onay verilir: Grip aşısı için bu ilinti, hemagglutinin inhibisyonu antikor titresinin 1:40 olmasıdır.[6] Hemophilus influenza tip b konjugat aşıları için bu, anti-poliribosilribitol fosfat antikor değerlerinin mililitre başına en az 0.15 µg olduğunun gösterilmesidir.[7]
Tüm bu nedenlerle, pandemi gibi kriz dönemlerinde Acil Kullanım Onayı prosedürü çerçevesinde, Faz 3 deneyleri devam eden aşılar arasında, on binlerce kişiye uygulanıp da en az 2 aylık ara değerlendirme sonuçları görülmüş olan aşı adaylarının öncelikle risk gruplarına uygulanmasına izin verilmektedir. Bu sırada deneylere devam edilmekte, risk gruplarındaki etkiler de yakından takip edilmektedir. Bu süreçte yüz binlerce insana ulaşan aşının, Klinik-Öncesi Deneyler, Faz 1/2 Deneyleri ve Faz 3'ün ilk 2 ayıyla çelişen bir sonuç oluşmaması hâlinde, öncelikle risk grupları genişletilebilir, sonrasında burada da bir anormallik görülmemesi hâlinde genel popülasyona uygulanabilir.[4] COVID-19 aşılarında takip edilen prosedür de bu olmuştur.
COVID-19 aşısı öncesinde imzaladığınız belge, yan etkisi olabilecek her türlü tıbbi prosedürde alınması zorunlu olan "aydınlatılmış onam/rıza formu"dur; anormal bir durum içermemektedir. Örneğin salgın öncesinde grip aşıları için alınan onay formunun bir örneğini buradan görebilirsiniz. Bu formlar, bir bilgi metni ile birlikte verilir. Örneğin kuduz aşısı için olan formu ve bilgilendirme metnini buradan görebilirsiniz.[1] Kimi ülkede bu bilgilendirme ve onay daha açık yapılır, kiminde daha üstü örtülü şekilde; ancak her türlü, hastadan onay alınmak zorundadır.[4] Eğer bu onay alınmıyorsa, hatalı bir süreç işletiliyor demektir. Ezcaneden alacağınız medikal ürünler (örneğin ağrı kesiciler) için bu onay, okumanızın zorunlu olduğu prospektüstür.
Eğer bir ilacın, aşının veya tıbbi prosedürün (örneğin bir ameliyatın) bilinen hiçbir riski olmasaydı -ki böyle bir şey mümkün değil-, belki o zaman onaya gerek olmayabileceği tartışılabilirdi. Ancak herhangi bir yan etki riski olduğu ve bilindiği anda (bu risk, COVID-19 aşılarında olduğu gibi, o prosedürü olmazsanız yüzleşeceğiniz sorunlardan çok daha düşük olsa bile), o prosedürün uygulanacağı kişiye bu riskler hakkında bilgi vermek ve bu riskleri anladıklarını belirten onayın alınması gerekmektedir. Çünkü onay/ret verebilecek durumda olan hiç kimseye rızası haricinde tıbbi müdahalede bulunulamaz:[2]
"Sağlık alanında herhangi bir müdahale, ilgili kişinin bu müdahaleye özgürce ve bilgilendirilmiş bir şekilde muvafakat etmesinden sonra yapılabilir. Bu kişiye, önceden, müdahalenin amacı ve niteliği ile sonuçları ve tehlikeleri hakkında uygun bilgiler verilecektir. İlgili kişi, muvafakatini her zaman, serbestçe geri alabilir." (İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi, Madde 5)
"Acil bir durum nedeniyle uygun muvafakatın alınamaması halinde, ilgili bireyin sağlığı için tıbbî bakımdan gerekli olan herhangi bir müdahale derhal yapılabilir." (İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi, Madde 8)
COVID-19 aşıları için imzalanan formların bir örneğini İstanbul Aile Hekimleri Derneği'nin sitesinde bulabilirsiniz.[3] Ayrıca Pfizer/BioNTech için buradan, Sinovac için buradan güncel onam formlarını görebilirsiniz.[6] Bu formların hiçbirinde anormal veya halka açık şekilde bilinmeyen hiçbir bilgiye yer verilmemektedir. Faz-3 deneylerinin tamamlanmamış olmasıyla ilgili olarak verilen bilginin ne anlama geldiğini buradaki cevabımızdan okuyabilirsiniz.
Pandemi gibi kriz hâllerinde firmaların kendilerini ekstra güven altına alma çabası şaşırtıcı değildir (her ne kadar kabul edilirliği tartışmalı olsa da). Bu güvenceler, genellikle ülkeler ile firmalar arasında yapılan anlaşmalar çerçevesinde belirlenmektedir; dolayısıyla bu güvenceler ülkeden ülkeye değişecektir ve bu, formlara da yansıyabilir.[8]
Öte yandan, aşı firmalarının imzalattığı belgelerin, anormal bir yan etki görülmesi hâlinde hukuki bir temel taşıyıp taşımayacağı tartışmaya açıktır; çünkü hem bu konulardaki yasalar farklı ülkelerde farklı süreçler öngörmektedir, hem de firma, bilmediği bir yan etki hakkında size açık bilgilendirme yapamaz ve dolayısıyla sadece bilinen yan etkilerle ilgili onayınızı alabilir. Genel geçer bir rızanın veya bariz bir şekilde firma hatası olan bir durumda bir hukuki davanın nasıl sonuçlanacağı net değildir. Benzer şekilde, firmalar kendilerini bir şekilde kurtarsalar bile hükümetlerin (örneğin ABD hükümetinin) yasal sorumluluktan kaçması mümkün olmayabilir.[7] Ayrıca devletler, sorumluluklarının bir parçası olarak bu tür durumlarda mağdurlara maddi ödeme yapabilecekleri fonlar ayırmalıdırlar; bunun bir örneğini ABD'nin Karşı Önlem Yaralanma Ödeneği Programı'nda görmekteyiz.[9]
Bu tür vakalar, meydana geldikçe, hukuki ortamlarda test edilir ve sonuca bağlanır.[5] Şu anda böyle bir durum olmadığı ve bu yönde bir gidişat olmadığı için genel geçer bir şey söylemek zordur. Onay formunun kapsamı ve gelecekteki hukuki geçerliliği konusunda avukatlık bürolarından destek alabilirsiniz.
Özetle, bu form nedeniyle endişe etmenizi gerektirecek bir durum bulunmamaktadır.
Acil Kullanım Onayı, olağanüstü şartlar altında geliştirilen ilaçların hızlı bir şekilde risk gruplarına ulaştırılabilmesi için verilen bir onaydır. Zaten bu yüzden eğer ki risk grubunda değilseniz, aşılar uygulanmaya başladıysa da sizin aşıya erişmeniz haftalar ve hatta aylar sürebilir. Bu süreçte veriler toplanmaya ve raporlanmaya devam etmektedir. Bunlar sonucunda üretilen aşılar, eğer ki yerleşik ilaç standartlarını sağlamaya devam ederse, lisanslama adı verilen bir süreçten geçerek, Acil Kullanım Onayı'ndan çıkarılırlar ve yaygın, rutin kullanıma geçerler. Eğer bu süreçte aşının ek güvenlik ve etkinlik bilgileri gelmeye devam etmezse veya biyogüvenlik ile ilgili endişeler baş gösterirse, aşının lisansı verilmeyeceği gibi, Acil Kullanım Onayı da iptal edilebilir.
Cevaba GitBir pandemiye karşı geliştirilen bir yöntem, %100 başarı oranına sahip olmadığı müddetçe, hiçbir zaman tek başına bir salgını sona erdiremez. Aşılar, %100 başarıya sahip olmadıkları için, pandemiyi tek başlarına bitiremezler. Ancak aşılar, pandemiyle mücadele yönünde geliştirilen araçlar arasında en güçlü olan yöntemdir (örneğin maske kullanımı veya hijyen gibi çok önemli mücadele yöntemlerinden çok daha başarılıdırlar).
Ne yazık ki aşı karşıtlığı ve aşı kararsızlığı dolayısıyla aşılar yeterince geniş bir popülasyona yeterince hızlı bir şekilde uygulanamamaktadır. Ayrıca tedarik ve dağıtım sorunları da aşıların insanlarla buluşmasını yavaşlatabilmektedir. Buna rağmen, riskli grupların hızlıca aşılanması sayesinde COVID-19 ölüm oranları ve ağır hastalık geçirme oranları Dünya genelinde çakılmıştır.
Aşılamanın devam etmesi, yeni varyantlara karşı güçlendirici dozların ivedilikle uygulanması ve rasyonel önlemlerin uygulanmaya devam edilmesi hâlinde pandemiyi hızlı bir şekilde durdurmak mümkündür. Pandemiyle mücadeleye yönelik bu temel araçlardan ne kadar uzaklaşılırsa, pandemi de o kadar uzun sürecektir.
Cevaba GitCOVID-19'a karşı üretilen herhangi bir aşının tam dozunu olduktan sonra 14 günden fazla süre geçmesine rağmen COVID-19'a yakalanan vakalara yarma vakası (İng: "breakthrough case") denir. %100 koruma sağlayamayan her aşıda yarma vakaları kaçınılmaz olarak var olacaktır ve beklendik bir durumdur. Bir hastalıkta yarma vakalarının olması, kendi başına endişe kaynağı değildir; fakat bu vakaların artması ve buna neden olan hastalığın önlenememesi daha büyük sorunları doğurabilir.
Bir aşı, bir insanın bir hastalığa karşı ekstra ve çok güçlü bir savunma hattı oluşturabilmesini sağlayan bir araçtır. Ancak her savaşta olduğu gibi, ölümcül hastalıklarla mücadelede de düşman, savunma hattını yarıp geçebilir. İşte buna "yarma vakası" denmektedir. Başarıyla çalışan bir savunma hattında bu, nadiren olacak bir olaydır ve COVID-19 aşılarında da durum budur. Pandemi gereğinden uzun sürmediği ve popülasyonun yüksek bir çoğunluğu seri bir şekilde aşılanabildiği sürece yarma vakaları endişe verici olaylar değildir.
Her ne kadar aşılanmış kişiler COVID-19'a yakalandığında haberlere manşet oluyor olsalar da, aslında aşılanmış birinin COVID-19'a yakalanma ihtimali çok düşüktür:[1] Aşılanan popülasyonun %0.01'i ila %0.29'u kadar ufak bir kısmı hastalığa yakalanmaktadır. Ayrıca aşılanıp da COVID-19'a yakalanan birinin üstüne bir de hastanelik olma ihtimali %0 ila %0.06 arasıdır. Hastaneye kaldırılıp da ölme riski ise %0 ila %0.01 arasıdır. Yani aşılanmış birinin yarma vakasına dönüşme ihtimali çok düşüktür, dönüşenlerin de hastanelik olma veya ölme riski yok denecek kadar azdır.
İşte bu konunun manşet olma nedeni de sadece beklenmedik olması değil, aynı zamanda nadir olmasıdır. Aşılanmayanların COVID-19'a yakalanması hiç şaşırtıcı olmadığı için, "Aşılanmamış X kişisi hasta oldu!" diye haber yapmanın da bir değeri olmadığı düşünülmektedir. Halbuki asıl olay, aşılanmamışların salgını yaymaya devam ediyor olmasıdır.
Elbette yarma vakalarının ezici çoğunluğu hiç semptom göstermediği veya çok hafif bir şekilde hastalığı atlattığı için, bunların tespiti de düzgün yapılamamaktadır. Yarma vakalarında görülen semptomlar, hafif boğaz kaşıntısı gibi semptomlar göstermektedirler. Dolayısıyla aşılananlar arasında yarma vakalarının oranı tespit edilenden biraz daha yüksek olabilir. Ancak aşılanmadaki amacın hastalığa hiç yakalanmamaktan ziyade, hastalığa yakalanılsa bile onu etrafa daha az saçmak ve hastanelik olma veya ölme riskimizi azaltmak olduğunu düşünecek olursak, aşıların kendilerinden beklendiği gibi çalıştığı söylenebilir.
Buradaki risk, yarma vakalarının oluşması değil, aşılanmış kişilerin aşılanmamış kişilerle bir arada bulunmasındadır. Bu tür ortamlarda aşısız kişilerin taşıdığı virüslerin aşılı bireylere sıçrama, bu aşılı bireylerin savunma sistemiyle tanışma ve bu sırada evrimleşerek aşılara dirençli hale gelme ihtimalleri vardır. Bu da güçlendirici ek doz aşılamayı gerektirebilir ve salgının kontrol altına alınmasını geciktirebilir.
Aşılanmış kişilerin COVID-19 gibi bulaşıcı hastalıklara yakalanma riski, aşılanmamışlardan en az 4.5 kat daha azdır.[1] Ancak aşılar %100 koruyucu olmadığı için ve aşılanma oranları da %100 olmadığı için, aşılılar arasında da bir miktar vaka görülmesi normaldir. Bu vakalara, yarma vakası (İng: "breakthrough case") denir. Bu konuda daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Yarma vakalarının oluşmasının en kolay yolu, aşılı (korunan) bireylerin, aşısız (korunmayan) bireylerle bir arada, özellikle de iyi havalandırılmayan, kapalı mekanlarda ve 15 dakikadan uzun süreyle temas ettiği yerlerde bulunmasıdır. Örneğin San Diego'da Mart 2020-Eylül 2021 arasını kaplayan bir aralıkta yapılan bir incelemeye göre, yarma vakaları en sıklıkla aşağıdaki ortamlarda yaşanmıştır:[2]
Vermont'ta yapılan bir diğer çalışmada (yine Mart 2020-Eylül 2021 arası kapsandı):
Elbette bu vakalar, ülke demografisine ve bu demografiye bağlı olarak alınan ek pandemi önlemlerine bağlı olarak zamandan zamana ve coğrafyadan coğrafyaya değişebilir. Dolayısıyla her ülke, kendi şartları çerçevesinde yarma vakalarının görüldüğü yerleri tespit etmeli ve buna göre önlem almalıdır.
Aşılıların aşısızlar kadar virüs bulaştırıp bulaştıramadığı henüz net olarak bilinmemektedir; ancak aşılı bireyler de eğer hastalığa yakalancak olurlarsa, özellikle de Delta varyantı gibi bulaşıcı varyantları fazlasıyla yayabiliyor gibi gözükmektedir.[1][2][3][4]
Ancak bu, aşıların toplum içi virüs bulaşını dikkate değer miktarda düşürdüğü gerçeğini değiştirmemektedir. Çünkü eğer virüsü daha ilk etapta kapmazsanız, onu bulaştıramazsınız da... Ve aşılı bireylerin hastalığa yakalanma riskinin 4.5 kat daha az olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla aşılar, virüs kapma ihtimalinizi kat kat azaltarak komünite içinde salgının yayılmasını engeller.
Ayrıca:
Yani bir toplumda aşılanma oranları ne kadar yüksekse, pandemi o kadar etkili bir şekilde kontrol altına alınacaktır.
Yavaş evrimleşen patojenlerde aşı etkinliği çok uzun yıllar korunabilir. Örneğin kızamık aşısı, pratik olarak ömür boyu (veya ona yakın bir süre) koruma sağlar. Ancak birçok patojen, bundan çok daha hızlı evrimleşebildiği için, çoğu aşı da zamanla etkinliğini yitirir. Örneğin grip virüsü o kadar hızlı evrimleşebilir ki, her yıl baskın olan soy hattına uygun yeni aşılar üretmek ve olmak gerekir. Birçok aşı, bu iki ucun arasında kalır ve kimi zaman aylarca, çoğu zaman yıllarca süren koruma sağlar.
COVID-19 aşılarının henüz ne kadar süre koruma sağladığı ve bunun ne sürede azalacağı henüz bilinmemektedir. Delta gibi varyantların evrimi, aşı etkinliğini bir miktar düşürmüş olsa bile, şu anda sahip olunan etkinlik oranı fazlasıyla yüksek ve yeterlidir. Ancak virüs evrimleştikçe, aşı etkinliği de düşebilir ve buna bağlı olarak hatırlatıcı doz (İng: "booster shot") aşı olmak gerekebilir.
Bunun tek nedeni aşı etkililiğinin yeni varyantlar karşısında azalması değil, en başta da izah ettiğimiz gibi, savunma sistemimizin de zamanla aşının etkisini unutuyor olması. Çünkü aşıların yaptığı etki, vücutta sürekli hazır miktarda belli bir antikorun bulunmasını sağlamıyor. Aşılar, sadece gerektiği durumda bu antikorları üretecek hafıza hücrelerini yetiştiriyor. Bu hafıza hücreleri de virüsle temas sonrasında devreye girerek bu antikorların üretimini tetikleyerek hastalığı ve diğer olumsuz sonuçları engelliyor.
Bu bellek hücrelerinin uzun süre, aylar hatta yıllar boyunca etkinliğini sürdüreceği ve yeni oluşabilecek varyantlara karşı etkinliğini koruduğu gözlemleniyor. 2003'te SARS geçiren hastaların kanlarından alınan örneklerde halen bellek hücrelerinin gözlemlenmesi bunun önemli bir örneği. Bu yüzden kandaki nötralize edici antikor değerleri dikkate alındığında aşının enfeksiyona karşı etkisinin zamanla düştüğü düşünülebilir, fakat kandaki antikor miktarının koruyuculukla birebir eşleştirmek mümkün değil. Dolayısıyla bu tür konularda dikkatli analizler gerekmektedir.
Aşı etkinliğinin gerçekten azalıp azalmadığını tespit etmek için bile birçok faktörü gözetmek gerekir. Örneğin:
Her biri sayısal olarak örneklenebilir, ancak daha iyi anlaşılır olması için sonuncusunu örnekleyelim:
Bu şartlar altında A kasabasının sakinleri, aşıya güvenerek birden seyahat etmeye ve önlemleri kısmaya başlasın. B kasabası ise sıkı sıkıya önlemlere devam etsin. Buna bağlı olarak:
Bu durumda, eğer A kasabası ve B kasabası arasında hiçbir fark gözetmeksizin, hepsini tek bir bütün olarak hesaplayacak olursak, aşı etkililiği, yani olacaktır. Halbuki bunun yanlış olduğunu biliyoruz, çünkü en başta aşı etkiliğinin %90 olduğunu söyledik ve bunu hiçbir yerde değiştirmedik. Burada dikkatsiz yapılan istatistik bizi aldatmaktadır.
Burada yarma vakası sayısının (500+8=508) toplam aşılı kişi sayısına (9.000+3.000=12.000) oranın, B kasabasındaki aşısızlar arası vakaların (692 kişi) toplam vaka sayısına (1000+200=1.200) orana bölümünden geldiğine dikkat ediniz.
Dolayısıyla bu örnekte ne varyantlar ne de zaman aşının etkililiğini azaltıyor olmasına rağmen, salgının şans eseri daha çok aşılı bir yerde patlak vermesi bizi yanıltmaktadır. İşte bu nedenle istatistiki analiz çok dikkatli bir şekilde yapılmalıdır.
Gerçek dünyada olan bu olmak zorunda değildir. Bu örneğin verilme nedeni, bu tür faktörler gözetilmeksizin yapılan büyük çıkarımların neden hatalı olabileceğini göstermektir.
Cevaba GitEvet. Delta, özellikle de Omicron varyantı ile birlikte hatırlatıcı dozlar bir zorunluluk hâline gelmiştir. Zaten birçok viral enfeksiyonda hatırlatıcı dozun olumlu etkisi olduğu bilinmektedir.
COVID-19 pandemisinde Omicron-öncesi dönemde bir süreliğine "daha geniş kitlelerin aşılanması" ile "halihazırda aşılanmış kişilerin 3. doz ile daha da iyi korunması" arasındaki denge optimize edilmekteydi. Yani tıpkı ilk iki doz aşıda fayda/zarar analizi yapıldığı ve bariz bir şekilde aşı olmaktan yana sonuç verdiği gibi, burada da fayda/zarar analizi yapıldı ve Dünya nüfusunun önemli bir bölümünün halen aşılara erişimi olmadığı ve Delta'ya karşı 2 doz yeterince başarılı olduğu için, önceliğin henüz hiç aşı olmamışlara verilmesi gerektiği düşünüldü. Bunun nedeni, Delta varyantına karşı 3. doz ile ilgili bir çalışmada, aşı etkililiğinin:
görülmesidir. Aradaki fark, önceliğin hiç aşı olmamışlara verilmesi için yeterliydi.
