Kitap Analizi: Büyük Buluşlar - Milyonların Hayatını Kurtaran 10 Önemli Tıp Buluşu
Hastalığa kötü ruhlar veya kızgın tanrılar değil, doğal güçler mi neden olur? Belirli gazları solumak ağrıyı giderebilir ve hastayı öldürmez mi? Bir makine, vücudunuzun içinin fotoğraflarını çekebilir mi? Bugün bunu genellikle hafife alıyoruz, ancak bir zamanlar milyonlarca insan duyduklarına inanamadı. Sonunda bunlar ispatlanana veya başarılana dek... Ve o noktada, dünya artık asla eskisi gibi olmayacaktı.
Neden şu anda hayattasın? Muhtemelen hayatınızı bu makaledeki olağanüstü tıbbi keşiflerden birine borçlusunuz. Belki de aşılara veya antibiyotiklere veya röntgene... Bunun gibi devrim niteliğindeki tıbbi buluşlar sadece hastalıkları tedavi etme şeklimizi değiştirmedi, kendimizi ve içinde yaşadığımız dünyayı anlama biçimimizi de değiştirdi.
Jon Queijo, tarihin en şaşırtıcı 10 tıbbi keşfinin ardındaki gizli hikayeleri anlatıyor. Bu kuru bir tarih değil: Bunlar ortaya çıkarılan ölüm kalım gizemleri, haklı oldukları kanıtlanmış tutkulu, sıklıkla alay konusu olmuş kişilerin hikayeleri. Mikroplardan genetiğe, antik Hipokrat'tan son teknolojiye kadar, bunlar dünyayı değiştiren ve büyük olasılıkla hayatınızı kurtaran hikayeler.
Künye
- Yazar: Jon Queijo
- Çevirmen: Ekin Duru
- Dizi Editörü: Kerem Cankoçak
- Yayın Evi: Alfa Yayınları
- Barkod: 9786051063843
- Sayfa Sayısı: 316
Bölüm Analizi
1. Hipokrat ve Tıbbın Keşfi
Hipokrat (M.Ö. 460-377) Yunanistan'ın Kos Adası'nda doğdu. Ev\text{}rensel olarak "Tıbbın Babası" olarak kabul edilir. Hipokrat, hastalıkların tanrılar ya da cinler gibi doğaüstü bir güçten değil, d\text{}oğal nedenlerin yol açtığını gören, etkin olan bir davranış yemini yaratan, düşünce ve duyguların kalp\text{}te değil beyinde oluştuğunu dahil tıpta birçok yeni buluş gerçekleştiren ilk doktordur.[1]
Hipokrat'tan önce hastalıkların nedeni doğal nedenlerden değil, cezalandırmadan kaynaklanıyordu. Tanrılar ya da kötü ruhlar, işlediği günahlar nedeniyle insanları cezalandırıyordu.
Kimileri için Hipokrat Yemini, İncil'den (veya kutsal kitaplardan) sonraki en önemli kurallar bütünüdür. Tarih boyunca tüm doktorlar tarafından bir davranış biçimi olarak benimsenen Yemin, çoğu tıpçı tarafından önemsenmekte ve okul kitaplarında, gazetelerde tıp uygulamaları için en önemli kural olarak sık sık dile getirilmektedir. Hipokrat Yemini tek bir sayfadan ibarettir ve doktorun, "hekim Apollo ve Asklepius ve tüm tanrılar ve tanrıçalar şahit olsunlar ki" sözleri ile başlar ve Yemin'e onun kurallarına sadık kalacağını belirtmesiyle devam eder. Daha sonraki beyanlarda ise doktorun ahlak ve davranış biçimleri konularında çeşitli yükümlülükleri dile getirilir.[2]
Hipokrat, Kutsal Hastalık Hakkında başlıklı eserinde düşünce ve duyguların o dönemdeki inancın aksine yürekten değil, beyinden kaynaklandığını kesin bir dille savunmuştur:
İnsanlar şunu bilmelidir ki tüm mutluluğumuz, sevinçlerimiz,kahkahalarımız ve neşemiz gibi kederlerimiz, acılarımız, endişelerimiz ve gözyaşlarımız da yalnızca beynimizden kaynaklanmaktadır. Bu organımız sayesinde düşünüyor, görüyor, işitiyor ve çirkinle güzeli ayırt ediyoruz. Aynı organ ile deliriyor ya da kendimizden geçiyoruz ve korkulara, paniğe kapılıyor, uykusuzluk çekiyor, uykuda yürüyoruz...
