Bu da çıktığı zamanlar izlemem gereken ama yaşamın kaosunda ancak 15 sene sonra izlemiş bulunduğum bir film. 2010 yapımı ve 2 saat uzunluğunda. Yönetmen Joseph Kosinski şu an irdelediğimde pek ödül almış birisi değil ve Top Gun: Maverick filmine kadar pek öne de çıkamamış gibi ama genel olarak yakın hissedeceğim bir figür bence. Tron da ilk filmi. Sinema anlatısının tam da devindiği bir noktada çıkarmış filmi. Hala izlemediğim Oblivion yine kendisinin. En son F1 filmini çıkarmış.
Filme gelecek olursak daha çok teknik yönden öne çıkan bir film bence ama dediğim gibi 2010 yapımı bir filmi 2025 gözünden analiz ediyorum. Dönemine göre anlatısı da gayet iyi duruyor ama ben sevgilimle izlerken sıkıldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Her şeyden önemlisi "Hiçbir metin orijinal olamaz, çeşitli fikirlerin karışımıdır." tutumundaki Roland Barthes'vari postmodernist çizgideki görüşleri bu tür filmlerle daha iyi anlıyorum. Kalıp yakalamada yetenekli bir nörofarklı olmak elimi daha da güçlendiriyor. Böylelikle te mitlerden gelen ve tekrar eden o en basitinden kayıp baba, baba-oğul çatışması, miras, simülasyon, tanrıcılık gibi birçok anlatıyı henüz konuyu okuduğumda bile anlayabiliyorum. Bu yüzden belli bir noktadaki seyircileri etkilemek için bundan daha fazlası gerekiyor. Tron'da ben bunu neredeyse hiç göremedim. Fragmana baktığımda devam filmi Ares daha çok heyecan uyandırdı bende.
Film, bir oyundan ilham alınarak dijital dünyada yaratımına başlanan bir evrende geçiyor. Bunun tanrı ve yaratılış fikriyle paralel ele alınması hoşuma gitti. Bu yönden düşündürdü diyebilirim. Dediğim gibi görüntü ve ses tekniğine daha çok yatırım var. Böyle fütüristik bir filmde olması gereken bir şey. Ses düzenlemesi alanında Oscar adaylığı kazanmış zaten. Cyberpunk ezgilerini, neon ışıklarla bezeli aksiyon sahnelerinde deneyimlemek güzel oluyor tabii ki. Jeff Bridges ve Olivia Wilde olmak üzere oyuncular da fena değil. Ben sıra gelirse izlenebilecek bir film olarak netleştiriyorum.