Ancak Omicron varyantı bu analizi değiştirdi. Yapılan incelemeler, Pfizer ve Moderna aşılarının 2 dozunun Omicron varyantına karşı etkisinin dikkate değer miktarda düştüğünü gösterdi. Ancak Pfizer hatırlatıcı (3.) dozu olanlarda antikor seviyeleri 25 kata kadar arttığı ve bunun Omicron'u durdurmak için yeterli olduğu görüldü. Moderna içinse 50 mikrogram dozun 37 kat, 100 mikrogram dozun 83 kat nötralize antikor artışı sağladığı görüldü. Bunlar, Omicron'a karşı fazlasıyla yeterli miktarlar.
Aşılılar ile aşısızlar arasındaki farkı görmek için, yaşa göre normalize edilmiş şekilde hastanelik olma oranlarını zamana bağlı olarak gösteren şu grafiğe bakmak yeterli olacaktır:
Ayrıca tarihe not olması bakımından, Omicron varyantı evrimleşmeden önce girdiğimiz bu cevap içindeki şu uyarıyı burada tutmak isteriz:
"Ancak unutmamak gerekiyor ki yukarıda verdiğimiz sayılar, kısmen az bir bekleme süresi sonrasında (genelde 2. doz üzerinden 6-8 ay geçtikten sonra olunan) 3. dozu yansıtmaktadır. Varyant sayısı ve bulaşıcılığı arttıkça ve 2. doz üzerinden geçen zaman da uzadıkça, 3. dozun etkisinin de artması beklenmektedir. Bu olduğunda, eğer halen pandemi durdurulamamış olursa, 3. dozun olunması gerekecektir."
Aşı etkililiğinin zamanla düştüğünü gösteren bazı bulgular olsa da bunun ne boyutta olduğu veya deneyimlenen düşüşün gerçekten aşı etkililiğinin azaldığını gösterip göstermediği henüz net değil. ABD ve İsrail gibi bazı ülkeler, elde ettikleri veriler ışığında 3. doz aşıları önerme hazırlığı yapıyorlar; fakat Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar, Dünya genelinde henüz 2 doz aşılamanın bile düzgün yapılmadığına dikkat çekerek, zengin ülkelerin aşı stoklarını 3. doz için harcamaması gerektiğini, 3. doza ihtiyaç olduğunu gösteren çok az veri olduğunu söylüyorlar.
Veriler özellikle 65 yaşın üzerinde ve bağışıklığı baskılanmış hastalarda enfeksiyona karşı koruyuculuğun daha hızlı düştüğünü ve hafıza hücrelerinin uzun süre yüksek seviyede kalmadığını gösteriyor. O sebeple bu gruplarda 3. doza ihtiyaç duyulsa da toplumun büyük çoğunluğunda buna ihtiyaç duyulmuyor.
2 doz aşılanma seviyesinin hala düşük olduğu göz önüne alınırsa, asıl önemli olan daha fazla bireye 2 doz aşı ulaştırılması. Çünkü aşısız bireylerde enfeksiyonun yayılması artan ölüm sayılarının ve varyant oluşumunun en önemli sebeplerinden. Ancak "doğru" olanın bu olması, sosyoekonomik eşitsizliğin belirgin olduğu bir pandemide bu yönde hareket edileceğini ne yazık ki garanti etmiyor.
Cevaba GitHer aşının yan etkileri vardır ve bu normaldir. Bu yan etkilerin bazıları, bazı insanlarda şiddetli olabilir; ancak ezici çoğunluğunda bu yan etkiler kabul edilebilir düzeyde ve hastalığın kendisinden çok daha hafif olacaktır. Aşı olan birinin, aşı bölgesinde deneyimleyebileceği yan etkiler şunlardır:
Bunlar, her aşıda görülen ve aşının çalıştığını gösteren işaretlerdir. Buna ek olarak, vücudun geri kalanında şu yan etkileri görebilirsiniz:
Aşılar savunma tepkisini harekete geçirdiği için, hastalanmışçasına tepkiler göstermeniz normaldir. Ama bu tepkilerin, gerçek hastalığa yakalandığınızda olacak olandan çok daha hafif ve çok daha kısa süreli olacağını unutmayın. Eğer aşıya belli bir şiddette tepki veriyorsanız, hastalığın kendisine muhtemelen ondan çok daha sert bir tepki göstereceksiniz. Üstelik aşıya verilen savunma tepkisi "farazi" bir tepki, çünkü gerçek virüs vücudunuzda yok ve savunma sisteminizi alt edemez. Ama hastalığa yakalanmanız halinde, virüsün kendisi, sizin hücre ve dokularınıza gerçekten zarar vererek bu tepkiyi tetikliyor. Bu nedenle aşıların yan etkileri rahatsız edici olsa da hastalığın aynı konudaki etkileri yanında bir hiçtir.
Çoğu durumda bu yan etkiler 1-3 gün içinde geçecektir ve kalıcı bir etkiye neden olmayacaktır.
Bu etkiler aşıdan aşıya bir miktar değişebilse de, çoğunda benzer yan etkiler tespit edildiğini görüyoruz - ki bu mantıklı: En nihayetinde tüm aşılar, aynı virüsün uyandıracağı tepkiyi yaratmaya çalışıyorlar ve gündemde olan aşıların çoğu, bunda oldukça başarılılar. Pfizer aşısından örnek vermek gerekirse AP News klinik sonuçlara dayalı bu grafiği üretti.[1] Yan etkilerin de hastanın yaşı, yan etkinin tipi ve şiddeti gibi kıstaslara bağlı olarak verildiğini göreceksiniz. Gri çizgi o semptom için var olan bütün şiddet seviyesinin özetidir: Örneğin, 55 yaşında altında az ya da orta ya da şiddetli yorgunluk yaşayan hasta oranı yaklaşık %59,4 mesela.
Öncelikle şunu netleştirmekte fayda var: Aşı üreticileri, gördükleri bütün yan etkileri raporlamak zorundalar. Bu yan etkileri takip eden Aşı Yan Etki Olayı Raporlama Sistemi (İng: "Vaccine Adverse Event Reporting System" ya da kısaca VAERS) isimli bir sistem bile var! Bu sistem üzerinden şu bilgiler an an raporlanıyor:
Peki diğer olası yan etkiler neler? Her aşı geliştirme programında oluşma riski olan birkaç farklı sonuç daha var. Büyük olanlar enflamatuar/alerjik reaksiyonlar, antikor-bağımlı güçlendirme ve Guillain-Barré Sendromu. Buradaki önemli nokta bu tarz kötü tepkilerin ortaya çıkış zamanı (eğer söz konusu aşı için bunlar problem olacaksa). Bu etkiler, aşıdan yıllar sonra ortaya çıkmıyor. Eğer ortaya çıkacaklarsa, günler ya da aylar içinde oluyor. Ayrıca mRNA aşılarında bu etkilere rastlanmadı, sadece Johnson & Johnson gibi geleneksel aşılarda bu etkiler daha yoğun görülüyor.
Enflamatuar/alerjik reaksiyonlar aşının ilk ya da ikinci dozunu aldıktan sonra hızlıca gerçekleşir, genelde dakikalar içinde ama bu süre bir güne kadar çıkabilir. Bu tarz alerjik reaksiyonlar genelde kısa dönem problemleridir, özelliklede kötü alerjik tepkime geçmişi olan insanlarda, ama uzun süreli endişe yaratmazlar.[1][2]
Antikor-bağımlı güçlendirme (İng: "Antibody-dependent enhancement" veya kısaca "ADE"), başka hastalıklarda gözlemlenen nadir bir etkidir.[2] Basitçe açıklamak gerekirse, bağışıklık sisteminin virüse sadece yarı yola kadar bağışıklık tepkisi verip, tamamen etkisiz hale getirmemesidir ve antikorlar bu virüsün bazı hücreler girebilmesi için işini kolaylaştırdığı için, bu durum ikinci teması daha kötü hale getirir. Bu, humma hastalığı virüsünde gözlemlenmiş bir durumdur ve herhangi bir aşı gelişim sürecinde yakından izlenen bir şeydir.[3] Bu durumla ilgili önemli soru (eğer gerçekleşiyorsa) ne zaman olduğunu söyleyebilmektir.
Aşılanan hastalar gerçekten plasebo grubundan daha kötü sonuçlar alıyor olsaydı, bu klinik deneylerden belli olurdu. Aşılanmış grupta enfeksiyonların sayısının ve şiddetinin azalması yerine aşılanmış grup plasebo grubuna göre daha kötü durumda olurdu. Bu şansız bir durum olurdu; fakat aşı klinik deneylerinin sonucundan çok net bir şekilde anlaşılırdı ve bu durumun COVID-19 aşısında gerçekleştiğine dair hiçbir kanıt yok. Hatta genel tepkiler tam tersi: Aşı yapılan insanlar daha az semptom geçiriyor ve şiddetli hastalık geçirme riski düşüyor.
Guillain-Barré Sendromu (GBS) enfeksiyon veya bazı nadir vakalarda görüldüğü üzere aşılama sonrasında karşılaşılabilen bir enflamasyon çeşididir.[4] Çoğu vaka genelde viral enfeksiyon veya aşılamadan birkaç hafta sonra başlar. Bazen bir ameliyat da bu sendromu tetikleyebilir. Daha da nadir vakalarda aşılamalar GBS riskini artırabilir. Bir örnek çizmek gerekirse mevsimsel grip GBS riskini %0.000001 kadar (milyonda bir) kadar arttırabilir.[5] Bu yeni aşının, riski bundan daha çok yükseltme şansı da var, o yüzden klinik deneylerde bakılan bir şey. Çoğu GBS vakası altı ila sekiz hafta arasında gerçekleştiği için, eğer COVID-19 aşıları belirgin bir şekilde GBS riskini arttırsaydı, aşılamadan birkaç ay sonra görünürdü, yıllar sonra değil.
COVID-19 aşılarının dikkate değer bir uzun dönem yan etkisi olma ihtimali yok denecek kadar azdır, çünkü herhangi bir aşının uzun dönemde yan etkisi olma ihtimali yok denecek kadar azdır. COVID-19 aşılarının uzun süreli etkilerini görmeyi bekleyeceğimiz süre çoktan, kat kat geçmiştir.
Burada ilaç-aşı farkını hızlıca hatırlamakta fayda vardır: İlaçlar, vücudumuzdaki biyokimyasal süreçleri değiştirerek sorunları çözmeyi hedeflerler. Bu sırada beklenmedik etkilere neden olarak uzun vadeli etkilere sahip olabilirler. Ayrıca birçok ilacın yıllarca düzenli olarak kullanılması gerekir; bu nedenle sadece başınız ağrıdığında aldığınız bir ağrı kesicinin "uzun dönem" etkilerinden endişe etmezsiniz. Ama ömrünüz boyunca kullanacağınız bir kanser ilacının uzun dönem etkilerinden endişe etmeniz normaldir (ve bilim insanları da bu nedenle didik didik araştırırlar).
Aşılar ise biyokimyasal süreçlere müdahale etmezler; virüsün hâlihazırda vücudumuza sokacağı genlerin daha ufak bir kısmını veya virüsün bazı parçalarını veya zayıflatılmış bir versiyonunu vücudumuza sokarlar. Bu sayede bağışıklık tepkisini tetiklerler ve o virüse veya bakteriye karşı direnç geliştirmemizi sağlarlar. Yani ilaçlarda etkiyi yapan ilacın kendisidir; aşılarda işi yapan asıl şey doğal olarak sahip olduğumuz savunma sistemidir. Ayrıca aşılar genellikle bir veya birkaç kez olunur. Ömür boyu sık sık alınmadıkları için, uzun dönem etkilerinden endişe etmek için bir gerekçe yoktur.
Tüm bunlar, aşıları doğal olarak daha güvenli bir tıbbi prosedür hâline getirmektedir. Bugüne kadar, uzun dönem etkileri nedeniyle faydaları elimine edilmiş olan veya 2 aydan uzun sürede ortaya çıkan etkileri dolayısıyla aşıyı genel geçer olarak "zararlı" hâle getiren hiçbir aşı vakası yaşanmamıştır.[7]
Yaygın COVID-19 aşılarının uygulanmasına 14 Aralık 2020'de başlanmıştır. Aradan geçen süreyi hesaplayabilirsiniz. COVID-19 aşılarını "tehlikeli" veya "zararlı" yapan hiçbir veriye ulaşılamamıştır.
Örneğin aşının "uzun dönem etkilerine" en yakın durum, 2009 yılında GlaxoSmithKline firmasının domuz gribine karşı ürettiği Pandemrix aşısında yaşanmıştır. Daha önceden kuş gribine karşı ürettikleri etkili aşıyı hızlıca modifiye eden firma, İngiltere'den ve birkaç diğer Avrupa ülkesinden kısa sürede onay alarak aşıyı piyasaya sürmüştür. Ancak aşının en ciddi yan etkisi olan narkolepsi (şiddetli uyuma arzusu), beklendiği gibi yayın aşılamadan sonraki 1-2 ay içinde ortaya çıkmıştır. Bu yan etki, aşılanan 30 milyondan fazla kişi arasında sadece 1-2 bin kişide görülmüştür (⪅%0.005).[8] Narkolepsi, normalde 100.000'de 25-50 kişide (≈%0.037) görülmektedir; yani aşılı grupta görülme oranı, halihazırda popülasyonda görülenden en az 7.5 kat azdır.[9] Ancak aşı olan grupta aşı olmayan gruba göre daha çok vaka görüldüğü için bir "yan etki" olarak kategorize edilmiştir. Aradan geçen 9 sene sonunda narkolepsi vakalarını inceleyen bir araştırma, sadece İsveç'te bu vakaların görüldüğünü, Avrupa genelinde anlamlı bir artış olmadığı sonucuna varmıştır.[10] Yani bu yan etkinin bile "gerçek" bir yan etki olmadığı anlaşılmıştır.
COVID-19 pandemisi boyutundaki (ve dolayısıyla bu boyutta aşılamanın yapıldığı) son aşılama programı, 1950'lerde yapılan ve ağızdan yapılan çocuk felci aşılama kampanyasıdır. Nihayetinde çocuk felcinin toplumdan sonsuza dek silmeyi başaracak bu zayıflatılmış polio aşıları 1955'te ABD'de ilk kez uygulanmaya başladığında, her 2.4 milyon aşılıdan 1'inde (≈%0.000042), aşıdan sonraki 7-30 gün içinde (en fazla 60 günde) aşı içindeki virüs aktifleşerek çocuk felcine neden olmuştur. Aynı dönemde çocuk felcinin kendisine yakalanan 60.000 çocuktan 3.000'i aynı yıl içinde ölmüştür. Yine, aşının kendisi, hastalığın kendisinden yüz binlerce kat güvenlidir; ancak yeni teknolojileri pekiştirmiştir.
1976 yılında domuz gribine karşı olunan aşının her 100.000 aşılıdan 1'inde Guillain-Barré Sendromu görülmüştür. Bu vakaların neredeyse tamamı, aşılanmadan sonraki 8. haftada (2. ayda) ortaya çıkmıştır. Ama bu, aşıların güvensiz olduğunu göstermemektedir, zira domuz gribine doğal yollarla yakalanan kişilerde Guillain-Barré Sendromu oluşma sıklığı, aşılılardan 17 kat fazladır.[11]
Her ne kadar sarıhumma aşısı Türkiye'de veya ABD'de düzenli olarak uygulanmasa da bu aşıyla ilgili bilinen 2 uzun dönem yan etki vardır: İlki, 6 aydan küçük çocuklarda görülen beyin veya omurilik şişmesidir - ki bu nedenle 6 aydan küçük çocuklara bu aşı yapılmaz. 6 aydan büyük çocuklarda çok nadiren bu durum görülebilmektedir; ancak bu yan etki ortalamada 2 haftada, en fazla 3 haftada çıkmaktadır. Diğer yan etki olan çoklu organ iflası daha da nadir görülmektedir ve ortalamada aşılanmadan sonraki 3. günde (en fazla 1 haftada) görülmektedir. Dolayısıyla bu aşıda da uzun dönem bir etki görememekteyiz.
Kızamık-kızamıkçık-kabakulak (KKK veya MMR) aşısı olan her 30.000 kişiden 1'inde trombositopeni denen pıhtı hücresi azalması görülmektedir. Ama hem kızamık hem kızamıkçık aynı yan etkiye sahiptir ve aşıdan çok daha sık bu soruna neden olmaktadır. Aşıların yan etkisi, aşıdan sonraki 1-3 hafta sonra çıkmaktadır (çok nadiren 8. haftaya kadar sürebilir).
Tüm bunların gösterdiği üzere, "aşıların uzun dönem etkisi" diye bir şey bulunmamaktadır; bu, aşıların doğasına aykırıdır. Ayrıca 2 aydan kısa sürede çıkan yan etkiler de neredeyse her zaman aşının koruduğu hastalığın etkisinden kat kat daha zayıftır. Dolayısıyla aşılar, her durumda daha avantajlı görülmektedir.
Öte yandan, COVID-19 hastalığının kendisinin uzun dönem yıkıcı etkileri net bir şekilde bilinmektedir ve her yeni araştırmayla bu tehlikeli yan etkilere yenileri eklenmektedir. Çünkü COVID-19 hastalığına neden olan şey, SARS-CoV-2 isimli bir virüstür ve bu virüsün vücudunuza girdikten sonraki amacı, olabildiğince hızlı bir şekilde bölünmek ve bu sırada hücrelerinizi kendi üretimini sağlayacak fabrikalara (ve kölelere) dönüştürmektir. Bu sırada doku ve organlarınıza geri döndürülmesi zor hasarlar verir ve zaten birçok hastanın ağır hastalık geçirmesi ve ölmesi de bundandır. Uzun dönem COVID-19 etkileriyle ilgili bilgiyi buradan ve buradan, COVID-19'un neden çoklu organ hastalığı olduğuyla ilgili bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Bu yalın karşılaştırma bile aşının faydalarının COVID-19'un olmayan faydalarından yüksek olduğunu, aşının zararlarının ise COVID-19'un sayısız zararından çok daha küçük olduğunu görmenizi sağlayacaktır. Ama daha detaylı bir fayda-zarar analizi isterseniz, aşağıdan okuyabilirsiniz.
Hastalığı geçiren çoğu kişi, tamamen sağlığına kavuşuyor; buna bir itirazımız yok. Bunu tahmini sayılara dökelim ve bireysel olarak sizin %99,5 hayatta kalma (yani %0,5 ihtimalle ölüm) ve %2 hastanelik olma ihtimaliniz var diyelim.[1] Lütfen bu sayıların yaklaşık olduğunu ve risklerle faydaları göstermek için bir genelleme olduğunu unutmayın.
Kötü bir COVID hastalığı geçirirseniz, en olası şey nedir? Hayatta kalabilirsiniz, ama virüsün siz virüsü sisteminizden attıktan uzun süre sonra bile kalacak olacak uzun süreli etkileri olabilir: Bu uzun süreli etkiler arasında akciğer hasarı (İng: "pulmonary fibrosis"), kalp kası enfeksiyonu, atar ve toplar damar hasarları, beyin hasarını, uzun süreli tat/koku kaybı ve aylarca sürebilen diğer "uzun COVID-19" semptomları bulunmaktadır.[1][2] 2002’deki SARS salgınında hastalığı atlatan ve iyileşen bazı hastalar, yıllarca azalmış akciğer kapasitesi sorunlarıyla uğraştılar.[2]
Şu anda hastaların %10 civarında bir kısmı, COVID-19'un uzun süre kalıcı semptomlarını taşımaktadır.[3] Bazı enfeksiyonların teşhis konulmadan devam edebileceğini de gözetecek olursak (belki de semptomların %90 kadarı tespit edilememektedir[4]), tüm enfeksiyonların %1-2'sinin uzun süreli semptomlara sebep olabileceğini tahmin edebiliriz. Kaç yaşında olursanız olun, COVID-19’un uzun süreli etkileri arasında olduğu bilinen akciğer yaraları, kalp hasarı, beyin hasarı ve damar hasarlarını deneyimlemek istemezsiniz - ki bunlar, her yaş grubunda görülmektedir.[5]
Bununla karşılaştıracak olursak, denemelerde COVID-19 aşısıyla karşılaşan katılımcılara ne oldu? Elbette bazı yan etkiler görüldü (hatta bazı kişilerin savunma sistemine bağlı olarak bu etkiler daha şiddetliydi); ama bun yan etkiler, sadece birkaç gün sürmektedir.