Hipokrat aramızdan ayrılalı yaklaşık 2300 yıl ola da, onu "Tıbbın Kaşifi" olarak nitelendirmemize yol açan kitapları, öğretileri ve eserleri yirmi birinci yüzyılda da sağlıklı olarak yaşamaktadır. Tıp öğrencileri onun yeminini tekrarlamakta, doktorlar ve cerrahlar onun anatomik ve klinik önerilerine hayranlık duymakta ve daha başkaları da onun sezgilerinden esinlenmekte.
2. Halk Sağlığının Keşfi
Sanayi Devrimi'nden asırlarca önce evlerdeki ve iş yerlerindeki insan dışkısı genellikle arka bahçelerdeki çukurlara, yakınlardaki geçitlere ve sokaklara atılıyordu. Belirli zamanlarda bu dışkılar "temizlik işçisi" denen kişilerce toplanıyor ya gübre ya da domuzlara, ineklere ve diğer evcil hayvanlara yem olarak satılıyordu; ama 1800'lerin başlarında hızla gelişen kentleşme sonucu, arz talebi fersah fersah aştı ve sokaklar, geçitler ve çukurlar tıkanmaya ve taşmaya başladı. O dönemde Leeds'deki sağlık hizmetlerini denetleyen bir yetkili gördüklerinden endişeye kapılmıştı:
Bu sokaklar biriken küller ve pisliklerle örtünmüş durumda... Pis kokulu sular ve kanallar sesini çıkarmayan fakirlerin kapılarına doğru akıyor ve ağzına kadar dolu helalar kullanılmayacak halde...
Çoğu kez taşan helalar evlerin zeminini basıyor ya da yakınındaki su sarnıçlarına veya içme suyu kuyularına doğru akıyordu. Kamusal su kaynakları da daha iyi durumda değildi. Bir rapora göre, Leeds'deki çoğu vatandaşın içme suyu kaynağı olan Aire Irmağı'nda "200 kadar tuvalet atığına, çok sayıda lağımdan sulara, ölü sülüklere, sağlık ocaklarından atılan yakılara, sabuna, mavi ve siyah boyaya" rastlandığı belirtiliyordu.[2]
Leeds bu vaziyetteyken, altı ay içinde, kimse ne olup bittiğini anlayamadan, kolera 700 can daha aldı. Bir yıl içinde İngiltere'de 60.000 kişi bu hastalıktan öldü. Bundan sonraki 35 yıl içinde 100.000 cana daha mal olan üç salgın daha baş gösterecekti.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
John Snow tıp fakültesinde asistanlık yaparken, öğretmeni ona bir görev verir: Kolera salgının en çok etkilendiği yerlerden biri olan Killingworth kömür madenine gidecek ve orda çalışan maden işçilerine yardım etmeye çalışacaktır. O dönemde kolera, veba gibi hastalıkların nedeninin zararlı bir hava biçimi olan miyazmalardan kaynaklandığı düşünülüyordu. John Snow'un maden ocağına gitmesi, onun miyazma teorisini sorgulamasına neden oldu. İçinde hiçbir mikrop taşıyıcısı hava bulunmayan derinlerdeki galerilerde çalışan maden işçileri bu hastalığa nasıl yakalanıyordu?[3]
1848 yılında Londra'daki ikinci kolera salgını 50.000 – 60.000 kişinin canını aldığında, John Snow araştırmalarını derinleştirdi. Öncelikle, bu salgındaki ilk kurbanın ülkeler arası yolculuk yapmış bir gemici olduğunu saptadı. Gemici Londra'da bir oda kiralamış ve kısa bir süre sonra da kolera yüzünden hayatını kaybetmişti. Kurbanın doktoruyla görüşen Snow, gemici ayrıldıktan sonra başka birisinin odayı kiraladığını ve kiraladıktan sekiz gün sonra onun da koleradan öldüğünü öğrendi. Bu araştırmaları, John Snow'un odadaki bir eşyadan hastalığın bulaşabileceği konusunda şüphelenmesine neden oldu.
Snow, dönemin hakim görüşünün aksine, bu hastalığın bulaşıcı olduğunu ve sular aracılığıyla bulaştığı konusunda kanıtlar aramaya devam etti. Londra'nın bir bölümünde evlerin karşılıklı birbirine baktığı bir sokakta bir taraftaki evlerde oturanların çoğu koleraya yakalandığı halde, öbür yandaki evlerden yalnız birinde tek bir vaka görülmüştü. Snow olayı inceleyince, salgının hüküm sürdüğü evlerde oturanların evlerin önündeki kanallara boşalttığı pis suların içme sularını sağladıkları kuyulara karıştığını belirledi. Snow için bunun anlamı açıktı: "Zehir" her ne ise, bedene pis su ya da yiyecek yoluyla giriyordu.
