Yaşama ve bu uğurdaki uğraşlara yönelik “neden?” sorusu, insan düşüncesinin en eski ve en ısrarlı sorularından biridir. Ancak felsefe, antropoloji ve modern bilim tarihinde bu sorunun kendisinin problemli olduğu, hatta belirli bir noktadan sonra anlamsızlaştığı yönünde güçlü düşünce gelenekleri oluşmuştur. Bu geleneklerin ortak varsayımı, evrenin ve yaşamın insan-merkezli bir amaçla yapılandırılmadığıdır. Dolayısıyla “neden yaşıyoruz?” sorusu, yanıtlanmayı bekleyen meşru bir soru olmaktan çok, insan zihninin anlam üretme ihtiyacının bir yansıması olarak değerlendirilir.
Albert Camus, insanın anlam arayışı ile evrenin buna cevap vermeyen yapısı arasındaki gerilimi “absürd” kavramıyla açıklar. Camus’ya göre insan bilinci, yaşama bir amaç atfetmek ister; ancak evren bu talebe sessiz kalır. Bu sessizlik karşısında “neden yaşıyoruz?” sorusu cevapsız kalmaz, tersine geçerliliğini yitirir. Çünkü evren, insanın sorularına anlam üretmek zorunda değildir. Camus’ya göre nihai felsefi tutum, bu anlamsızlıkla yüzleşerek yaşamayı sürdürmektir. Yaşamın bir “neden”i yoktur; yaşanıyor oluşu kendi başına bir gerçekliktir. Bu bağlamda “neden?” sorusu çözülmez, askıya alınır.
Benzer biçimde evrimsel biyoloji, yaşamın varlığını amaçsal bir çerçevede ele almaz. Charles Darwin sonrası biyolojik düşünce, canlıların hayatta kalmak için var olmadığını; hayatta kalanların var oldukları için gözlemlendiğini ortaya koymuştur. Richard Dawkins’in ifadesiyle doğada bilinçli bir tasarım ya da yönlendirici amaç yoktur; yalnızca doğal seçilim süreçleri vardır. Bu nedenle “neden yaşıyoruz?” sorusu bilimsel düzlemde işlevsizdir. Bilim, “neden” sorularından çok “nasıl” sorularına yanıt verir. Yaşamın ortaya çıkışı ve sürdürülmesi, fiziksel ve biyolojik süreçlerle açıklanabilir; bunların ardında metafizik bir amaç aranması, bilimsel yöntemin dışında kalır.
Baruch Spinoza da yaşamın ve doğanın anlamına ilişkin amaçsal yorumları eleştiren düşünürlerden biridir. Spinoza’ya göre insanlar, doğadaki her şeyi kendi amaçları doğrultusunda yorumlama eğilimindedir ve bu tutum bir yanılgıdır. Doğa, insan için var değildir; insan da doğanın merkezinde yer almaz. Şeyler bir amaç için var olmaz; var oldukları için öyledirler. Bu çerçevede “neden yaşıyoruz?” sorusu, insan zihninin doğaya kendi anlam kategorilerini dayatma çabasından başka bir şey değildir. Spinoza’nın ontolojisinde yaşam, açıklama gerektiren bir araç değil, nedensel bir zorunluluğun sonucudur.
Budist felsefe ise “neden” sorusunu bizzat ıstırabın bir kaynağı olarak değerlendirir. Budizm’e göre insan zihni, olanı olduğu gibi kabul etmek yerine sürekli gerekçeler üretmeye çalışır ve bu arayış, acıyı derinleştirir. Yaşam vardır, acı vardır; ancak bunların bir “nedeninin” bulunması zorunlu değildir. Aydınlanma, bu sorulara cevap bulmakla değil, onları sormayı bırakmakla mümkündür. Bu yaklaşımda nihai cevap, “neden yaşıyorum?” sorusunun terk edilmesidir; çünkü bu soru, varoluşu anlamak yerine zihinsel bir tatminsizliği sürdürür.
Bu farklı düşünce gelenekleri bir arada değerlendirildiğinde ortak bir sonuca ulaşılır. Yaşama dair evrensel, nesnel ve insan-dışı bir “neden” yoktur. Bu yokluk, bir eksiklik olarak değil, varoluşun yapısal bir özelliği olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla “neden yaşıyoruz?” sorusu, yanıtlanabilir bir soru değil; yanlış varsayımlar üzerine kurulmuş bir sorudur. Bu farkındalık, insanı nihilizme zorlamaz; aksine bireyin yaşamını nasıl sürdüreceğine dair etik ve pratik sorumluluğunu öne çıkarır. Yaşamın anlamı, dışsal bir cevapta değil; insanın yaşam karşısındaki tutumunda şekillenir.
Sonuç olarak “neden?” sorusunu anlamsız kılan nihai cevap, evrenin ve yaşamın insanî anlam beklentilerine göre düzenlenmemiş olduğunun kabulüdür. Evren bir açıklama sunmaz; yalnızca işler. Bu durumu kavrayan zihin için anlam arayışı sona ermez, fakat yön değiştirir. “Neden yaşıyorum?” sorusu yerini, “nasıl yaşayacağım?” sorusuna bırakır.