Düşünsel bir deney olarak, 30.000 kişinin COVID-19 aşısını olduğunu düşünelim. Denemelerden elde ettiğimiz klinik bilgiye göre bu aşılar, sıfır ölüme sebep olacaktır. Fakat hastaların çoğu; yorgunluk, kas ağrıları, ateş gibi, bazıları şiddetli olabilen ama birkaç günde geçen yan etkileri yaşayacaktır. Şiddetli alerjik tepkime geçmişi olan bazı hastalar kötü alerjik tepki riski altında olabilecektir.[6]
Bunu, bu 30.000 kişiyi COVID-19 ile enfekte etseydik ne olacağıyla kıyaslayalım: %99,5 hayatta kalma oranıyla 150 kişi ölürdü ve yüzlerce kişi hastanelik olurdu. Bu kişiler hayatta kalmayı başarsalar bile akciğer hasarı, kalp hasarı, duyuların uzun süreli kaybı gibi uzun süreli etkileri yaşayabilirlerdi.
Hayatta kalma şansını hesaplarken kullandığımız %99,5 yerine, %99,9 sayısını bile kullansak, hasta grupta 30 ölüm, aşılanan grupta 0 ölüm beklerdik.
COVID-19 aşısının risk ve faydalarını hesaplarken bu tür yöntemlere başvurmak gerekmektedir. Bilim insanları, şu anda elde olan verilere bakıp, olabilecek en iyi tavsiyeleri vermektedirler. Her ay, her hafta, her gün, her saat bu veriler didik didik edilerek sonucun değişip değişmediği gözlenmektedir. Böylece beklenmedik bir durum olması hâlinde insanların erkenden uyarılabilmesi hedeflenmektedir. Şu ana kadar aşıların faydaları karşısında anlamlı bir zarar görebildiğimiz hiçbir durum olmamıştır.
Bir aşı üretilip de kullanılmaya başlandığında güvenlik takip süreci sona ermemektedir. Firmalar, farmakoihtiyat (İng: "pharmacovigilance") adı verilen bir plan yapmak ve bunu otoritelere raporlamak zorundadır. Bu plan çerçevesinde, aşının kitlelere yapılması sırasında oluşabilecek bütün yan etkiler ve gelişmeler anlık olarak takip edilir ve raporlanır. Faz-3 çalışmalarındaki yeni veriler de bu şekilde raporlamaya ve buna bağlı olarak kamu sağlığını etkileyecek kararlar almaya devam edilecektir.
Bunu net olarak tekrar edelim: Aşı üreticileri, gördükleri bütün yan etkileri raporlamak zorundalar. Bu yan etkileri takip eden Aşı Yan Etki Olayı Raporlama Sistemi (İng: "Vaccine Adverse Event Reporting System" ya da kısaca VAERS) isimli bir sistem bile var! Bu sistem üzerinden şu bilgiler an an raporlanıyor:
Bu arada şu da unutulmamalıdır: Bir aşının uygulanmaya başlamasından sonra, firmanın kendisi haricinde, çeşitli devlet otoriteleri de kendi inceleme ve gözlemlerini başlatmakta veya sürdürmektedir. Buna bağlı olarak, birden fazla kurumsal göz, aynı gidişatı anlık olarak izlemekte ve raporlamaktadır. Benzer şekilde, devlet veya özel firmalardan bağımsız kuruluşlar da gidişatı izleyebilmekte ve kendi raporlarını üretebilmektedir. Tüm bunlar, çok çok düşük ihtimalle de olsa beklenmedik bir durum oluşacak olursa, hızlı bir şekilde doğru kararların alınabilmesini sağlayacaktır.
Cevaba GitHayır, aşılanmayan veya COVID-19'a yakalanan bir bireyin miyokardi (kalp kası iltihabı) veya perikardi (kalp zarı iltihabı) geçirme ihtimali, mRNA aşısı olan bir bireyin miyokardi geçirme ihtimalinden daha yüksektir.
Kalp krizine sebep olduğu iddiası ise, miyokardi ile kalp krizinin birbirine karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. COVID-19 aşıları ile kalp krizi arasında bir ilişki yoktur.
Tam tersine, COVID-19 hastalarının kalp kaslarına yığılan SARS-CoV-2 virüsü, diğer ölümcül virüsler gibi kalpte enflamasyona neden olarak kalıcı hasar verebilirler. Ayrıca COVID-19'u ağır geçiren kişilerde kalp, vücudun alamadığı oksijeni sağlamak için ekstradan çalışarak kalp hasarına neden olabilir.
Aşılanmamış ve COVID-19 hastalığını geçirmemiş, pandemi-öncesi dönemde görülen miyokardi insidansına (görülme sıklığına) arka plan insidansı denmektedir. Bu, 100.000 insanda 15 kişi (%0.015) civarındadır.[1] Ayrıca viral enfeksiyon geçiren insanların %1-5 arasında miyokardi görüldüğü düşünülmektedir. Örneğin COVID-19 hastalarının %2.3'ünde miyokardi teşhis edilmiştir.[2]
ABD'de 23 Haziran 2021 itibariyle 178 milyon kişi aşılanmıştır. Aynı tarihe kadar, Amerikan Hastalık Kontrol ve Önlem Merkezi'nin COVID-19 aşılarıyla ilgili yan etkileri takip ettiği VAERS sisteminde, aşılananlar arasında yaklaşık 1.000 kişide miyokardi bildirilmiştir.[3] Bu, aşılanan popülasyonun %0.00056'sı demektir. Bir diğer deyişle, COVID-19 aşısı olan birinin miyokardiye yakalanma ihtimali, aşı olmayan ve COVID-19 geçirmeyen birinden 26 kat, COVID-19'a yakalanan birinden 4.107 kat daha düşüktür.
30 Ağustos 2021'de yapılan bir veri güncellemesi de sonucu değiştirmemiştir:[4] Tüm yaş gruplarında 1.903 kişide miyokardi, 671 kişide perikardi bildirilmiştir. En yüksek miyokardi oranı 14.000'de 1 (yani %0.0071) ile 16-17 yaş arası erkeklerdedir (Pfizer 2. dozdan sonra). 12-15 yaş arası erkeklerde bu oran 23.000'de 1 (yani %0.0043), 18-24 yaş arası erkeklerde 27.000'de 1 (yani %0.0037) düzeyindedir. 16-17 yaş arasında ise 32.000'de 1'dir (yani %0.0031). Her yaştan kadında oran 100.000'de 1'in altındadır (yani <%0.001).
Bir başka çalışmada 12-17 yaş arası çocuklarda miyokardi ve perikardi sıklığı 1 milyonda 37 olarak ölçülmüştür (sadece erkeklerde olduğu varsayılırsa 13.500'de 1 veya %0.0074).[5] 6.2 milyon kişiyi kapsayan bir diğer çalışmada 12-39 yaş arası erkeklerde miyokardi oranı 79.000'de 1 olarak ölçülmüştür (yani %0.0012).[6] Ontario'daki bir çalışmada 12-17 yaş arası erkeklerde 11.000'de 1 (yani %0.009), 18-24 yaş arası erkeklerde 6.100'de 1 (yani %0.016) oranında ölçülmüştür.[7] İsrail'deki bir çalışmada, 16 yaş üstü insanlarda 37.000'de 1 (yani %0.0027) olarak ölçülmüştür.
Aynı çalışmalarda virüsün kendisinin miyokardi/perikardi konusunda çok daha problemli olduğu gösterilmektedir: Yapılan bir çalışmada, 16 yaş altı COVID-19 vakalarına 754'te 1 oranında (yani %0.13), 16-24 yaş aralığında 1.024'te 1 (yani %0.098) miyokardi görülmektedir.[8] Bu çalışmaya göre COVID-19'a yakalanan 16 yaş altı çocuklarda miyokardi riski, aşı olanlara göre 37 kat fazla, 16-39 yaş arasındaysa virüsün miyokardiye neden olma riski aşıya göre 7 kat fazladır.[9]
Üstelik miyokardi/perikardi (hele ki aşılanmaya bağlı olarak oluştuğu iddia edilen türleri) son derece tedavi edilebilirdir:
Aşılar ile miyokardi/perikardi ilişki, COVID-19'un kendisiyle miyokardi/perikardi arasındaki ilişkiden çok daha zayıf olmasına rağmen, aşıların katı denetimine ve şeffaflık çabalarına bağlı olarak bu "yan etki" de listeye alınmıştır. Aşıların birçok absürt yan etkisi, bu şekilde absürt nadirliktedir; ancak aşılar halk tarafından bir "ilaç" olarak görüldükleri ve dışlandıkları için, ölümcül hastalığın aynı konuda çok daha yoğun ve bilindik olan yan etkileri görmezden gelinmekte, aşının nadir etkileri algıda seçicilik yoluyla öne çıkarılmaktadır.
Ola ki şanssız azınlıktaysanız, aşı olduktan sonra şu semptomları deneyimlemeniz hâlinde hastaneye başvurunuz:
Unutmamak gerekiyor ki miyokardi ve perikardi gibi kalp iltihapları tespit edildiklerinde kolaylıkla tedavi edilebilen, bir kısmının hastaneye yatmasına gerek bile olmayan, bugüne kadar aşılılar arasında 0 kişiyi öldürmüş olan hastalıklardır. Dolayısıyla miyokardi veya perikardi, aşı kararını etkileyecek bir hastalık değildir. Aşının bilinen faydaları, bilinen zararlarından kat kat yüksektir; bu nedenle mRNA aşısı olmayı tercih eden 12 yaş üstü insanların tam doz aşılarını olmaları önemle tavsiye edilmektedir.
Pfizer/BioNTech gibi mRNA aşıları veya Türkiye'de de uygulanan Sinovac aşısı (inaktif aşılar) ile tromboz arasında herhangi bir ilişki bulunmamaktadır. Ayrıca COVID-19'a yakalanmak; venöz tromboemboli riskini aşıya kıyasla 9 kata kadar, trombositopeni riskini aşıya kıyasla 3 kata kadar daha fazla artırmaktadır.[4]
Tromboz vakalarına bir mRNA aşısı değil, her ikisi de viral vektör aşısı olan Janssen (Johnson & Johnson) ve Oxford/AstraZeneca aşılarında rastlanmıştır. Bu durumda bile tromboz vaka sayısı düşüktür: J&J aşısında bu oran, 8.7 milyonda 28 (milyonda 3) olarak ölçülmüştür.[1] Bu, milyonda 1'lik arka plan vaka oranından yüksek olmasına rağmen, aşıyı olmamak için yeterli sebep olarak görülmediğinden, ABD'de bu aşının uygulanmasına devam edilmektedir. Türkiye'de Janssen veya Oxford/AstraZeneca aşısı uygulanmamaktadır.
Tromboz (veya trombosis), kan pıhtısının kan damarlarını tıkaması durumudur. Bunun sonucunda kalp krizi, inme ve benzeri enfarksiyonlar meydana gelebilir. Normalde travma, hareketsizlik, genetik hastalıklar, otoimmün hastalıklar, obezite, hormon tedavisi, doğum kontrol hapları, gebelik, sigara, kanser ve ileri yaş nedeniyle oluşur. Tromboz semptomları arasında bir uzuvda ağrı ve şişme, göpüs ağrısı, vücudun bir tarafında uyuşukluk veya zayıflık, zihin durumunda ani değişimler bulunur. Çoğu durumda CT, MRI veya ultrason yoluyla teşhis edilir. Ayrıca D-dimer kan testi gibi testlerle de teşhis edilebilir.
Tromboz ile birlikte sık görülen bir durum, trombositopeni olarak bilinen düşük kan trombosit sayısıdır. Normalde mikrolitre başına 150.000-450.000 arasında olması gereken trombosit sayısı 150.000'in altına düşecek olursa trombositopeni olunur. Kandaki trombosit oranının mikrolitrede 10.000'in altına düşmesi halinde tehlikeli iç kanamalar görülebilir ve nadiren de olsa ölümcül beyin kanamalarına yol açabilir. Buna trombositopenili tromboz sendromu (İng: "Thrombosis with thrombocytopenia syndrome" veya kısaca "TTS") adı verilir.
ABD'de 7 Mayıs 2021 itibariyle uygulanan 8.739.657 J&J/Janssen aşısında sadece 28 vakaya rastlanmıştır.[1] Aynı dönemde 135.725.061 kişiye Pfizer/BioNTech aşısı, 110.124.671 kişiye Moderna aşısı uygulanmıştır. Her iki mRNA aşısı için de toplamda 0 adet TTS vakası bildirilmiştir.
İngiltere'deki vakalarda yapılan bir diğer analizde, 31 Mart 2021 itibariyle uygulanan aşılarda 79 tromboz vakasına rastlanmıştır (bunlardan 51'i kadınlardadır ve 13'ü ölümle sonuçlanmıştır; 28'i erkeklerdedir ve 6'sı ölümle sonuçlanmıştır).[2] Bu oran, 100.000'de 1.1 seviyesindedir ve yaşla birlikte 100.000'de 0.2 seviyesine kadar azalmaktadır. Kıyas olması bakımından, doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda tromboz riski 100.000'de 60 civarındadır.[3]
20 Temmuz 2021'de yayınlanan ve Pfizer/BioNTech aşısını (BNT162b2) olan, 778.534'ü 2 doz aşılı 945.941 kişiyi, Oxford/AstraZeneca aşısı (ChAdOx1) olan 426.272 kişiyi, COVID-19 hastalığına yakalanan 222.710 kişiyi ve pandemi-öncesi durumu incelemek üzere kullanılan 4.570.149 kişiyi içeren bir çalışmada:[4]
Aynı çalışmada trombositopeni riski de incelenmiştir:[4]
Özetle, pıhtılaşmadan korkan bir hastanın COVID-19'dan korkması gerekmektedir; aşılardan değil.
Bunda bir anormallik yok. Pfizer/BioNTech tarafından üretilen Corminaty aşısı ile aşılananların %15.3'ünde aşı yapılan yerde kızarıklık ve ağrı da dahil olmak üzere hiçbir yan etki görülmüyor (tüm yan etkileri öğrenmek için buraya tıklayın, aşıların uzun dönem yan etkileriyle ilgili bilgi almak için buraya tıklayın).[1] Bu "yan etkisizlik oranı" gençlerde %11.3 civarında, 55 yaş üstü kişilerde ise %20.3 seviyesinde seyrediyor.
Benzer şekilde, aşılananların %22.6'sında aşılanmadan sonraki 7 gün içinde yorgunluk veya ateş gibi herhangi bir sistematik reaksiyon da görülmüyor.
Bunlar, kabaca 5-7 kişiden 1'inin hiçbir yan etki görmeyeceği anlamına geliyor. Siz de bunlardan biri olabilirsiniz. Aşılanma sonrası yan etkinin görülmesi aşının çalıştığı yönünde güçlü bir işaret olsa da, yan etki görmemek aşının sizde çalışmadığını iddia etmek için yeterli bir gözlem değil. İnsanlar arasındaa savunma sistemi konusundaki çeşitliliğe bağlı olarak farklı sonuçlar olması normaldir.
Bu, özellikle de Türkiye'de sıcak ve soğukla ilgili tuhaf inançlarımızın uzantısı olarak gelişen, çoğu durumda variolasyon adı verilen eski bir aşılama yönteminden kalma, tamamen yanlış bir düşüncedir ve günümüzde herhangi bir bilimsel temeli bulunmamaktadır. Aşı olduktan sonra dilediğiniz gibi duş alabilir veya banyo yapabilirsiniz.[1] Bu, aşının etkisini herhangi bir şekilde değiştirmeyecektir. Hatta birçok aşının yan etkilerinden biri olan ateş yükselmesine karşı ılık bir duş almak size daha iyi hissettirebilir.[2]
Bu inancın temelinde, çiçek hastalığına (Variola) karşı geliştirilen aşılarda derinin yırtılıp altına çiçek hastalığının sebep olduğu pulları koyma uygulamasından kalma önlemler yer almaktadır. Eski aşı yöntemleri sırasında açılan yaralar sıcak duş sırasında açılarak iltihaplanabileceği için, birkaç gün boyunca duş alınmaması önerilmekteydi. Günümüzde ise artık bu tür bir aşılama uygulaması kalmamıştır ve dolayısıyla duşa karşı uyarılar tamamen temelsiz iddialardır.
Buna karşın insanlar arasında bu inancın devam etmesinin bir diğer nedeni, aşırı yüksek sıcaklıklarda (kaynar sıcaklıkta) duş alan kişilerin derisinin yanması sonucu aşı bölgesinde de kızarıklıkların artacağı gibi absürt bir fikirdir - ki bu da aşıyla ilgili değil, su sıcaklığının kendisi ve derinizle ilgili bir problemdir.[3] Ancak bu kadar sıcak duş almak, zaten aşı etkinliğini değiştirmekten çok daha önemli zararlar verecektir. Normal bir şekilde duş almanın herhangi bir zararı yoktur. Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Dilek Arman şöyle diyor:[3]
"Aşıdan sonra duş alınmaması, kişilerin mantık yolu ile oluşturdukları bir önlem olsa gerek. Aşı sonrasında aşırı sıcak duş almak, sadece lokal reaksiyon riskini artırabilir. Ancak bunun dışında, “Herhangi bir aşı sonrası duş alınmaz” diye bilimsel bir bilgi yok. Çünkü aşı uygulaması sonrasında cilt açıklığı hızla kapanıyor, buradan vücuda mikrop girmesini beklemiyoruz."
Henüz bilmiyoruz. Fakat şu anki veriler, aşının (özellikle de semptom göstermeyen veya enfeksiyonu hafif geçiren bazı insanlarda) gerçek enfeksiyondan daha büyük ve kalıcı antikor cevabı üretebileceğini gösteriyor.[1] Klinik deneylerden gelen diğer verilere göre, aşılardan gelen bağışıklık cevabı en azından birkaç ay boyunca sürüyor. [2]
Ancak aşının verdiği bağışıklık tepkisi zamanla azaldığı gibi, COVID-19 hastalığını atlatanların bağışıklığı da zamanla azalmaktadır. Dolayısıyla, her iki durumda da "hastalan, iyileş ve bir daha hasta olma" veya "aşılan ve bir daha hasta olma" mantığının uygulanamayacağı açıktır.[2] Aşılarda da muhtemelen hatırlatma dozları uygulanması gerekecek ve bu sayede hem bağışıklık tepkisi tetikte tutulabilecek hem de yeni varyantların özellikleri savunma sistemine tanıtılabilecek.
Hayır, gerçek enfeksiyondan kazanılan bağışıklık her zaman aşıdan daha iyi değildir. Örneğin, 3 Aralık 2020’de Moderna mRNA aşısıyla ilgili yeni bir güncelleme paylaşıldı ve önceki klinik aşı denemelerinde aşılanan otuz dört hastadan alınan örneklerde son aşıdan sonra hala bazı hastalarda antikor bulundu.[1] Örnek hastaların arasında antikorlarının dayanıklı olduğunu gösteren 71 yaşında hastalar da vardı. Aşağıdaki tabloya baktığımızda antikor seviyesinin yavaşça azaldığı açıkça görülüyor, ama bu aşının en azından birkaç aylık koruma sağladığını gösteriyor.
Buna benzer şekilde, Pfizer aşısını olmuş deneklerdeki antikor seviyelerini gerçek COVID-19 enfeksiyonunu atlatmış kişilerin kanındaki antikorlarla kıyaslayan bir veri analizi, aşının gerçek COVID-19'dan iyileşmiş hasta örneklerine göre 2-4 kat daha fazla antikor oluşmasını sağladığını göstermiştir.[2]
Daha yakın tarihte yayınlanan bir makalede, aşılı ve aşısız (ama hastalığı atlatmış) bireylerdeki 3.800 nokta mutasyonu incelenmiş ve bağışıklık tepkilerinin nasıl farklı olduğu gözlenmiştir.[3] Bu çalışmanın sonucuna göre, mRNA aşıları gerek üretildikleri varyantlara karşı gerekse de sonradan evrimleşecek varyantlara karşı daha başarılı ve geniş spektrumlu bir savunma tepkisini doğurmaktadır.