Snow belediye kayıtlarını incelerken en önde gelen su firmaları olan Soutwark and Vauxhall ile Lambeth Waterworks şirketlerinin hiçbir filtreden süzme ya da ilaçlama yapmadan Thames sularını evlere pompaladıklarını gördü. Snow araştırmalarını derinleştirdi. Araştırmalarını derinleştikçe de kaygılarında haklı olduğunu gördü. Sularını Lambeth’den alan mahallelerde Soutwark ve Vauxhall’dan su alanlara oranla kolera daha çok görülmekteydi.
Her ne kadar 3. kolera salgını 1853'te başladıysa da ünlü "Broad Street Pompası" olayı 31 Ağustos 1854'te patlak verdi. Bu olayda iki haftadan az bir sürede Golden Square bölgesindeki Broad Street'te 500 kadar insan kolera yüzünden hayatını kaybetti. Snow'a bu ölüm oranı, "Veba dahil bu ülkede görülen kayıpların sayısına eşitti."[2]
Snow, evlerin suyu hangi şirketten temin ettiğini bularak bir kıyas yapmaya girişti. Snow'un çalışması onun şüphelendiği tezi doğruluyordu. Salgının ilk bir ayında Southwalk and Vauxhall'un su temin ettiği yerlerdeki vakalar, sularını Lambeth şirketinden alanlardan 13-14 kat daha fazlaydı. Bu bulgu, Snow'un koleraya pis suların neden olduğu tezini kuvvetlendiriyordu. Snow saptadığı bulgularını yetkilelere bildirince yetkililer Broad Street’teki pompayı kullanıma kapattı. Bu durum salgının sona ermesini sağladı ancak toplum ve medyanın yeterince ilgisini çekmedi.
Snow, kırklı yaşlarında beyin kanaması geçirip vefat ettiğinde, tıp camiası Snow'un koleraya kirlenmiş suyun neden olduğu savını reddetmekteydi. 1800'lü yılların sonuna doğru gelişen mikrop teorisi miyazma teorisinin yerine geçince, Snow'un tezleri ciddiye alınmaya başlandı ve tıp camiası ona inanmaya başladı. Bugün sadece koleranın sırrını çözen kişi olarak değil, çağdaş epidemiyolojinin babası olarak da anılmaktadır.
3. Mikropların ve Bunların Hastalıklara Nasıl Yol Açtığının Keşfi
Mikrop teorisi (bakteri, virüs ve diğer mikroorganizmaların hastalıklara neden olmasının keşfi) bugün tüm tıp dünyasının kabul ettiği bir teoridir. Oysa 19. yüzyılın sonlarına kadar mikrop teorisi doktorlar için sıra dışı ve kabul edilmesi güç bir teoriydi.
19. yüzyıl başlarında mikroskopların geliştirilmesinden önce, bilim insanları hastalıklara neden olan, gözle görülmeyen ve bilinmeyen mikroorganizmaları genel olarak "mikrop" diye adlandırmaktaydı. Bugün, uzun zamandır mikropların aslında bakteri, virüs ve diğer patojenler olduğunuzu bilmemize karşın çoğumuz özellikle mutfak ve banyo temizleyicilerinin TV reklamlarının yazarları, hastalıkların kaynağı olan canlılar için hala mikrop sözcüğünü kullanmaktayız.
Mikrop teorisi 19. yüzyıl sonunda kanıtlandıktan sonra, yalnızca doktorların tıp uygulamalarının tümüyle değiştirmekle kalmamış, çevremizdeki görünmez dünya ile ilişkilerimiz, ve hatta korkularımız ile ilgili görüşlerimizi de farklılaştırmıştır. Mikrop teorisinin önemi 2000 yılında Life dergisinin bunu son 1000 yılın başlıca 6 önemli keşfi arasında sayması ile benimsenmiştir.[2]
Ignaz Semmelweis, asistanlığının başlarında yaklaşık dört yüz kadının loğusa hummasından öldüğüne şahitlik etmişti. O zaman dek yüksek ölüm oranlarıyla ilgili tatmin edici bir açıklama yapılamıyordu. Semmelweis, iki klinik arasında ölüm oranlarını kıyaslayan bir çalışma yaptığında dikkatini ilginç bir şey çekti: Doğumları doktorların yaptırdığı birinci klinikteki ölüm oranı, doğumları ebelerin yaptığı ikinci kliniğe göre beş kat daha fazlaydı ve bunun nedenini açıklayamıyordu.