Bu nedenle hastalığı atlatan kişilerin de en azından 1 doz aşı olarak, aşının yarattığı bağışıklık tepkisinden de faydalanması istenmektedir.
Evet, olabilir; ancak bu ihtimal, aşı olmayan birine göre %100'e yakın bir oranda, yani çok ama çok daha düşüktür.
Bir aşı, bir insanın bir hastalığa karşı ekstra ve çok güçlü bir savunma hattı oluşturabilmesini sağlayan bir araçtır. Ancak her savaşta olduğu gibi, ölümcül hastalıklarla mücadelede de düşman, savunma hattını yarıp geçebilir. Yarma vakası (İng: "breakthrough case"), bir hastalığa karşı üretilen aşının olunmasından sonra 14 günlük bağışıklık tepkisi süresi dolmasına rağmen kişinin o hastalığa yakalanması durumudur. %100 koruma sağlayamayan her aşıda yarma vakaları kaçınılmaz olarak var olacaktır ve beklendik bir durumdur.
COVID-19 aşıları %100'e çok yakın düzeylerde koruma sağlıyor olsa da, bu oran %100 olmadığı sürece mutlaka aşıyı olmasına rağmen hastalığa yakalanan bireyler olacaktır. Dahası, şu anda virüs o kadar yaygın ve kontrolden çıkmış halde ki, tam da aşıyı olduğunuz günlerde (birkaç gün önce veya sonra) virüsü kapma ihtimaliniz oldukça yüksek; dolayısıyla "aşıyı olmasına rağmen hastalığa yakalanan" bazı insanlar, daha aşı işlevini göstermeye başlayamadan, yani aşı üzerinden henüz 2 haftalık süre geçmeden hastalanmış olacak (buna tesadüfi enfeksiyon diyoruz).
Ayrıca virüsü kontrol altına alamadığımız ve buna bağlı olarak evrimleşmeyi sürdürdüğü müddetçe, daha eski varyantlara yönelik olarak üretilen aşıların etkisi azalabilir. Bu nedenle yeni evrimleşen varyantlar, aşılıları da daha fazla etkileyebilir. Ama bu durumda bile aşılı birinin COVID-19'a yakalanma ihtimali, aşısız birininkinden onlarca kat düşük olacaktır. Dahası, aşılı birinin hastalığı ağır geçirme veya ölme ihtimali, aşısız birine kıyasla yok denecek kadar az olacaktır.
Cevaba GitŞu anda alkol tüketiminin aşı etkinliği üzerindeki etkisine dair bir araştırma bulunmamaktadır. Dolayısıyla aşı sonrası alkol tüketimine dair öneriler, bağışıklık sisteminin geneli ile alkol arasındaki ilişkiden yola çıkarak yapılan tahminlere dayanmaktadır.
Az veya orta düzeyde alkol tüketiminin COVID-19 aşı etkinliğini herhangi bir şekilde etkilemesi beklenmemektedir. Hatta bu şekilde alkol tüketimi, enflamasyonu azaltıcı etkiye sahip olarak savunma sistemini bir miktar pekiştirebilir.[7][8][9][10] Fakat bu bulgular, savunma sistemini pekiştirmek için alkol tüketimini önermeye yeterli düzeyde değildir.[1]
Öte yandan ağır alkol tüketimi, özellikle de tek sefer değil de uzun süre devam eden ağır alkol tüketimi, savunma sistemini baskılayarak aşı etkinliğini azaltabilir.[1][2][3][4][5][6] COVID-19 aşısının etki göstermesinin 14 gün kadar sürebildiği bilinmektedir. Bu süreçte vücudunuzun savunma sistemini zayıflatacak davranışlardan kaçınmanız önemlidir.
Alkol tüketiminin spesifik bir kişinin savunma sistemini nasıl etkileyeceğini bilmek imkansız olduğu için, bunu hâlihazırda yapmanız durumunda aşı etkinliğinin nasıl değiştiğini bilmek mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla aşı olduktan sonraki 2 hafta içinde ağır alkol tüketiminden kaçınmanızı öneririz.
Sürü bağışıklığı veya toplum bağışıklığı (İng: "herd immunity"); bir popülasyonun belli bir yüzdesinin enfeksiyon veya aşılama yoluyla, bakteri veya virüs gibi patojenlere karşı bağışık hale gelmesi ve bu sayede, toplumun geri kalanının da o patojenin sebep olduğu enfeksiyondan korunması veya o patojenden etkilenme riskinin azalmasıdır.
Bir diğer deyişle sürü bağışıklığı, toplumda aşılanan veya belli bir hastalığı atlatan kişilerin, toplumda henüz aşılanmayan veya o hastalığa henüz yakalanmamış kişileri de koruma özelliğidir. Örneğin aşılama çalışmalarında, popülasyonun en azından "sürü bağışıklığı kazanabilecek düzeyde" aşılanması hedeflenir ki, aşı olmayan kişiler de bu bağışıklık sayesinde korunabilsin.
Bugüne kadar aşılar sayesinde birçok ülkede kızamık, kabakulak, çocuk felci ve suçiçeği gibi hastalıklarda sürü bağışıklığı seviyesine erişilmiştir. Bu durumda da ara sıra salgınlar patlak verebilir; ancak sürü bağışıklığı olmayan durumda olacağının aksine, günümüzde bunlar çok daha seyrek ve sınırlı coğrafyalarda yaşanmaktadır. Kimi zaman şans eseri aşılanmamış bireylerin bir arada bulunması ve bu hastalıkların patojenlerinin ortamda bulunması halinde ufak salgınlar patlak verebilmektedir. 2019 yılında Disneyland'de görülen kızamık salgını bunun bir örneğidir. Grip gibi virüsler ise çok hızlı (grip örneğinde 1 yıldan kısa sürede) evrimleştikleri için, toplumun sürü bağışıklığı noktasına erişmesi hiçbir zaman mümkün olamayabilir.
Cevaba GitAşı yaptırmayan insanlar, topluma karışmadıkları müddetçe teknik olarak toplumu tehdit etmezler; sadece kendileri için bir tehdit unsurudurlar. Çünkü virüsler ve bakteriler kapıya gelen apartman görevlisi, marketten sipariş verilen cisimler, havalandırma yolları vb. nedenlerle evin içine ulaşıp, kişilerin kendisi dışarı çıkmasa bile bireyleri hasta edebilirler (tabii bu, dışarı çıkan birine nazaran çok ama çok daha düşük ihtimallidir). Ancak bu, pandemi açısından büyük bir sorun değildir; çünkü bir insan nasıl öleceğini kendisi seçebilir (veya en azından seçebilmesi gerektiği makul bir şekilde savunulabilir). Bir birey, eğer ki aşılara karşı bilimsel hiçbir temeli olmayan nedenlerle duyduğu güvensizlik nedeniyle, önlenebilir bir hastalığa yakalanarak ölmek istiyorsa, bu, kişinin kendi tercihidir. Bunun etik tarafı, ötanazi veya intihar gibi konularla aynı başlık altında, felsefi olarak tartışılabilir.
Sorun, (neredeyse) hiçbir insanın toplumdan izole yaşayamaması gerçeğinde başlamaktadır. Aşılara dayanağı olmayan şekilde bir güvensizlik besleyen aşı karşıtları ve bunların çocukları, toplum içine çıktıklarında, aşılar sayesinde hastalıklara karşı ördüğümüz savunma duvarında delik açıyorlar (aynı şey, maske takmayan bireyler için de geçerli). Neden? Çünkü toplum %100 aşılanamıyor (sadece aşı karşıtları dolayısıyla değil, teknik yetersizlikler, altta yatan hastalıklar, alerjiler, vb. gerekçelerle de). Örneğin toplumun %15'i bile aşı karşıtlığı harici nedenlerle aşısız kalacak olsa, Türkiye'de bu, 12.450.000 civarı kişinin aşısız olması demektir. Bir salgında bu kişilerin her biri savunmasız demektir.
Bahsettiğim gibi, bu kişilerin aşısız olma nedeni aşılara karşıt olmaları olmayabilir. Sağlık hizmetlerine erişimi daha kısıtlı olan kırsal yaşam alanlarında yaşıyor olabilirler. Bir aşının içindeki bir maddeye alerjileri vardır, ondan olamıyorlardır. Aşı olmalarını gerektiğini bilmiyorlardır, vs. Bu gibi milyonlarca kişi, aşı olmaları gerektiğini bilen, aşı olabilmeleri önünde hiçbir engel bulunmayan kişiler nedeniyle doğrudan doğruya virüslerin ve bakterilerin hedefi haline geliyorlar. İşte bu nedenle toplumda yeterince kişinin aşılanması çok önemli, çünkü kazanılan toplumsal direnç, aşı olmayan kişiler etrafında da duvar örüyor. Ama ne kadar çok insan aşısız olursa, toplum sağlığı o kadar tehdit altında oluyor.
Sadece bu da değil. Aşı olmadıkça, virüslere ve bakterilere bulaşabilecekleri alanlar sağlamış oluyoruz. Bu da, onların üreme döngülerini sürdürebilmelerini ve evrimleşmelerini mümkün kılıyor. Ama toplumun çoğu aşılandığında, sadece insanlara bulaşabilecek biçimde özelleşmiş virüs ve bakteriler çoğalamıyorlar/üreyemiyorlar ve dolayısıyla efektif olarak onları durdurmuş oluyoruz. Bu nedenle sebep oldukları hastalıklar toplumdan siliniyor, böylece yeni nesiller bu berbat hastalıkların neye sebep olduğunu hatırlayamıyorlar, "cool" olmak istedikleri için aşı karşıtlığı yapıyorlar ve toplumun geri kalanının sağlığını, antik ve bize yenilmiş hastalıklarla yeniden tehdit ediyorlar, böylece aşıların önemi bir kez daha anlaşılıyor, halkın bebekleri pıtır pıtır ölmeye başlayınca aşı karşıtları üzerinde baskı oluşuyor, toplum yeniden aşılanıyor ve hastalıklar (şanslıysak) yeniden siliniyor ve yeni nesil gene bu hastalık ve salgınların ne berbat şeyler olduğunu unutuyorlar ve döngü böyle devam ediyor.
Alternatifi, bilimi anlamak, bilime güvenmek ve rasyonel olmak. Aşılarla ve sözünü ettiğim hastalıklarla ilgili daha fazla bilgi burada.
Cevaba GitBu sorunun basitleştirilmiş cevabı, sürü bağışıklığının popülasyonun en az %67'sinin aşılandığında başladığı, %90 civarına ulaşıldığında salgının durmasının beklendiği yönündedir. Ancak bu sayılar, sihirli sayılar değildir ve birçok faktörden etkilenmektedir. Üstelik bu sayılar her gün dinamik olarak değişmektedir.
Öncelikle, bu sayıların hesabı, virüse karşı hiçbir önlem alınmadığı, popülasyondaki kimsenin virüsü atlatmadığı ve herkesin virüse tamamen açık olduğu duruma dayalı olarak hesaplanmaktadır. Kuşkusuz salgının devam ettiği bir ortamda bu faktörlerin hiçbiri sağlanamaz; çünkü virüse karşı aktif olarak önlem alınmaktadır, popülasyonun önemli bir kısmı hastalığı atlatmıştır ve dolayısıyla toplumdaki herkes virüse eşit derecede açık değildir.
Benzer şekilde, bu sayılar aşıların herkese aynı anda yapıldığını varsaymaktadır. Halbuki aşı tedariki ve halkın aşı olmaya karar vermesi konusunda tutarsızlıklar mevcuttur. Bildiğimiz üzere, bağışıklık zamanla zayıflamaktadır. Örneğin toplumun %85’i aşılanmayı seçerse fakat bazı kısıtlamalar yüzünden bu %85’in aşılanması 12 aya yayılırsa, sonlara sıra gelene kadar ilk aşılanan insanların bağışıklığının azalmış olması mümkündür. Bu örnek, teorik bir hesaplamadır ve sadece neden sürü bağışıklığına ulaşmak için gereken insan sayısının kesin olarak hesaplanmasının zor olduğunu göstermek için verilmiştir. Ancak bu tür faktörlerin gözetilmesi önemlidir.
Ancak merak edenler için, bu %67 sayısının nereden geldiğini izah edebiliriz: Sürü bağışıklığına, hasta olan 1 kişinin ortalamada 1'den daha az sayıda yeni vaka yarattığı zaman ulaşılmış olur. Bu durum, üreme sayısı olarak bilinen sayısının (yani bir kişinin hastalığı bulaştırdığı ortalama kişi sayısı) hiçbir ek önlem olmayan şartlar altında 1'in altına düşmesi demektir. Bireylerin homojen bir şekilde karıştığı ve her birinin hastalığa eşit miktarda açık olduğu ve hastalığı eşit miktarda yaydığı şartlar altında değeri şu şekilde hesaplanır (Denklem 1):
Bu denklemde farmasötik (ilaç ile ilişkili) olmayan önlemlerden ötürü bulaşma oranlarındaki göreli azalmadır; hastalığa dirençli bireylerin oranıdır; hastalığa tamamen açık bir popülasyon içinde hiçbir önlem alınmadığındaki üreme sayısıdır.
sayısı popülasyona bağlı olarak ve zamanla değişebilir; ayrıca bireyler arasındaki temasların doğasına ve sayısına göre ve potansiyel çevresel faktörlere göre de değişebilir. Eğer hiçbir kontrol önlemi yoksa (yani ise), sürü bağışıklığı için gereken koşul (yani olmak üzere, koşulu), hastalığa karşı direnci olan kişilerin oranı olduğunda sağlanır.
SARS-CoV-2 için birçok tahmini 2.5-4 arasındadır ve bu temel üreme sayısının sayının aldığı değerler, anlamlı bir coğrafi örüntü göstermemektedir (yani coğrafyadan bağımsız gibi gözükmektedir). Fransa için hesaplanan değeri için sürü bağışıklığına erişmek için gereken bağışıklığa sahip birey oranı %67'dir.
Yukarıdaki Denklem 1'den de görebileceğimiz gibi, sürü bağışıklığının olmadığı şartlar altında, popülasyondaki dirençli birey sayısı arttıkça, salgını önlemek için alınan sosyal mesafelendirme önlemleri azaltılabilir. Örneğin eğer popülasyon hastalığa tamamen açıksa, olan bir durumda, salgının önüne geçmek için bulaşma oranlarının %67 düzeyinde azaltılması gerekir; ama eğer popülasyonun 3'te 1'i halihazırda sürü bağışıklığına erişmişse, salgının önüne geçebilmek için bulaşma oranları %50 düzeyinde azaltılmalıdır.
Kimi durumda, popülasyon bağışıklığı düzeyine ulaşmadan da sürü bağışıklığına erişmek mümkün olabilir. Örneğin eğer bazı bireyler, daha fazla sayıda temasta bulundukları için hastalığa yakalanmaya ve hastalığı yaymaya daha meyillilerse, bu tür süper-yayıcılar muhtemelen hastalığa en erken yakalanacaktır. Bu süper-yayıcılara bağlı olarak, popülasyon içinde hastalığa açık birey sayısı hızla azalacaktır ve hastalığın yayılma hızı yavaşlayacaktır.
Hele ki eğer bazı analizlerin gösterdiği gibi değeri 2-2.5 değil de, örneğin 3 ise, toplumun %50'sinin değil, %66'sının hastalığa yakalanması gerekiyor demektir. Bu, Dünya popülasyonu için, fazladan 1.2 milyar kişinin daha hastalığı atlatıp direnç kazanması gerektiği anlamına geliyor! Yine %0.5'lik bir ölüm oranı varsayımıyla, fazladan 6 milyon kişinin ölmesi gerekmesi demek olurdu.
Cevaba GitYeni koronavirüs, karton kutular üzerinde en fazla 24 saat civarında kalabilmektedir. Birçok kargo işlemi bundan çok daha uzun sürdüğü için, gönderen tarafında bulaşacak bir virüsü kapma ihtimaliniz yok denecek kadar azdır.[1] Elbette kargo personelinin sağlıklı olması ve kargo firmalarının COVID-19 şüphesi olan çalışanları ücretli izne göndermesi önerilmektedir.
Dahası, COVID-19 bulaşma vakalarının ezici çoğunluğu hasta biriyle aynı ortamda bir süre bulunma sonucunda, havadaki aerosoller ve damlacıklar aracılığıyla yaşanmaktadır. Yüzeylerden virüs bulaşma ihtimali çok daha düşük görülmektedir.
Tüm bu nedenlerle kargo paketlerine özel ihtimam göstermenize gerek yoktur. Ama eğer ekstra önlem almak isterseniz, kargo paketlerinizi 1 gün beklettikten (Güneş altında olması şart değil) sonra açabilirsiniz. Paketleri açtıktan sonra ellerinizi yıkamayı unutmayın, pakete dokunduğunuz sırada burnunuza, ağzınıza ve yüzünüze dokunmamaya özen gösterin.
Evet, hastalığı atlatanların da en azından 1 doz aşı olmaları önerilmektedir. Ancak şu anda COVID-19'u atlatan kişilerin de sanki hastalığı hiç atlatmamışlar gibi tam doz aşı olmaları önerilmektedir.[1] Yani mRNA aşıları için bu, 2 doz aşı olmak demektir. Tam dozu tek doz olan aşılarda (örneğin Johnson & Johnson aşısında) tek doz olunabilir. COVID-19'u atlatanların 2 dozluk aşıların sadece 1. dozunu olmaları, hiç aşı olmamalarından daha iyi bir savunma iyileşmesine neden olmaktadır.[2][3][4] Ancak ikinci dozu da olmanın bir zararı olmadığı gibi, ekstra fayda sağlama potansiyeli mevcuttur ve bu nedenle birçok ülkede şimdilik önerilmektedir.[5]
COVID-19'u atlatanların aşı olması hâlinde, aşıların savunma sistemini güçlü bir şekilde tetikleyerek daha da uzun süreli ve sağlam bir koruma sağladığı görülmektedir.[1] Ayrıca henüz COVID-19'u olup da atlatanların ne süreyle ve ne düzeyde korunduklarını net olarak bilmemekteyiz. Bazı insanların savunma sistemleri, özellikle de COVID-19'u hafif ve orta şiddetli geçirdiklerinde yeterli savunma tepkisi oluşturamayabilmektedir. Benzer şekilde, her ne kadar nadir olsa da COVID-19'u atlatanlar tekrardan hastalığa yakalanabilmektedirler. Aşı, bağışıklık sistemini virüsten farklı bir şekilde tetikleyerek ve daha önemlisi, bunu vücuda hasar vermeden yaparak, daha sistemli ve sağlıklı bir kontrol tepkisini tetikleyebilmektedir. Bununla ilgili bir çalışmayı buradaki cevabımızda görebilirsiniz. Bu nedenle, savunma sisteminizin durumundan şüphe etmeniz halinde (ki bunu bilmek pek kolay değildir), tek doz değil, 2 doz aşı olmanız önerilmektedir.
2 dozun tek dozdan dikkate değer bir faydası olmadığını gösteren çalışmaların bilim camiasındaki kabulü artacak olursa, bu öneri tek dozdan yana değiştirilebilir (bu yönde çağrılar yapan araştırmacılar mevcuttur).[6] Bu, aşıya ihtiyaç duyan ve erişimi kısıtlı olan popülasyonlara aşı tedarikini de pekiştirebilir. Fakat an itibariyle genel görüş, hastalık geçmişinin aşı dozunu etkileyen bir faktör olmaması gerektiği yönündedir.[7]
Eğer hastalığı atlatırken monoklonal antikorlar veya konvalesan plazma ile tedavi edildiyseniz, hastalığı atlattıktan sonra 90 gün beklemeniz önerilmektedir.[1] Eğer hangi tedaviyi olduğunuzu bilmiyorsanız, hekiminize danışmanızı öneririz.
Evet, COVID-19 geçirenler de 2 dozluk aşıların 2. dozunu, COVID-19 geçirmemiş kişilerle aynı aralıkta olmalıdır.[1] Örneğin Pfizer/BioNTech aşısı için bu süre 3 hafta olarak belirlenmiştir ve COVID-19 geçiren kişiler de ilk dozdan sonraki 3. haftada 2. dozu olmalıdırlar. Eğer COVID-19 testiniz pozitifse, bu test negatif olana kadar (genelde en az 10 gün süreyle) aşı olmayınız. COVID-19 geçirdikten sonra "çok erken" aşı olmanın bilinen hiçbir zararı yoktur; ancak eğer COVID-19 nedeniyle savunma sisteminiz baskılanmış haldeyse, aşının uzun dönem koruyucu etkisi azalabilir.[3]
Eğer herhangi bir zorunluluk veya aksaklık nedeniyle 2. dozu 3 hafta sonunda olamayacaksanız veya olamadıysanız, 3. hafta tamamlandıktan sonra 2. dozu olabildiğiniz en kısa sürede aşılanmayı tamamlamalısınız. Örneğin 2. dozu en erken 3 hafta 4 gün sonra olabiliyorsanız, 3 hafta 4 günden daha fazla beklememelisiniz. COVID-19 sonrası aşılanmada 2. doz hakkında daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
COVID-19'u atlatanların da COVID-19 geçirmeyenlerle ikinci dozu aynı bekleme süresi sonrası alması önerisinin nedeni, bugüne kadar yapılan akademik çalışmaların neredeyse tamamen bu önerilen aralıklarda yapılmış olmasıdır. Bunun haricinde bir öneride bulunmak, eldeki akademik verilerle örtüşmeyecektir. Eğer bu konudaki akademik yönergeler zaman içinde değişecek olursa, bu yönergeleri takip etmeniz önerilmektedir.
Eğer hastalığı atlatırken monoklonal antikorlar veya konvalesan plazma ile tedavi edildiyseniz, hastalığı atlattıktan sonra 90 gün beklemeniz önerilmektedir.[2] Eğer hangi tedaviyi olduğunuzu bilmiyorsanız, hekiminize danışmanızı öneririz.
Evet. 5 yaş ve üzeri çocukların COVID-19 aşısı olması güvenlidir. Amerikan Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (CDC) ve Amerikan Pediyatri Akademisi, 5-17 yaş grubundaki çocukların da COVID-19 aşısını bir an önce olmasını önermektedir; çünkü özellikle de delta varyantı gibi varyantlar, gençleri orijinal virüse göre daha fazla etkilemektedir.[1][2][3]
Bu cevabın girildiği sırada, henüz bu yaş grubuna yönelik yeterli veri toplanmamış olmasından ötürü 5 yaş altındaki çocukların aşı olması önerilmemektedir.
16 yaş altı çocuklar için de aşının yapılabileceği gösterilmeden önceki deneylerde, 16 yaş ve üstü insanlar üzerinde denemeler yapılmış ve aşının son derece güvenli ve etkili olduğu gösterilmiştir. Sonradan 12-16 yaş grubu üzerinde de çalışmalar tamamlanmış ve bu grup için de aşının tamamen güvenli ve etkili olduğu gösterilmiştir.
Şu anda 6 aylık - 5 yaş arası çocuklar üzerindeki deneyler devam etmektedir.
COVID-19 aşısı olmak (ve çocuklarınızı aşılamak), COVID-19 hastalığına yakalanıp ağır semptomlar geçirme ve hatta ölme riskinizi dikkate değer miktarda azaltmaktadır.
Henüz aşının onaylanmadığı yaş grubunda olan veya herhangi bir sağlık sorunu nedeniyle COVID-19 aşısı olamayan çocukları korumanın en iyi yolu, onlarla temas eden herkesin tam doz aşılanmasıdır. Örneğin ABD'de, çocuklara daha kolay bulaşabilen Delta varyantının baskın olduğu dönemde, çocuklar arası en çok vaka artışının görüldüğü eyaletler, aynı zamanda aşılanma oranlarının en düşük olduğu eyaletlerdi. Aşılanma oranları arttıkça, çocuklarda hastalanma oranları belirgin bir şekilde azaldı:[1][2]
Her ne kadar COVID-19'a yakalanan çocuklarda ağır hastalık geçirme ihtimali kısmen düşük olsa da bu risk sıfır değildir ve yeni varyantlarla yavaş yavaş artma yönünde seyretmektedir. Ancak aşılar, çocukları korumak açısından etkili bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır: Aşılama oranlarının en düşük olduğu eyaletlerde, çocukların hastanelik olma riski aşı oranı daha yüksek olan yerlere göre 3.7 kata kadar yüksektir.[3]
Dolayısıyla çocukların yaşı veya sağlık durumu aşılanmaya izin vermese bile, etrafındaki kişilerin aşılanması, sürü bağışıklığı etkisi dolayısıyla çocuklarda hastalık riskini dikkate değer miktarda azaltmaktadır.
Kısa cevap: Hamile kadınlarda aşının güvenli veya etkili olup olmadığını bilmiyoruz, çünkü klinik deneylerde bugüne kadar dahil edilmediler. Az sayıda gebe kadını içeren çalışmalarda, aşının anne adaylarını veya çocuklarını herhangi bir şekilde olumsuz etkilediğini gösteren hiçbir bulguya ulaşılamadı. Dolayısıyla bu konuyu gebeliğinizi takip eden hekiminizle konuşmanızı öneririz; çok büyük bir ihtimalle, aşıyı olmanızda herhangi bir engel görülmeyecektir.
Gebe kadınlarda aşı etkilerini araştırmak, iki ucu riskli bir değnektir: Eğer hamile kadınlarda COVID-19 aşısının zararı yoksa, o aşıyı yapmamak gebeleri riske atmak demek olacak; ancak elde veri yokken, aşının herhangi bir zararı olmadığını varsaymak da doğru olmaz. Hamile kadınlar olası zararlardan korumak için klinik çalışmalara dahil edilmediğinden bu konuda karar vermek için bilgimiz çok az. Hamile kadınların, hamile olmayanlara kıyasla COVID-19'u daha şiddetli geçirdiği düşünülecek olursa, durum daha da karmaşıklaşıyor.
Ancak şunu söyleyebiliriz: Hamile iken (özellikle de 3. trimesterde) COVID-19 aşısı olmayı seçenleri inceleyen güncel çalışmalarda, aşıdan kaynaklı olarak edinilen bağışıklık tepkisinin fetüslere de geçebildiği ve potansiyel olarak onları doğum sonrasında da koruyabileceği gözlendi. Ayrıca COVID-19 aşısından kaynaklı antikorların bebeklerin gelişiminde olumsuz bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bulguya ulaşılamadı. Benzer şekilde, aşıların gebe kalmaya çalışan kadınların veya eşlerinin üreme başarısını etkilediğini gösteren herhangi bir araştırma da yok (tam tersine, üreme başarısını artırdığını gösteren bir çalışma mevcut).
Gebelik sırasında COVID-19 aşısı olmak, sizi COVID-19 hastalığını ağır geçirmeye karşı koruyabilir. Ancak en doğru kararı almak için, hekiminizle görüşmenizi önemle tavsiye ederiz.
Cevaba GitÖncelikle, aşılarda alerjik reaksiyondan söz ederken, baharda deneyimlenen polen alerjisi gibi bir alerjik reaksiyondan söz edilmemektedir. "Aşırı alerjik tepki"den söz edilmektedir. Bu tepki, epinefrin kullanacak ve/veya hastanelik olacak düzeyde alerjik tepkidir. Hafif kızarıklıklar gibi tepkiler buna dahil değildir.
Alerjileri olan biriyseniz, aşı olup olmamamanız gerektiğini veya hangi aşıyı olmanız gerektiğini çok basit ve CDC tarafından da önerilen bir algoritmayla, kendiniz çözümleyebilirsiniz:[1]
Aşırı alerjik reaksiyon çok nadir görülen bir durumdur. mRNA aşılarında buna sebep olan en olası bileşen polietilen glikol isimli bir lipittir. Bunu sadece bu aşılarda kullanmıyoruz, grip aşısından cilt kremlerine ve diş macunlarına kadar birçok üründe bulunuyor. Eğer spesifik olarak bu yağ bileşenine alerjiniz varsa, (doğal olarak) içeriğinde polietilen glikol olan bir aşı olmamalısınız.
Benzer şekilde, COVID Kolu olarak da bilinen, aşı bölgesinde birkaç gün sonrası ilâ 1 hafta sonra oluşan, kimi zaman oldukça iri bir kırmızı kızarıklık bölgesi de bir çeşit alerjik reaksiyondur. Ancak bu reaksiyon, tehlikeli değildir ve ikinci doz aşıyı olma önünde engel teşkil etmemektedir. Sadece aşıyı olurken, ilk dozda bu tür bir reaksiyon geçirdiğinizi hekiminize bildirin. Bu durumda hekiminiz, ikinci dozu diğer kolunuzdan olmanıza karar verebilir (bu şart değildir).
Tekrardan: Bunlar haricindeki kimsenin aşı alerjisinden, diğer herhangi bir şeye karşı alerji geliştirmekten daha fazla korkmasına gerek yok.
Evet, maske takmalısınız; çünkü maskeler işe yarıyor. Maskeler, SARS-CoV-2 virüsünün yayılımını büyük oranda engelleyerek salgını yavaşlatıcı etkiye sahip. En basitinden, pandemi-harici bağlamlarda da savunma sistemini ilgilendiren ve hijyeni gerektiren ortamlarda hekimlerin maske takma zorunluluğunu düşünün. Maskelerin çalıştığını onlarca yıldır bilmekteyiz ve etkili bir şekilde kullanmaktayız.
Salgın başlangıcındaki maske kararsızlığı; maske üretim fabrikalarının hazırlıksızlığı, hastanelerde maske tedarikinin genel halktan daha önemli olması, halkın maske kullanmaya alışık olmaması ve virüse dair çok az şey biliyor olmamızdı. Bu sorunların hepsi ortadan kalktıktan sonra, bir solunum yolu hastalığı olan COVID-19'a karşı yaygın maske kullanımı, tartışmasız bir şekilde başarılı bir pandemiyle mücadele yöntemi hâline geldi.
Maskelerle ilgili olarak dikkat etmeniz gereken bazı detaylar şunlardır:[1]
Maske kullanımında dikkat edilmesi gereken diğer noktalarla ilgili olarak buradan bilgi alabilirsiniz. Farklı maske tipleriyle ilgili bilgiyi buradan ve buradan alabilirsiniz.
Maskelerin delik büyüklüğü ile virüslerin boyutu arasında doğrudan bir ilişki yoktur; çünkü SARS-CoV-2 gibi virüsler kendi başlarına, 100 nanometrelik boyutları ile bulaşmazlar. Aerosol ve damlacık yoluyla bulaşan virüsler, tükürük parçacıkları gibi çok daha iri parçacıkların içine yüzlercesi gömülmüş halde yer değiştirir ve bulaşırlar. Bu nedenle maskelerin tekil virüsleri değil, virüsleri taşıyan damlacık ve aerosolleri engellemesi gerekmektedir. Maskeler bunu başarıyla yapabilmektedir.
Ek olarak, neredeyse hiçbir maskenin tek katlı olmadığı hatırlanmalıdır: Karmakarışık bir örgü ve çok sayıda katmandan oluşan maskelerin porları (açıklıkları) tam olarak üst üste gelmez. Buna bağlı olarak delik açıklığı belli bir boyutta olan maskenin gerçek delikleri çok daha küçük olmaktadır. Yani bir pora girebilen bir parçacık, bir sonraki katmanda durdurulabilmektedir.
Durdurulan ve maskeye yapışan virüslü damlacıklar ve aerosol parçacıklar buharlaştıktan sonra geride virüsleri bırakabilirler. Bu yüzden maskeler, üreticiler tarafından belirlenen yönergeler çerçevesinde kullanılmalı ve tekrar kullanılmak üzere üretilmeyen maskeler düzgünce tıbbi atık kutularına atılmalıdır (veya plastik poşete sarılarak çöpe atılmalıdır).
Ayrıca maskelerin koruyuculuğunun %100 olması şart değildir; hatta birçok maske zaten bu kadar başarılı bir filtreleme yapamaz (bu, bilinen bir gerçektir). Her maskenin filtreleyebildiği parçacık düzeyi farklıdır ve üretici tarafından özel olarak yapılan/yaptırılan testlerle belirlenir. Maske terminolojisi uluslararası bir şekilde denetlenmediği için, hangi maskelerin ne düzeyde koruma sağladığını evrensel olarak belirlemek zordur. Ancak genel olarak N95 olarak nitelendirilen ve FDA onaylı maskeler, 300 nanometrenin altındaki cisimlerin %85-90 kadarını, 100 nanometrelik cisimlerin %54.9-%92'sini filtreleyebilmektedir.[1][3]
Bir maskenin koruma başarısı aşağıdaki faktörlere göre değişebilir:
Dolayısıyla maskeler, kusursuz bir savunma aracı değildir; fakat yeterince fazla kişi tarafından, yeterince koruyucu maskeler takılacak olursa, virüsün temel üreme sayısını düşürerek salgını yavaşlatma ve hatta durdurma gücüne sahiplerdir. Yani maskeler, sadece bireysel bir önlem aracı olarak görülmemeli, pandemiyle mücadelede etkili yöntemlerden biri olarak kullanılmalıdır.
Sonuç olarak, maskelerin tek başına pandemiyi durduramıyor olması, maskelerin sizi korumadığını ve pandemiyi yavaşlatmadığını göstermez. Maskelerin kusursuz olmadığı zaten bilinen bir gerçektir. Eldeki bütün veriler, yaygın maske kullanımının pandemiyi dikkate değer miktarda yavaşlatabildiğini göstermektedir.[2][4][5][6]
Bu soruyu rasyonel olan ve olmayan kişiler için, ikiye ayırarak cevaplamakta fayda var.
Kendinizi genel olarak rasyonel (mantıklı) biri olarak görüyorsanız, cevap evet. Aşılar, COVID-19 pandemisiyle mücadelede bugüne kadar geliştirdiğimiz en güçlü araçlar; ancak kusursuz değiller. Maske takmak ve sosyal mesafe kurallarına uymak o kadar zor olmadığı için, bir süre daha maske takmakta ve insanlarla aranızdaki mesafeyi korumakta fayda var. En azından popülasyonun ezici çoğunluğu aşılanana kadar ve virüsün evrimsel değişiminin ne yönde ilerlediğini görene kadar. Hem bunlar, aşıların yaygınlaşmasıyla eş zamanlı olarak yükselişe geçen grip ve nezle gibi hastalıklara yakalanma ihtimalinizi de düşürecektir. Ama tam doz aşılandıysanız, bu önlemleri bir miktar gevşetmenizde ve endişe seviyenizi azaltmakta bir sakınca yok.
Kendinizi genel olarak rasyonel olmayan (mantıksız) biri olarak görüyorsanız, teknik olarak maske takmayabilirsiniz ve sosyal mesafe kurallarına uymayabilirsiniz. Ama aşıların %100 koruma sağlamadığını, sadece elimizdeki en güçlü korunma araçları olduğunu hatırlatmakta fayda var. Maske takmayı bırakıp, sosyal mesafeye uymayarak kendinizi ve sevdiklerinizi riske atmaktasınız. Aslında maske ve sosyal mesafe çok kolay ve etkili araçlar; ancak eğer ki bu basit önlemleri almaya devam etmek sizin için kabul edilemezse, aşılanmak ve sevdiklerinizin aşılandığından emin olmak, yapabileceğiniz en iyi korunma yolu olacaktır. Ancak mümkün olduğunca maske takmanızı ve sosyal mesafeye dikkat etmenizi öneririz.
Cevaba GitBir aile toplantısında herkes aşı olduysa ve aşılanma üzerinden en az 14 gün geçtiyse, bu kişilerin maskesiz bir şekilde bir arada olması sırasında COVID-19'a yakalanma ihtimalleri çok düşüktür, ama sıfır değildir.
Burada kişisel risk algısı devreye girmektedir. Eğer bulunduğunuz aşılı kişiler ve ortam, maske takmayı imkansız hâle getiriyorsa, o düşük riski kabul ediyorsunuz demektir. Eğer maske takabilecek olursanız, risk daha da azalacaktır; ama teknik olarak sıfıra inmeyecektir. Dolayısıyla ne kadar çok savunma hattına sahipseniz, virüse yakalanma ve onu yayma ihtimaliniz de o kadar azdır.
Alabileceğiniz bir diğer önlem, buluşma gerçekleşmeden önceki 14 gün boyunca kimsenin kalabalık yerlerde bulunmamış olmasıdır. Çünkü içinizden biri bu şekilde kalabalık yerlerde uzun süreler boyunca bulunarak, aşılı olmasına rağmen yarma vakasına dönüşme riskini artırmaktadır. Bu kişi, hastalığı semptomsuz veya hafif semptomlu geçirirken, size de bulaştırabilir ve siz de diğer kişilere taşıyabilirsiniz. Buluştuğunuz kişilerin hiçbir COVID-19 semptomuna sahip olmadığından emin olmak da önemli bir stratejidir.
Mümkünse, dış mekanlarda buluşmanızı da önemle tavsiye ederiz. İç mekanlarda viral yük zamanla birikebilmekte ve bulaş riskini artırabilmektedir. Ayrıca küçük gruplarla buluşmak da etkili bir strateji olacaktır. İç mekanlarda olmanız gerektiğinde, camları açarak havalandırmayı sağlamak önemlidir. Ayrıca savunma sistemi baskılanmış kişilerin, aşılanmış olsalar bile kapalı ve/veya kalabalık mekanlardan uzak durması önemle tavsiye edilmektedir.
Cevaba GitBu, sizin kişisel risk algınıza ve yaşadığınız bölgedeki salgın durumuna bağlıdır. Aşılar, %100'e yakın koruma sağlasa da, %100 koruyamamaktadır. Bu nedenle sadece aşıya güvenerek kapalı ve kalabalık alanlara girmek, hastalığa yakalanma riskinizi artırmaktadır. Aşılı birinin aşısız birine göre hastalığa yakalanma ihtimali çok düşüktür; ama imkansız değildir.
Bulunduğunuz bölgenin aşılanma oranlarını ve salgın durumunu takip ederek, en doğru kararları alabilirsiniz. Tavsiyemiz, maskesiz bir şekilde kapalı ve aşısız insanların olduğu alanlarda bulunmamanızdır. Maske takmak, aşılı insanlarla bir arada bulunmak, iyi havalandırılmış veya açık alanlarda bulunmak, hastalığa yakalanma riskinizi en aza indirecektir.
Ayrıca yerel kuralları da takip etmeniz konusunda önemle uyarırız.
Cevaba GitBu, sizin kişisel risk algınıza, yaşadığınız bölgede ile varış noktanızdaki salgın durumuna ve ne yolla seyahat edeceğinize bağlıdır. Örneğin uçaklar, genellikle hastaneler gibi iyi havalandırılan araçlardır; her 2-3 dakikada bir hava sirkülasyonu yapılır. Bu, marketler veya diğer kapalı alanlar gibi yerlerden çok daha hızlıdır. Bu nedenle uçakların kendisi büyük bir risk oluşturmaz. Fakat havaalanları, çok yüksek risk taşıyan bölgelerdir. Bu konuda daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Kişisel araçlarınızla da yalnız başınıza seyahat etmeniz bir risk oluşturmayacaktır. Sadece mola noktalarında kapalı alanlarda bulunmak riskinizi artırabilir. Ayrıca sizinle birlikte seyahat eden diğer kişiler varsa, bunların yakın çevrenizden ve aşılı olduğundan emin olunuz. Aracınızı iyi havalandırınız. Aşılama üzerinden en az 14 gün geçtiğinden ve son 14 günde kalabalık ve kapalı mekanlarda bulunulmadığından emin olunuz.
Ne yolla seyahat ederseniz edin, yalnız başınıza olmadığınız her durumda maske taktığınızdan emin olunuz. Ayrıca hem gidiş hem de varış noktanızdaki kuralları gözden geçirmeyi unutmayınız; bazı yerlerde aşı olmanıza rağmen karantinaya girmeniz gerekebilir. Benzer şekilde, belirli aşılar belirli ülkelerde kabul görmeyebilirler. Bunları kontrol etmeden seyahat planı yapmamalısınız.
Aşılar, %100'e yakın koruma sağlasa da, %100 koruyamamaktadır. Bu nedenle sadece aşıya güvenerek kapalı ve kalabalık alanlara girmek, hastalığa yakalanma riskinizi artırmaktadır. Aşılı birinin aşısız birine göre hastalığa yakalanma ihtimali çok düşüktür; ama imkansız değildir.
Cevaba GitBu, sizin kişisel risk algınıza ve yaşadığınız bölgedeki salgınla mücadele kurallarına bağlıdır. Aşılar, %100'e yakın koruma sağlasa da, %100 koruyamamaktadır. Bu nedenle sadece aşıya güvenerek kapalı ve kalabalık alanlara girmek, hastalığa yakalanma riskinizi artırmaktadır. Aşılı birinin aşısız birine göre hastalığa yakalanma ihtimali çok düşüktür; ama imkansız değildir.
Otobüs, tren ve metro içinde mutlaka maske takmanızı tavsiye ederiz. Bu yolla yapacağınız seyahatlerde süre uzadıkça, virüsü kapma riskinizin arttığını hatırlatmak isteriz. Genel olarak, mutlak bir ihtiyaç olmadığı müddetçe, aşı olmuş olsanız bile toplu taşıma araçlarından uzak durmanızı öneririz. Ayrıca bölgenizdeki salgın durumunu yakından takip ederek kararlarınızı buna göre almanızı tavsiye ederiz.
Cevaba GitHayır. Aşılanmak, COVID-19 hastalığına yakalanma, hastanelik olma ve ölüm riskini kat kat azaltmaktadır.
Paylaşılan verilerin dikkatsiz bir şekilde analizinin yanıltıcı olmasının birkaç nedeni var: Öncelikle, aşılı popülasyon ile aşısız popülasyon aynı büyüklükte değil. 68 milyonluk İngiltere'nin yaklaşık 49 milyonu aşılı, 19 milyonu aşısız.[1] Yani dümdüz bir oran yapılsa bile, verdiğiniz zaman aralığında aşılıların %0.00222653'ü (100.000'de 222.7) ölmüş, aşısızlarınsa %0.00282105'i (100.000'de 282.1). Yani sırf "aşılıların daha fazla öldüğünü" iddia etmekte kullanılan bu tabloda verilen sayılarda bile aşısızların ölme riskinin %30 civarında daha yüksek olduğu görülüyor - ki gerçekte oran, az sonra göreceğimiz gibi, bundan çok ama çok daha fazla. Aşılıların daha büyük bir popülasyon olduğu gerçeğini gözetmeksizin veri kıyaslamaya temel oran yanılgısı deniyor.
Ama daha da büyük bir sorun var: "Aşılı vs. aşısız" kıyası aynı popülasyonu yansıtmıyor: Aşılama kampanyasında öncelik verilen kişiler yaşlılar, hastalar, savunma sistemi zayıf olan kişiler. Dolayısıyla aşı bunları korusa bile, koruyamadıklarının ölme ihtimali COVID-19'dan bağımsız olarak daha yüksek. Yani aşılanan popülasyonun demografik özellikleri itibariyle hastalanma ve ölme ihtimali daha yüksek (bunun aşıyla ilgisi yok). Mesela İngiltere'de aşılanıp da ölenlerin yaş ortalaması 84, aşısızlardan 2 yıl daha fazla, ayrıca yarma vakalarında ölümlerin %13'ü bağışıklık sistemi zayıf kişilerden oluşuyor.[3] Dolayısıyla gerçek fark %30'dan çok ama çok daha büyük. Buna, yaşa oranlı istatistik veya demografik olarak normalize edilmiş istatistik deniyor.
Peki fark ne kadar daha büyük? 10 Eylül 2021'de ABD'de yayınlanan bir araştırmaya göre, aşısızların COVID-19'a yakalanma riski aşılılara göre 4.5 kat, hastanelik olma riski 10 kat, ölme riski ise 11 kat daha yüksek.[2]
Verilerini paylaştığınız İngiltere'de de durum böyle mi? Evet, hatta daha bile iyi! İngiltere'nin Ulusal İstatistik Ofisi'nin 13 Eylül 2021'de ilan ettiği sonuçlara göre, 6 aylık aşılama periyodunda yaşanan COVID-19 ölümlerinin sadece %0.8'i 2 doz aşı üzerine 21 gün geçmiş (tam doz aşılanmış) kişilerden oluşuyor; ancak %37.4'ü aşısızlardan oluşuyor; yani aşılanmayanların COVID-19 nedeniyle ölüm riski 47 kat daha yüksek.[3]
Gerçek dünya verileri de bunu net bir şekilde gösteriyor:
Tüm bu çalışmalardan gelen sonuçları özetlersek:
Hayır, bu iddia yayınlanmamış bir bilimsel çalışmaya dayanmaktadır ve çürütülmüştür.
İstatistiki sonuçlara varılacak bir araştırmada bakılacak ilk şey, veri setinin "temiz" olmasıdır. Çünkü düzensiz ve hataya açık veri setlerinde yapılacak dikkatsiz analizler, hatalı sonuçlara neden olabilir. İşte "çöplüğe dalma", yeterince büyük, düzensiz, halka açık ve karmaşık bir veri seti içinde, yani "çöp" verinin yoğun olabileceği bir durumda, alakasız parametreler arasında sahte ilişkiler bulma ve bunu akademik yayına dönüştürme çabasıdır. Bu veri setleri "işlevsiz" değildir, ancak daha dikkatli analizleri zorunlu kılar.
Bunun en popüler örneği, aşıların yan etkilerini takip etmek için halka açık olarak toplanan VAERS (İng: "Vaccine Adverse Event Reporting System" veya Tür: "Aşı Olumsuz Olay Raporlama Sistemi") gibi veri setlerini kullanarak, COVID-19 aşıları ile kısırlık ve miyokardi gibi yan etkiler arasında ilişki kurmaya çalışan çalışmalarda görülmektedir.[8] Bu sisteme herkes, herhangi bir veriyi girebilir ve dolayısıyla tekil girdilerin hiçbir değeri yoktur (örneğin bir kişi, "aşı olduktan sonra hamile kaldığını" girebilir ve bir diğer kişi bunu görüp, "Aşılar gebeliğe neden oluyor!" diyebilir).
Hatta bu kadar açık bir veri setinde yerel örüntüler de çoğu zaman anlamsızdır, çünkü kendi komünitelerinde/çevrelerinde belli etkilerin görüldüğünü duyan kişiler, bunlara daha hassas hale gelebilir ve kendilerinde de bu sorunların olduğu izlenimine kapılabilir.
Yine de VAERS, çok yaygın yan etkileri hızlıca tespit etmek için etkili bir araç olabilir. Bugüne kadar birçok faydalı sonuca ulaşmada etkili bir araç olmuştur. Fakat COVID-19 gibi art niyetli bilgilerin yayılmasına açık olan durumlarda, son derece cahilce ve kötü bir şekilde de kullanılabilir. Sadece halk tarafından değil, bilim insanları tarafından da!
Örneğin Gayle DeLong isimli aşı karşıtı bir araştırmacı (kendisi bir ekonomist/finansçı), 2019 yılında, VAERS sistemini kullanarak HPV aşıları ile kısırlık arasında bir ilişki olduğunu iddia eden bir makale yayınlamıştı. Ancak makale yayınlandıktan sonra yapılan incelemede, aşılanmış kadınların eğitim düzeyinin çok daha yüksek olduğu, aşısızlar arasındaki eğitim düzeyinin ise çok daha düşük olduğu, bu eğitimli kişilerin doğum kontrolü konusunda çok daha başarılı olup, profesyonel yaşantıları dolayısıyla çocuk yapmayı erteledikleri, dolayısıyla HPV aşısı ile kısırlık arasında hiçbir ilişki olmadığı görüldü. DeLong, kasten bu gerçeği görmezden gelmişti ve "çöplüğe dalarak" uyduruk bir sonuç üretmişti. Sonucu etkileyen bu tür diğer nedenlere bozucu nedenler (İng: "confounder") denir. Bunların (ve etkilerinin) ayıklanabilmesi için:
Bunlar yapıldığında, HPV aşısı ile kısırlık arasında bir ilişki bulunmadığı görüldü ve makale geri çekildi.[1]
Bu konudaki bir diğer meşhur örnek, COVID-19 aşılarının erkek çocuklarında miyokardi (kalp kası iltihaplanması) riskini artırdığını iddia eden bir ön-baskıdır.[2] Herhangi bir akademik jurnalde yayınlanmamış olan bu ön-baskı, 4 aylık bir süre zarfında 12-15 yaşındaki erkeklerde aşı-kaynaklı miyokardi riskinin 3.7-6.1 kat fazla olduğunu, 16-17 yaşındaki erkeklerde aynı riskin 2.1-3.5 kat daha fazla olduğunu ileri sürmektedir. Ancak bu iddiayla ilgili çok sayıda sorun vardır:
Sonuç olarak, şu ana kadar herhangi bir yaş grubunda aşı olmamanın aşı olmaktan daha avantajlı olduğunu gösteren herhangi bir veri bulunmamaktadır.[5]
Aşıların, üretildikleri varyantlara karşı tamamen etkili olduklarını zaten biliyoruz. Aşıların genel popülasyon üzerinde dikkate değer hiçbir zararı olmadığını da biliyoruz. Dolayısıyla aşıların yaygın olarak kullanımıyla birlikte aşılara dair az sayıda yeni şey öğreneceğiz.
Buradaki bir sıkıntı, aşılarla ilgisi olmayan rastgele olayların aşılarla ilişkilendirilmesi sorunudur. Bir ilacı veya aşıyı milyarlarca kişiye uygularsanız, o kişilerin zaten yakalanacakları hastalıklar veya o grupta zaten görülecek ölümler, normal şekilde yaşanmaya devam edecektir; ancak bunların bir kısmı yaşanmadan önce aşı olunacağı için, kaçınılmaz olarak bu hastalık ve ölümlerin sebebinin aşı olduğu iddia edilecektir. Bu, tamamen hatalıdır. Korelasyon, nedensellik demek değildir.
Bu nedenle biyoistatistikte iki olay arasındaki nedenselliği incelemeden önce, olaylardan birinin halihazırda yaşanma sıklığını gözetmek gerekmektedir. Örneğin bir ülkede kalp hastalıkları nedeniyle günde 100 kişi ölüyorsa, bu kişiler aşılanmaya başladıktan sonra da kalp hastalıklarından ölümler yaşanacaktır. Eğer bu ölüm sıklığı günde 100 kişi civarında kalırsa, o kişiler ölmeden önce aşı olmuş olsalar bile, aşının bu ölümlerin sebebi olduğunu söyleyemeyiz. Eğer aşılanmanın başlaması sonrasında günlük kalp hastalığı ölümleri 300'e fırlasaydı, o zaman aşılardan şüphelenilebilirdi. Aşı uygulamasının başlamasından beri, toplum genelinde böylesi yüksek riskli bir olayın artışı gözlenmemiştir.
20 milyon insanı doktor muayenehanesine getirseydiniz ve her birine zararsız, tuzlu sudan oluşan plasebo aşısını yapsaydınız ve bir ay sonra iletişime geçseydiniz, bu hastaların binlercesi kalp krizi, yeni teşhis edilmiş kanser, ölüm gibi oldukça kötü tıbbi olaylar yaşamış olacaklardı. Bu olan olaylar tuzlu su yüzünden mi oldu? Muhtemelen hayır, bu olaylar sadece doktor ziyaretinden sonra gerçekleşti ve bu kadar kalabalık bir grupta bu tarz olaylar her gün gerçekleşir. Bu 20 milyon insanın bazıları belki de tuzlu su enjeksiyonundan sadece birkaç saat sonra kalp krizi geçirebilir ama bu durumda bile tuzlu sudan endişe etmezdik!
Oldukça sıkı denetimden geçirilen klinik deneyler yürütülmesinin sebebi, aşıları olan grupta plasebo grubuna kıyasla herhangi bir yan etkinin ortaya çıkma oranının artıp artmadığını görmektir. Bazı vakalarda bu tarz etkilerin genel toplumda ortaya çıkma oranları ile de kıyaslayabilirsiniz.
Milyonlarca COVID-19 aşısı topluma yapıldıktan sonra, COVID aşısını olduktan hemen sonra araba kazasına karışan veya ertesi gün kalp krizi geçiren insanların olduğu olaylar kesinlikle yaşanacaktır. Bu tarz güvenlik bilgilerini depolayan devasa veri bankalarında erişiminiz olmayan bizler için, bu tarz olayların toplumdaki yaygınlığı ile aşılanmış kişiler arasındaki yaygınlığını kıyaslama imkanımız olmadığından aşı ile bağlantılı olan ve olmayan olayları ayırt etmek oldukça zor olacaktır. Bu yüzden bireysel anekdotlar içeren raporları verilerin resmi istatistiksel yorumlarını yorumladığımız özgüvenle yorumlamayı engellemek için dikkatli olmak zorundayız.
Cevaba GitAslında evet, ama bu durum, sandığınız kadar "heyecan verici" değil. Nanoparçacıkların ne olduğu hakkında pek çok kafa karışıklığı var. Üstelik bu nanoparçacıkların aslında "nanorobotlar" olduğuna dair de pek çok sahte iddia var. mRNA aşılarında kullanılan nanoparçacıklar, oldukça basit ve başka tarz ilaçların içinde on yıllardır kullanılan moleküllerdir.[1]
Bu nanoparçacıklar, genellikle basit yağ parçacıklarıdır (bu yağ parçacıkları "nano" boyutta olduğu için onlara "nanoparçacık" denir; yani "havalı isim" sizi kandırmasın). Esasında yağ nanoparçacıkları, küçük bir küre şeklinde çift katlı bir yağ tabakası içerir (hücre zarında olduğu gibi), içinde de küçük bir su cepçiği bulunur. RNA gibi korumak istediğiniz hassas bir molekülünüz varsa, istediğiniz noktaya (kol kaslarının içi gibi) gelene kadar bu hassas molekülü yağ küresinin ortasına koyabilirsiniz. Bu çift tabakalı yağ, onu bozulmadan koruyacaktır ve hücrenin içine kadar bozunmadan gitmesini sağlayacaktır. Bu kadar! Nanoparçacıkların görevi budur! Herhangi bir robotun veya elektronik yazılımın, konu ile hiçbir alakası bulunmuyor.
Nanoparçacıklar yıllardır farmakolojide kullanılan, sıradan moleküllerdir. Örneğin ilk onaylanmış yağ nanoparçacık ilacı, Doxil adında kanser karşıtı bir ilaçtı ve 1995'te onaylanmıştı.[2] mRNA aşılarındakiyle birebir aynı yağ nanoparçacığını içeriyordu, yani su dolu bir çekirdek etrafında çift katlı yağ tabakasından ibaretti. Fakat içlerinde RNA değil, Doksorubisin adında bir kanser ilacı bulunuyordu. Bu ilacı yağ nanoparçacıklarının içine koymak, partikül tümör bölgesine ulaşana kadar ilacın dış etmenlerden korunmasını sağlıyordu. Ayrıca bu sayede Doksorubisin molekülleri, hedef dışında hiçbir yere zarar vermemiş olur (örneğin kalbe).
Klinik deneylerde kullanılan pek çok yağ nanoparçacığı çeşidi vardır. Burada anlamanız gereken, "nanoparçacık" kelimesinin sadece bazı molekülleri korumak için kullanılan küreciklerden ibaret olduğudur; "küçük robotları" kast edecek şekilde yanlış kullanılmamalıdır.[3][4]
Hayır. Doz başına sadece birkaç dolara üretilen aşılarda, biyometrik verilerinizi kaydedip iletilebilecek yüzlerce dolarlık mikroçipler bulunmuyor.[1]
Aşıların içinde değil ama aşıların şişeleri üzerinde etiketler bulunuyor. Bu etiketler, Dünya çapındaki aşı tedarik ve ulaşım ağlarını takip etmekte kullanılıyor. Bu etiketin, olduğunuz aşının içeriğiyle hiçbir ilgisi yok. Zaten aşı içindeki parçacıklar ve moleküller, bağımsız laboratuvarlar tarafından da incelenip kolayca tespit edilebiliyor. Eğer böyle bir durum olsaydı, bunu herhangi bir laboratuvar kolaylıkla tespit edebilirdi.
Hayır, COVID-19 aşıları da, diğer hastalıklar için üretilen aşılar da sizi manyetik yapmaz ve yapamaz. mRNA aşıları (veya onaylanmış herhangi bir diğer aşı) içindeki hiçbir madde size geçici veya kalıcı olarak manyetik özellikler kazandıramaz. mRNA aşıları içinde nanoçip gibi teknolojiler ve/veya bir aşıda bulunmasını beklediğimiz sıradan malzemeler haricinde herhangi bir diğer madde veya yapı yoktur. Aşıların insanları manyetik yapabildiğini iddia eden ve bu yönde halkı kandırmak için sahte videolar çekenlerin kullandığı yöntemler, Evrim Ağacı olarak salgından çok önce, 2013 yılında buradaki yazımızda çürüttüğümüz "manyetik insanlar" iddiaları ve bu sahtebilim türünün yalanlarıyla aynıdır.
Her insanın derisinde yapışkan bir yağ tabakası vardır. Bu, vücudumuzun doğal salgılarının bir ürünüdür ve duş aldığınızda bunun büyük bir kısmı kaybolur, sonra yeniden üretilir. Eğer bir metali vücudunuza iyice bastıracak olursanız, bastırdığınız yüzey boyunca yağ ile metal arasında van der Waals gibi zayıf kimyasal bağlar kurulur ve dolayısıyla metal (ve hatta metal olmayan ama yeterince pürüzsüz olan diğer cisimler), bir müddet vücudunuza yapışabilir. Bu tür bir "yapışma"nın, manyetizma ile hiçbir ilgisi yoktur.
Bunu sınamak oldukça basittir: Eğer manyetik olduğunu iddia ettiğiniz kolunuza bir miktar bebek pudrası dökecek olursanız, elektromanyetizmayı etkilemezsiniz; ancak derinizdeki yağlar ile metal arasına bir bariyer koymuş olursunuz. Eğer vücudunuz manyetik olsaydı, bu pudraya rağmen metalleri çekmesi gerekirdi (bunu yukarıdaki videomuzda gösteriyoruz). Ama pudralı kolunuzu ne açıda tutarsanız tutun ve kaşığı ne kadar bastırırsanız bastırın, yapışmadığını göreceksiniz. Çünkü aşılar sizi manyetik yapmamaktadır; metaller, vücudunuzdaki tere ve bu terin içinde bulunan yağ molekülleri gibi yüklü moleküllere yapışmaktadır!
Benzer şekilde, kolun tutulduğu açı da önemlidir. Eğer kolunuzu yere dik bir şekilde tutacak olursanız, metalin vücudunuza daha zor yapıştığını (veya terlilik/yağlılık miktarınıza göre hiç yapışmadığını) görürsünüz. Kolunuzu vücudunuzdan daha çok açarak tutacak olursanız, metaller size daha kolay yapışacaktır. Elektromanyetizmada bu tür bir açı bağlılığı görmeyi beklemezdik; eğer bir şey elektromanyetikse, her açıda bir miktar çekim deneyimlemeyi beklerdik. Bu durum, ortada elektromanyetizmayla değil, sürtünme kuvvetiyle ilgili bir durum olduğunu göstermektedir; çünkü sürtünme kuvveti, bir cismin bir yüzeye uyguladığı kuvvet (genellikle ağırlığı) ve bu kuvvetin ne açıyla uygulandığı ile ilgilidir.
Daha fazla bilgiyi buradaki yazımızdan alabilirsiniz.
Cevaba GitHayır, değil. Her yeni tıbbi üründe bu tür safsatalar halk arasına pazarlanmaktadır: "Firmalar beyninizi kontrol etmek istiyor.", "Zenginler bedeninize hakim olacak.", "Elitler popülasyon kontrolü yapıyorlar." ve daha nicesi... İşin aslı şu: Bunların hepsi uydurmadır. Çünkü aşılar, sadece popülasyonun geneline uygulanmıyor; herkesten önce devlet liderleri ve zenginler çoktan aşıyı oldular. Örneğin Amazon gibi firmalar, kendi iş güçlerinde kayıp olmaması için, kendi çalışanlarına öncelik sağlanması adına lobicilik faaliyetleri bile yürüttüler! Eğer bu, insanları öldürecek bir popülasyon kontrolü yöntemi olsaydı, firmalar çalışanlarına öncelik tanınmasını ister miydi?
Yapılan araştırmalar, kilolu, obez veya sigara içen kişilerin koronavirüse yakalanması halinde daha ağır bir hastalık geçirdiklerini ve ölme risklerinin daha yüksek olduğunu göstermektedir. COVID-19 örüntüleri, özellikle de düşük sosyoekonomik sınıflarda olan kişilerin daha yüksek ağır hastalık ve ölüm riski taşıdığını da göstermektedir. Bunun sebebi, bu virüsün (veya aşının) bu grupları özellikle etkilemesi için üretilmesi değil, bu kişiler arasındaki yaşam biçimleri, meslekleri, sağlık hizmetlerine erişimi gibi faktörlerin benzerliğidir.
Aşı önceliği, kişilerin bireysel risk düzeyine göre belirlenmektedir; deri rengine, konuştukları dile, gelir düzeylerine veya eğitim seviyelerine göre değil. Örneğin 30 yaşında olup, evinden çalışan sağlıklı bir insan; diyabeti olan, yaşlı ve kilolu bir mağaza işçisinden daha sonra aşılanacaktır. Buna karşılık bir manavda çalışan hamile bir kadın da, 80 yaşında olan ve bakımevinde yaşayan bir insandan daha geç aşılanacak; ancak aile çiftliğinde yaşayan genç ve sağlıklı bir erkekten daha önce aşılanacaktır.
Günümüzde aşılara geniş bir şekilde erişim sağlamak mümkündür ve milyarlarca insan aşılanmıştır. Eğer aşılar popülasyon kontrolü için geliştirilmiş olsaydı, bunun etkilerini çoktan görürdük. Bunun tam tersine, gerçekten de pandemiyi yavaşlatma ve durdurma etkisi olduğunu görmekteyiz.
Cevaba GitŞu anda COVID-19 aşılarının veya bilinen diğer herhangi bir aşının kısırlığa neden olduğunu gösteren hiçbir kanıt yoktur. Ayrıca CDC ve Maternal ve Fetal Tıp Cemiyeti gibi kurumlar da gebe kadınların aşılanmaması gerektiği yönünde herhangi bir öneride bulunmamaktadır.[5][6][7] Eğer şu anda çocuk sahibi olmaya çalışıyorsanız veya gelecekte bir çocuk sahibi olmayı umuyorsanız, herhangi bir COVID-19 aşısını güvenle olabilirsiniz.
COVID-19'a sebep olan SARS-CoV-2'nin dış proteinlerden birisinin insanlarda bulunan syncytin-1 amino asidine benzer olduğunu ve aşıya karşı geliştirilen bağışıklığın bu aminoaside karşı da bağışıklık geliştireceğini, bu şekilde de sizi kısır yapacağını öne süren iddiayı görmüş olabilirsiniz. Bu iddia birçok sebepten dolayı yanlıştır ve birçok bilim insanı tarafından eleştirilmiştir.[1] Ne yazık ki bu iddiayı açıklamak biraz daha bilimsel ve detaylı bilgi gerektirir ve bu bilgileri sizinle paylaşacağız; ancak eğer teknik bilgi almayı çok istemiyorsanız sonraki soruya geçebilirsiniz.
Diğer bütün kanıtların eksikliğinde bile aminoasit benzerliği bulmak çok zor bir şey değildir. Kaldı ki 2 büyük proteinin aminoasitlerinin kesiştiği bölgeleri bulmak oldukça kolaydır. Eğer virüsün proteininin kod dizilimini, vücuttaki diğer proteinlerle karşılaştırırsanız, syncytin-1 benzeri başka kesişim noktaları da (belki de daha büyük kesişim bölgeleri bile) bulabilirsiniz. Örneğin virüsün proteinleri, hemoglobin ve kolajen ile de örtüşmektedir. Bu, istatistiksel olarak yaygındır; zaten herhangi iki büyük proteini kıyasladığımızda arada bir ben benzer aminoasit dizilimleri görmeyi beklersiniz.
Üstelik syncytin-1 gibi aminoasitleri ve influenza, E. coli, Streptococcus veya mevsimsel koronavirüs (NL63 ve 229E) gibi yaygın patojenlerle karşılaştırdığınızda, kıyaslanabilir benzerlikleri rahatlıkla bulabilirsiniz. Eğer virüsünün proteini ve syncytin-1’de bulunan amino asitlerin benzer olması, bağışıklığın iki tarafı da etkilendiği anlamına gelseydi, o zaman bu mantığın vücudumuzda kesişen amino asitlere sahip bütün patojen ve proteinlerde gerçekleşmesini beklerdik. Ancak böyle bir şey söz konusu değildir.
Eğer syncytin-1 aminoasidi ve viral proteinin yapılarında büyük ölçekte bir benzerlik olsaydı (gerçekte olduğu gibi sadece seyrek amino asit benzerliği değil), o zaman bağışıklık cevaplarının iki hedefi benzer olarak tanıması mümkün olabilirdi. Fakat bu kadar büyük ölçekte bir benzerlik veya bağışıklık hücreleri tarafından tanımlamanın kesiştiğine dair gördüğümüz kadarıyla bir kanıt yoktur. Eğer böyle bir benzerlik olsaydı bile, T Lenfosit hücrelerinin kendine tepki verme riskini azaltmak için toleransın artmasını beklerdiniz.[2] Gördüğümüz kadarıyla bu iddiayı desteklemek için kullanılan tek "kanıt", sadece bazı amino asit benzerliklerini göstermektir ve bu da kendi başına yeterli değildir.[1]
Bağışıklık sisteminin kendi vücudumuza saldırmasını engellemek için çok sayıda kontrol noktası vardır ve birkaç benzeşen aminoasit parçası, kötü reaksiyonlara sebep olmak için yeterli değildir.[3][4]
Hayır. mRNA aşıları üzerindeki çalışmalar 30 yıldır devam ediyor, insanlara uygulanabilecek mRNA aşılarının klinik deneyleri ise yaklaşık 5 yıldır test ediliyor. Örneğin salgının başlama evresinde, henüz aşılardan söz edilmezken (Şubat 2020’de) yayınlanmış ve bu tarihten çok önce dergiye gönderilmiş olan bir makale, 12 farklı enfeksiyöz hastalık için gerçekleştirilen tamamlanmış mRNA aşı deneylerinden verileri içeriyor.[1] Eğer mRNA aşılarının nasıl çalıştığı hakkında daha detaylı bir okuma istiyorsanız, Nature dergisinde 2018’de yayınlanmış güzel bir makale var.[2]
2019 tarihli bir diğer çalışmada, Aralık 2015 ile Ağustos 2017 arasında katılımcılara uygulanan ve influenza için tasarlanmış bir mRNA aşısının, Faz 1 deneylerinde iyi bir koruma ve bağışıklık cevapları sağladığı görüldü.[3] Zika virüsüne geliştirilen karşı 2017’de geliştirilen bir mRNA aşısının da klinik deneyleri mevcut.[4]
Elbette bir anda hayatımıza giren pandemi, mRNA aşılarının çok geniş bir ölçekte test edilmesini mümkün kıldı. Ama eğer mRNA aşılarının yeni bir teknoloji olduğunu düşünüyorsanız ve daha önce insanlara hiç uygulanmadığına inanıyorsanız, tamamen yanılıyorsunuz.
Çünkü bilim insanları, devletler ve diğer uzmanlar, küresel bir sağlık krizine bir bütün olarak cevap vermeyi seçtiler ve gidişata sırt çevirmediler. Birçok insan aşıların çok hızlı bir şekilde ve "gereğinden az" miktarda test edilerek, "aslında yapılması gereken güvenlik işlemleri es geçilerek" piyasaya sürüldüğünü düşünüyor. Bu doğru değil.
Süreç, normalde olandan çok daha hızlı işledi, çünkü test ve verilerin gözden geçirilmesi sırasında işlemleri muazzam düzeyde yavaşlatan bürokratik engellerin tamamı ortadan kaldırıldı. Bu sayede bir grup veri üretildikten sonra, kurumların onu incelemek için aldığı aylarca ve hatta yıllarca sürebilen bekleme süreleri ortadan kaldırıldı. Herkes için bu kriz 1 numaralı öncelik olduğu için, daha verilerin toplanması aşamasında bile ilgili kurumlar konunun takipçisiydi, böylece veriler derlendikten sonra, günler içerisinde kararlar alabildiler.
Bu konudaki yaygın bir hatalı inanç, eskiden 3 yılda üretilen bir aşının 3 yıllık süre zarfı boyunca test edildiği, bu sürede daha fazla kişide denemeler yapıldığı inancıdır. Bu, doğru değildir. 3 yıllık sürenin büyük bir kısmı bürokratik cevapları beklemek, raporların düzenleme talepleriyle uğraşmak, yani araştırmanın raporlama ve yönetsel süreçleriyle geçmekteydi. COVID-19 aşılarının deneysel süresi, herhangi bir diğer aşınınkinden daha kısa sürmedi. Ancak bürokratik ve yönetsel basamakların azaltılması, süreci muazzam bir şekilde hızlandırdı. Yani eğer bir devlet dairesine gidip de verimsizliği karşısında ağzınız açık kaldıysa, o problemlerin olmadığı veya ortadan kaldırıldığı durumu düşünün: Aşılar, bu şartlarda hazırlandı.
Elbette işin içinde bolca para da var; ancak birçok aşı karşıtının sandığı gibi değil. Normalde aşıları çok daha hızlı bir şekilde üretebilecek bilim ve teknolojiye sahibiz; ancak aşılar çok kârlı bir iş olmadığı için, firmalar bu alana pek eğilmiyorlar. Ancak kriz zamanlarında devletler, kamu sağlığını korumak için firmalara devasa paylar ödemeyi göze aldıkları için, firmalar da işi gücü bırakıp bu alana eğilmeyi seçiyorlar. Bu sayede, bilime ve teknolojiye bu düzeyde kaynak ayıracak olursak sorunları ne kadar hızlı bir şekilde çözebildiğimizi görmüş oluyoruz.
Üstelik eski sağlık krizlerine nazaran, modern teknolojimiz çok daha ileride: Kuş gribi veya SARS gibi sadece 15-20 yıl önce yaşadığımız salgınlarda bile genetik araçlarımız bugünkünden çok daha zayıftı. Şöyle düşünün: İnsan Genom Projesi 15 yılda sadece 1 genomu dizileyebildi; günümüzde binlerce insanın genomunu paralel olarak birkaç günde dizileyebiliyoruz. İnsan genomundan çok daha küçük olan virüs genomunun birkaç gün içerisinde dizilenmesi, araştırmaları çok hızlı bir şekilde ilerletti.
Benzer şekilde, mRNA aşı teknolojisi çok hızlı bir şekilde üretilebilen, çok adaptif bir aşı teknolojisi olduğu için, bu araçla üretilen aşılar geleneksel yöntemlere göre çok daha hızlı bir şekilde üretilip, test edilebildi. mRNA üzerinde değişim yapmak çok daha kolay ve hızlı olduğundan, farklı kombinasyonlar çok daha hızlı test edilebildi. Bu nedenle onaylanan ilk aşılar mRNA aşıları oldu.
Ayrıca koronavirüslerle ilk defa karşılaşmıyoruz: 1960'lardan beri tanıdığımız bir virüs ailesi. SARS-benzeri koronavirüsler üzerinde 17 yıldır araştırmalar sürüyor. Dolayısıyla bu virüslerle nasıl mücadele etmemiz gerektiğini iyi bildiğimiz için, hızlıca pozisyon alabilmemiz de mümkün oluyor.
Bir diğer hızlandırıcı faktör, aşı araştırmalarının yapıldığı ülkelerde, klinik deneylerin sürdüğü zaman aralığında salgının iyice kontrolden çıkmış olmasıydı. Normalde aşı grubu ile plasebo gruplarını (bunları aşağıda tekrar göreceğiz) normal yaşantılarına bırakıp, hastalığa yakalanıp yakalanmadıklarını takip etmek gerekmektedir. Eğer salgın yeterince büyük değilse, bu gruplarda yeterince enfeksiyon oluştuğunu görmek için uzun süreler beklemek gerekebilirdi. Ancak örneğin İngiltere ve ABD gibi ülkelerde salgın o kadar kötü durumdaydı ki, her iki grup da virüse bolca maruz kaldılar ve hedeflenen enfeksiyon sayılarına çok hızlı ulaşılabildi.
Yani aşı üretiminde hiçbir basamak atlanmadı. Sadece normalde bürokratik, maddi ve lojistik nedenlerle çok daha uzun süren süreçler önündeki tüm engeller kaldırılarak, süreç olabilecek en kısa süreye indirgenmiş oldu. Bunu yaparken güvenlik önlemleri azaltılmadı; tam tersine, arttırıldı: İçinde yaşadığımız çağı düşünecek olursanız, bugüne kadar üretilmiş bütün ilaçlar arasında en şeffaf olan ve en çok sayıda şüphecinin ve bilim insanının gözlerinin üzerinde olduğu bir süreçten geçiyoruz. En ufak hatalar affedilmiyor, en ufak belirsizlikler sorgulanıyor. Aşı üretim süreçlerinin güvenliğini kontrol eden çok sayıda bağımsız aktör bulunuyor ve bunlar, bir aşının üretim sürecindeki bütün basamakları sorguluyor, halka açık raporlar hazırlıyorlar ve gerektiğinde belirli süreçlerin tekrar işletilmesini talep ediyorlar.
Bunlar, ürünün güvenilirliğini katlayarak arttıran faktörler. Ayrıca algıda seçiciliğinizi de gözden kaçırmayın: En son hangi ilacın üretim sürecini, verilerini ve bulgularını bu kadar yakından takip etmiştiniz? Ve en son ne zaman on milyonlarca insan bir ilacın üretim sürecini, verilerini ve bulgularını bu kadar yakından takip etmişti? Bu süreçleri bu kadar yakından takip etmeniz bile, "sıra dışı" bir şeyler olduğunu düşünmenize neden olabilir. Sıra dışı bir durum olduğu doğru; ancak "sıra dışı", "güvensiz" demek değil.
Cevaba GitKısa cevap: hayır, mRNA aşıları DNA’nızı değiştiremez. Bunun mümkün olmamasının iki temel nedeni var:
mRNA aşıları kol kaslarınıza uygulanır. mRNA, hücrenin içine girdiğinde SARS-CoV-2 virüsüne ait bir protein parçasını yapmak için kullanılır. Proteinin birkaç kopyası yapıldıktan sonra hücre mRNA’yı parçalar. Sonra o viral proteinler bağışıklık sisteminize gönderilir, bağışıklık sisteminiz de bu virüse karşı koruyucu bir antikor üretmek için iki hafta kadar uğraşır (olası bir gelecek enfeksiyona karşı).
mRNA aşısı kol kaslarınıza enjekte edildiğinde kolunuzdaki hücreler tarafından emilir ama hiçbir zaman DNA’mızın bulunduğu hücre çekirdeğine girmez. mRNA, ribozomların mRNA’yı virüsün çıkıntı proteinlerini oluşturmak için talimat olarak kullanıldığı sitoplazmada durur. Proteinler sonrasında bağışıklık sistemine “vücuda yabancı bir madde” olarak sunulur ve bağışıklık sistemi gelecekte onunla savaşma cevabı için çalışır.
Unutmayın: Eğer DNA’nızı değiştirmek birazcık RNA enjekte etmek kadar kolay olsaydı var olan genetik hastalıklar için daha iyi çözümler bulurduk. mRNA aşısı olmak, esasında gerçek bir SARS-CoV-2 virüsü enfeksiyonu sırasında olanların daha güvenli bir versiyonudur; çünkü mRNA virüsün kendisini değil de sadece bir proteinin küçük bir parçasını kodluyor.[4][5]
İnsan vücudu, DNA'yı mRNA'ya dönüştürebilir ve eğer bunu yapmasaydı, canlılığımızı sürdürmemiz mümkün olmazdı. Ancak liselerde biyolojinin merkezi dogması gibi "havalı" ve kısmen yanıltıcı bir isimle öğretilen bir şekilde, bu süreç genellikle tek yönlü işler: DNA, RNA üretir, RNA da protein üretir. Örneğin proteinlerin DNA üretmesini beklemeyiz. Benzer şekilde, RNA da DNA üretemez.
Ama bu, teorik olarak doğru değildir. RNA'dan DNA üretimi mümkündür ve retrovirüsler adı verilen bir virüs grubu, bunu düzenli olarak yapabilirler (benzer şekilde, proteinlerin de kendi kendilerini kopyaladıkları veya kimi durumda DNA veya RNA'ya ihtiyaç duymadıkları da biliniyor). Ne var ki bu, aşırı nadir olan bir olaydır ve birçok mekanizmanın bir arada işlemesini gerektirir. Aşılarda ise bunların hiçbiri bulunmuyor.
Yine de en sıra dışı ihtimali düşünelim: mRNA'nın DNA üretebilmesi için, LINE-1 retrotranspozonları adı verilen transpozonların kullandığı proteinleri çalması gerekir. Bu gen, ters transkriptaz isimli bir proteinin üretilmesini sağlar ve bu sayede mRNA okunarak DNA üretilebilir. Ancak bunun yaşanma ihtimali yok denecek kadar azdır ve yaşanacak olsa bile, üretilen DNA'nın sizin DNA'nıza entegre olma ihtimali ve aynı zamanda anlamlı bir zarar verebilme ihtimali inanılmaz küçüktür; hatta pratik olarak olanaksızdır. Dolayısıyla bir aşı olduğunuzda alacağınızdan emin olduğumuz fayda, tartışmasız bir şekilde, o aşının size verebileceği potansiyel zararlardan çok ama çok daha yüksektir.
Bu konudaki kafa karışıklıklarından birisi, su çiçeği gibi hastalıklara neden olan bazı virüslerin hücrelerimiz içerisinde on yıllar boyunca uyuyup, sonra birden uyanarak zona gibi hastalıklara neden olmasıdır. HIV gibi diğer virüsler ise RNA'yı DNA'ya dönüştürebilecek mekanizmaları bünyelerinde taşıyabilirler. Ancak ne COVID-19 hastalığının sebebi olan SARS-CoV-2 ile ilgili böyle bir bulgu mevcuttur ne de COVID-19 aşılarında bu mekanizmaların herhangi biri bulunur. Dolayısıyla bu konular, COVID-19 aşılarıyla ilgili değildir.
Hayır, COVID-19 aşısını olmak, enfekte olup olmadığınızı gösteren testlerde pozitif çıkmanıza neden olmaz.[1] Çünkü PCR testi, sizden alınan örneklerde virüse ait RNA'nın var olup olmadığına bakmaktadır. Kol kasınıza verilen mRNA enjeksiyonu, çok düşük dozdadır ve virüs RNA'sının tamamını içermez. Dolayısıyla aşı olmak, PCR testinde pozitif bir sonuca yol açmayacaktır.
Ancak aşıdan 2 hafta kadar sonra (ve sonrasında), antikor temelli COVID-19 testi olursanız, teoride testiniz pozitif sonuç verebilir. Kan testleri, kanınızdaki COVID-19 antikorlarının varlığına ve düzeyine odaklanır. Aşılar da hastalık gibi antikor üretimine sebep olduğu için (ki aşının amacı zaten budur), bu testinizin sonucu pozitif gelebilir. Fakat bu testin sonucunun pozitif gelmesinin çok fazla bir anlamı yoktur, çünkü farkında olmadan hastalığa yakalanmış ve asemptomatik olarak atlatmış da olabilirsiniz. Testin negatif gelmesi de her zaman anlamlı değildir (örneğin aşının çalışmadığını göstermez), çünkü yaptırdığınız antikor testi aşının ürettiği mızrak proteinleri gibi virüs parçalarına değil de nükleokapsit proteinleri gibi aşının içermediği antijenlere karşı üretilen antikorları ölçüyor olabilir.
Şu farkı anlamakta fayda var: Antikor testleri (kan testleri), testin yapıldığı anda enfekte olup olmadığınızı anlamak için kullanılmaz. Yani kan testinizin pozitif gelmesi, o anda hastalığa sahip olduğunuz anlamına gelmez. Ancak burun, boğaz ve tükürük örneğiyle yapılan PCR testi, o anda hastalığa sahip olduğunuzu gösterir.
Bazı hastalıkları tedavi etmek, diğerlerinden daha kolaydır. Dolayısıyla bir hastalığı tedavi etme veya engelleme hızımıza bakarak, diğer bir hastalığı tedavi veya engelleme hızımızı doğrudan çıkarsayamayız.
Kanseri ele alalım: Kanserli hücreler, birkaç küçük mutasyon dışında normal hücrelere çok benzemektedir. Bu nedenle kanser hücrelerini hedef alan ama sağlıklı hücrelere dokunmayan bir ilacın üretilmesi oldukça zordur. Zaten kemoterapi ilaçlarının yan etkilerinin genellikle vücuda çok zararlı olmasının ana sebebi de budur.[1] Üstelik "kanser", "COVID-19" gibi tek bir hastalık değildir; çok farklı çeşitte ve davranışta olan yaklaşık 150 hastalığı kapsayan bir çatı terimdir; dolayısıyla "kanser tedavisi" dediğimiz şey, tek bir tedavi türü değildir.[2][3]
HIV ile ilgili olaraksa bu yazımızı okuyabilirsiniz.
Hayır. Bunu sorma nedeniniz, iyileşen kişilerden plazma alınması yoluyla uygulanan bir COVID-19 tedavisi olduğunu duymuş olmanız olabilir. Bunun aşıyla hiçbir ilgisi yoktur. Şu anki aşılar içinde birkaç farklı yağ molekülü, kendini eşleyemeyen bir mRNA molekülü, bazı tuz molekülleri ve bir miktar şeker bulunmaktadır.
Cevaba GitTıp tarihindeki herhangi bir hata ile modern tıbbın yöntemleri arasında doğrudan hiçbir ilişki kurulamaz. Bir noktada belli tıbbi hataların yapılmış olması, bu hataların tekrar yapılacağını garanti etmez. Tam tersine, bilimin hataları kabul edip bu hataları minimize edecek uygulamaları devreye sokması, yani dogmatik olmaması sayesinde bu hatalardan çıkarılan dersler, sonradan tekrar aynı hataya düşme ihtimalini azaltmaktadır. Hepsi bir yana, Thalidomide ile herhangi bir aşı arasında ilişki kurmak, tıp ve biyokimyadan hiçbir şey anlamamış olmayı gerektirir.
Thalidomide faciasını çok iyi okumak gerekir. Thalidomide ile mRNA örnekleri aşırı alakasız iki konu; basit bir farkındalıkla başlayalım: Thalidomide faciası 60 küsür yıl önce yaşandı. Bugün mücadele verdiğimiz koronavirüsleri, neredeyse o olay yaşandığından beri tanıyoruz ve aktif olarak araştırıyoruz. 70 küsür yıldır mRNA deneyleri, 30 yıldır mRNA aşısı araştırmaları yapılıyor. mRNA aşıları, Thalidomide çıktığındaki kadar "genç" bir ilaç değil. Hatta mRNA aşıları, bir "ilaç" bile değil!
Burada ilaç-aşı farkını hızlıca hatırlamakta fayda var: İlaçlar, vücudumuzdaki biyokimyasal süreçleri değiştirerek sorunları çözmeyi hedeflerler. Bu sırada beklenmedik etkilere neden olarak uzun vadeli etkilere sahip olabilirler. Ayrıca birçok ilacın yıllarca düzenli olarak kullanılması gerekir; bu nedenle sadece başınız ağrıdığında aldığınız bir ağrı kesicinin "uzun dönem" etkilerinden endişe etmezsiniz. Ama ömrünüz boyunca kullanacağınız bir kanser ilacının uzun dönem etkilerinden endişe etmeniz normaldir (ve bilim insanları da bu nedenle didik didik araştırırlar).
Aşılar ise biyokimyasal süreçlere müdahale etmezler; virüsün hâlihazırda vücudumuza sokacağı genlerin daha ufak bir kısmını veya virüsün bazı parçalarını veya zayıflatılmış bir versiyonunu vücudumuza sokarlar. Bu sayede bağışıklık tepkisini tetiklerler ve o virüse veya bakteriye karşı direnç geliştirmemizi sağlarlar. Yani ilaçlarda etkiyi yapan ilacın kendisidir; aşılarda işi yapan asıl şey doğal olarak sahip olduğumuz savunma sistemidir. Ayrıca aşılar genellikle bir veya birkaç kez olunur. Ömür boyu sık sık alınmadıkları için, uzun dönem etkilerinden endişe etmek için bir gerekçe yoktur.
Tüm bunlar, aşıları doğal olarak daha güvenli bir tıbbi prosedür hâline getirmektedir. Bugüne kadar, uzun dönem etkileri nedeniyle faydaları elimine edilmiş olan ve dolayısıyla aşıyı genel geçer olarak "zararlı" hâle getiren, veya yan etkileri 2 aydan daha uzun bir süre sonunda ortaya çıkan hiçbir aşı vakası yaşanmamıştır.
Thalidomide ise bir aşı değildi, bir ilaçtı ve gebelik gibi özel bir durumdaki etkileri yeterince kontrol edilmemişti (Thalidomide'in gebelikte olan haricinde ciddi bir yan etkisi yoktur). Ayrıca bir mide bulanması ilacı olduğu için, özellikle de gebelik sırasında düzenli olarak alınması gerekiyordu; 1-2 defa alınan bir ilaç değildi. Gebelik üzerindeki etkisi kontrol edildiği anda, teratojen etkili olduğu, yani anneden bebeğe geçebildiği anlaşıldı.
mRNA aşılarının güvensiz olduğunu gösteren hiçbir veri olmadığı gibi (mRNA, gebelerde de test edilmiş ve hiçbir yan etkisi olmadığı ispatlanmıştır), güvensiz olmasını gerektirecek teorik bir neden bile yoktur! Zaten virüsler vücudumuza girdiğinde, bırakın sadece mızrak proteinlerinin genlerini, bütün genomlarını vücut hücrelerimize enjekte ediyorlar ve hücrelerimizi kendi köleleri hâline getirerek kendi kopyalarını yaratmaya zorluyorlar! mRNA aşıları sadece mızrak proteinleriyle ilgili bilgileri "enjekte ediyor", dolayısıyla hücreleri enfekte edebilecek tam mekanizmayı içermiyor. Eğer insanlar gen enjeksiyonundan korkuyorlarsa, virüslerden korkmalılar, virüsün genomunun ufacık bir kısmını taşıyan mRNA aşılarından değil.
Ayrıca güvenlik konusunda da önlemler fevkalade işliyor: mRNA aşıları ilk çıktığında 16 yaş altına önerilmemişti mesela ve hamileler konusunda da bir süre beklenmişti. Neden? Çünkü bu tür facialardan derslerimizi aldık. Eğer elde veri yoksa, belli gruplara o aşı önerilmedi. Sonradan bu veriler geldi ve aşılar da yavaş yavaş o gruplara da önerilmeye başlandı. Bunları görmeksizin, gözü kulağı kapatıp "La la la olan biteni görmüyorum duymuyorum, tarihte bir noktada hata yapılmıştı demek ki şimdi de hata yapılacak." demek, yetişkin ve rasyonel bir yorum değil, çocukça bir itiraz.
Ayrıca bilime ve tıbba haksızlık etmeyin. Thalidomide faciası gibi facialar var, evet. Peki ya facia olmayıp da milyonların hayatını kurtaran kaç tedavi geliştirildi tıp tarihinde? Milyonlarca! Eğer bu açıdan bir analiz yapacak olursanız da, tıbbın %100 değilse bile pratik olarak onunla eşit derecede güvenli olduğunu görebilirsiniz. Arada hatalar olacaktır, insanlık bundan muaf değil. Ama ortada bariz bir veri veya kanıt yokken bu yönde çığırtkanlık yapmak, felaket tellallığının ötesinde, cehalete başvurma safsatasıdır ("Bilmediğimiz bir şeyler olabilir, demek ki iddiamız doğru." deme safsatası).
Bu arada, sahi, Thalidomide'e ne oldu? Günümüzde cüzzam, AIDS ve bazı kanser türlerinin tedavisinde kullanılmaya devam ediyor. Ama gebeyseniz, alınmıyor. İşte bu kadar! Yani bir ilacın bir felakete neden olmuş olması, o ilacı otomatik olarak "kötü" yapmıyor. Sadece belli durumlarda kullanımını dışlıyor - ki bu, her ilaç için geçerli. Thalidomide bile, toplamda hasar verdiğinden çok fayda sağlamış olabilir: "Felaket"in yaşandığı dönemde thalidomide, 10.000 civarı çocukta gelişim sorunlarına neden olmuştu (ve bu, kesinlikle kabul edilemez, asla olmaması gereken bir hataydı). COVID-19'da daha şimdiden 5 milyon kişinin öldüğünü hatırlamak gerekir ve aşı olmayanlar nedeniyle daha hızlı evrimleşen yeni varyantlar çocuklar ile gençler arasında yayılabilecek özellik kazanırsa, çocuk ölümleri de dikkate değer miktarda artabilir. Artmasa bile, mRNA aşısı kaç kişiyi öldürdü? Kaç kişide gelişim sorunlarına neden oldu? Şu ana kadar bunu yaptığı nedensel olarak gösterilebilen tek 1 vaka yok.
Hiç kimse, hiçbir teknolojinin %100 güvenli olduğunu iddia edemez; çünkü hiçbir teknoloji %100 güvenli değildir. Zaten olması da gerekmez. Önemli olan, bir teknolojinin, çözdüğü sorunun tehlikesinden kat kat güvenli olmasıdır. Ve mRNA aşıları böyle. COVID-19, mRNA aşılarından kat kat tehlikeli bir hastalık. Thalidomide, ölümcül bir hastalığı tedavi etmiyordu, gebelik semptomlarını (mide bulantısı gibi semptomları) baskılasın diye verilen bir ilaçtı. Sizce ölümcül bir salgınla mücadele ile, gebelik semptomlarından 1 tanesini hafifletmek eşit örnekler mi? Yılda 2, uzun vadede yılda 1 doz alınan bir aşıyla, her gün (bazen birden fazla kez) alınan bir ilaç bir mi?
Bu arada, "uzun dönem etkisini bilmediğimiz" diğer birçok teknolojiyi kullanıyoruz. Cep telefonlarının, bilgisayarların, modern arabaların mesela bebek gelişimi veya zihin üzerindeki etkilerini biliyor muyuz? Bu etkilerin 50 yıl sonra çıkmayacağını biliyor muyuz? Hayır. Ama cep telefonu, bilgisayar ve arabaları kullanıyoruz, çünkü teorik bilgilerimiz sayesinde bu tür teknolojilerinin sağlık riskinin çok düşük olduğunu biliyoruz. Öte yandan bu teknolojiler o kadar büyük problemleri çözüyor ki, risk analizinde üstte çıkıyorlar.
Hangi aşıyı olursanız olun, tıp örgütleri tarafından onaylanmış aşılarınızı olun. Eğer kafanız rahat edecekse, mRNA-harici bir aşıyı olun. Ama unutmayın ki aşı karşıtlarının amacı sizi "iyi bir tedaviye veya aşıya yönlendirmek" değil, korkularınızı manipüle ederek kişisel çıkar sağlamak (örneğin takipçi kazanmak), "uyanmış" olduklarını sandıkları bir grubun aidiyet duygularını pekiştirmek ve halkı yanlış yönlendirmek. Zaten bu nedenle mRNA aşıları yerine başka aşılar önerildiğinde bu defa da "Çin aşısı" diyorlar, "Genel olarak COVID aşıları çok yeni, ne fark eder ne türden olduğu?" diyerek sizi ölüme itmeye devam ediyorlar. 4 milyar kişi aşı olsa (ki oldu), neden 5 milyar değil diye sorarlar. 5 milyar olsa, neden 6 milyar değil derler. %95 etkililik gösterilse, neden %100 değil derler. Riski %0.0001 olsa, neden %0.00001 değil diye sorarlar.
Çünkü bu tür sahtebilim fanatikleri, gerçeklerden değil, kaostan ve belirsizlikten beslenirler. Bu tür kitleler, biyolojik virüse ek olarak sosyolojik olarak mücadele edilmesi gereken "toplumsal parazitler" ve "hastalık yapıcı patojenler"dir. Tedavisi bilimdir, eğitimdir. Herhangi bir tıbbi uygulama konusunda endişe sahibi olmakta hiçbir problem yok, bilimsel konsensüsü yansıtma sorumluluğunu taşıyan bilim insanlarına ve anlatıcılarına sorar, işin bilimini öğrenebilirsiniz. Ama içinde bulunduğumuz kriz sırasında prim yapmaya çalışanlara kanıp, onların sesine ses katmak kabul edilebilir değil. Salgın yaşarken böyle bir lüksümüz yok.
Özetle, onaylanmış aşılar güvenlidir, aşılarınızı olun. Bunun aksini iddia eden kimseye kulak asmayın (spesifik bir sağlık sorununuz nedeniyle spesifik bir aşıyı olamayacağınızı söyleyen doktorunuz haricinde).
mRNA aşılarıyla ilgili bu videoyu izleyin ve bu yazımızı okuyun lütfen.
Cevaba GitCOVID-19 aşısı olduktan sonra mastürbasyon yapılmasına bağlı olarak etkinliğinin azaldığına dair bilimsel bir araştırma veya veri bulunmamaktadır. Profesyonel meslek örgütlerinin hiçbiri bu konuda herhangi bir uyarıda bulunmamaktadır. Bilindiği kadarıyla sperm atımının, aşı etkinliği ile herhangi bir doğrudan veya dolaylı etkisi yoktur.
Cevaba GitHayır, COVID-19 aşıları kuyruklu doğuma neden olamaz. İddianın hiçbir doğruluk payı yok ve insanların korkularından beslenenler tarafından uydurulan bir yalan. Klinik deneylerde de, milyarlarca kişinin aşılanması sonrası elde edilen gerçek dünya verilerinde aşılanma ile kuyruklu doğumlar arasında hiçbir ilişki tespit edilemedi. Bunu iddia edenler hiçbir bilimsel kaynak ileri sürebilmiş değiller.
Kuyruklu doğum hakkında daha fazla bilgiyi buradan alabilirsiniz.
Cevaba GitBu haber hatalı, Reuters da sonradan düzeltti ama işte, şu anda burada da olduğu gibi yanlış bilgi yayılmaya devam etti. Gerçekte olan şu:
Japonya'daki Kowa İlaç Firması, omicron varyantına karşı Ivermectin'in etkisini ölçmek için bir Faz-3 deneyi başlattı. Bu deney sonucunda, "Ivermectin'in omicron varyantına karşı antiviral etkileri olduğu" tespit edildi. Bunu da bir basın bildirisiyle duyurdular:
Reuters bunu haber yaptı ve "Japon firma, Ivermectin'in omikrona karşı etkili olduğunu duyurdu." gibi bir başlıkla yayınladı. Halbuki antiviral etkiye sahip olmak, etkili bir ilaç olmak demek değil.
Ivermectin'in SARS-CoV-2'ye karşı antiviral etkileri olduğunu zaten biliyorduk. Ancak bu, hastalarda replike edilebilen bir sonuç değil; sadece test tübünde, hiçbir insanın alamayacağı kadar yüksek dozlarda bu etki gösterilebildi.[1]
Sorun şu ki, Ivermectin'in antiviral etkisinin COVID-19 hastalarını iyileştirici güçte olduğunu gösteren hiçbir çalışma yayınlanmadı ve buna işaret ettiği iddia edilen birkaç çalışmanın sonuçları daha kapsamlı bir meta-analizden geçirildiğinde, Ivermectin'in hiçbir işe yaramadığı görüldü.[2][3][4][5][6][7][8]
Sonuç olarak Kowa'nın basın bildirsinini özünde söylediği tek şey bu: "Ivermectin, orijinal soy hatlarında da test tübünde antiviral etki gösteriyordu, omikron varyantı için de bu geçerli." Ancak bunun hiçbir kısmı veya Kowa'nın ürettiği hiçbir veri, "Ivermectin etkili bir COVID-19 ilacıdır." sonucuna varmakta kullanılamaz.
Anlamanın güç olduğu şey şu: Hayatınızda hiç duymadığınız bir ilacın neden bu kadar güvenli ve güçlü olduğuna inanmak istiyorsunuz (soruyu soran olarak size sormuyorum bunu, genel olarak bunun üzerinde düşünülmesi gerektiği için ortaya soruyorum)? Onu üreten de bir firma ve o firma da mesela COVID-19 aşılarını üreten firmaların yaptığı söylenen ve dolayısıyla güvenilmemesi gerektiğini vurgulayan hile hurdayı yapabilecek bir firma. Onun üreticisini aşı üreticilerinden erdemli kılan ne?
Eğer kanıt istiyorsanız, bu tür bir etkileme çabasını görüyoruz da: Mesela Brezilya'daki bir çalışma ön-baskı yayınlayarak Ivermectin'in COVID-19'a karşı çalıştığını iddia etmişti (deney, hatalarından ötürü yayınlanamadı bile). Ve bu makalenin 2 yazarı da Ivermectin'in Brezilya'daki üreticisi Vitamedic'ten para alan kişiler olduklarını kendi makalelerinde yazdılar (ki bir tanesi daha önceleri Brezilyalı sağlık otoriteleri tarafından insanlar üzerinde etik olmayan ilaç deneyleri yapmakla suçlanmış bir isim). Bir ilaç üreticisinden fon alıyor olmak tek başına bir sorun değil, bu, illâ sonuçların hatalı olduğu anlamına gelmez. Ama sağdan soldan duyulan haberlerle hâlihazırda var olan inançları haklı çıkarma çabası çok büyük bir hata. Kampların ve hâlihazırda yerleşmiş inançların peşinden değil, verinin peşinden gitmeyi öğrenmek çok önemli.
Ivermectin'in çalıştığını gösteren bir akademik yayın olursa, bilim camiası da seve seve "Evet, bu çalışıyor." diyebilir; neden demesin? Kimse bu pandeminin devam etmesini istemiyor (o yüzden aşıları ürettik). Ama daha şimdiden bu kadar aksi yönde bu kadar net kanıtlar varken, anca virüste yaşanacak beklenmedik bir mutasyonun tam da Ivermectin farmakolojisiyle uyuşacak biçimde değişmemesi hâlinde, bu at paraziti ilacının COVID-19'u tedavi etmesini beklemek için bir neden yok.
Evrim Ağacı'nda ürettiğimiz COVID-19 ile ilgili içeriklere okurlarımız ve izleyicilerimiz haricinde hiçbir firma, kurum, şirket, organizasyon, devlet veya ilgili birimleri sponsor olmadı. Bizler, herhangi bir aşı/ilaç üreticisinden, herhangi bir firmadan, herhangi bir hükümetten ve herhangi bir spesifik kişiden finansal destek almıyoruz. Hiçbir COVID-19 aşısı üreticisi ile anlaşmamız yok, COVID-19'un artmasından, sabit kalmasından veya azalmasından herhangi bir çıkarımız bulunmuyor (azalması, "insanlık nâmına" tercihimiz olsa da). Tek görevimiz, COVID-19'un gidişatı konusunda insanları bilgilendirmek, çünkü bizim işimiz bilim anlatıcılığı yaparak bilimsel gerçekleri insanlara ulaştırmak.
Evrim Ağacı'nda verilen bilgilerin hiçbiri tıbbi tavsiye değildir ve hiçbir Evrim Ağacı içeriği bir hekimin tavsiyesinin yerini alacak biçimde kullanılmamalıdır.
Eğer hiçbir tekil kişi veya kuruma bağımlı olmaksızın yaptığımız işleri faydalı buluyorsanız ve Evrim Ağacı'na katkıda bulunmak isterseniz, buraya tıklayabilirsiniz.
Cevaba Git