Sammelweis'in 1847 yılında yakın bir profesör arkadaşı vefat etti. Arkadaşının ölüm nedeni ilginçti: Loğusa hummasından ölen bir kadının otopsisini yaparken bir tıp öğrencisi yanlışlıkla iğneyi profesörün parmağına batırmıştı ve yara prefesörün tüm bedenine yayılmıştı. Semmelweis, arkadaşının ölümüne yol açan hastalıkla lohusa humması hastalığı arasındaki benzerliği fark etti.
O dönem, lohusa hummasının kadınlara özgü olduğu düşünülüyordu. Loğusa humması bir kişiden diğerine bulaşabiliyorsa, doktorların doğum yaptırdığı klinikteki ölüm oranı bununla açıklanabilirdi. Doktorlar loğusa hummasından ölenlere otopsi yapıyor, sonrasında kliniğe dönerek doğum yapacak kadınları muayene ediyorlardı. Bu durumu fark etmesi, Summelweis'i şoka uğrattı. Birinci klinikteki ölüm oranlarının yüksek olmasına yol açanlar otopsi yapan doktorlardı.
1847 yılında Semmelweis, doktorların doğum yaptırdığı klinikte yeni bir uygulamaya geçti: Artık doktorlar otopsi yaptıktan sonra ve doğum yaptırmadan önce ellerini klorlu suyla yıkayacaklardı. Bu uygulamanın sonuçları çarpıcıydı: Yıkama zorunluluğundan önce doktorların doğum yaptırdığı klinikte ölüm oranı %12 civarındayken ikinci klinikte bu oran %3 idi. Klorlu su ile yıkama başlatıldıktan sadece bir yıl sonra ikinci klinikteki ölüm oranı %1,33 olurken birinci klinikteki bu oran %1,27'ye düşmüştü. Yıllardır ilk kez birinci klinikteki ölüm oranını ikinci klinikten daha düşüktü.[2]
19. yüzyılın ortalarından itibaren geliştirilen güçlü mikroskoplar, mikroorganizmalara daha detaylı bir şekilde bakmamızı sağladı. Bununla beraber, ortada iki şaşırtıcı sorun vardı. Mikro-organizmalar nereden geliyordu ve bitkilerin, hayvanların ve insanların "gerçek" dünyası ile bir bağlantıları var mıydı?
1854'te Louis Pasteur, mayalama şerbetini gelişmiş bir mikroskop ile incelerken ilginç bir saptamada bulundu. Pasteur incelemelerine devam etti ve 1860'ta ilk kez mayaların alkolik fermantasyonlara neden olduğunu buldu. Bu buluşla Pasteur fermantasyonun mikrop teorisini oluşturmuş oluyordu.[4], [2]
1879'lere kadar Pasteur, 1877'de Fransa'da koyunların yaklaşık %20'sinin ölmesine neden olan olmasına şarbon hastalığını araştırmaya başladı. Araştırmalarının sonunda 1881'de koyunları bu hastalıktan koruyacak bir aşı geliştirdiğini tüm dünyaya duyurdu. Bu dönüm noktası mikrop teorisini doğruluyordu.
Bu, Pasteur'un bağışıklık konusundaki çalışmalarının sonuncusu değildi. Bir süre sonra o dönemde sık rastlanan ve öldürücü olan kuduz hastalığına karşı bir aşı bulmak amacıyla çalışmalarına devam etti. Her ne kadar hastalığa yol açan mikrobu yalıtmayı ve tanılamayı başaramadıysa da bu hastalığa bir tür mikrobun yol açtığından emindi. Yüzlerce deney yaptıktan sonra, hayvanlar yararlı olan bir aşı yarattı. Sonra 1885'te, olağanüstü ve son derece riskli bir atılım yaptı: Aşı, kuduz bir köpek tarafından ısırılmış bir çocuğun hayatını kurtarmakta başarılı oldu. Pasteur'un aşısı, mikrop teorisinin doruğa ulaşmasına yol açtı ve insan hastalıklarıyla bağlantısını göstermiş oldu.
1860'ta Joseph Lister Cerrahi Profesör olduğunda, ameliyat sonrası komplikasyonlarda görülen çürümenin mikroplardan değil oksijenden olduğu inancı yüzünden engelleniyordu. Çoğu doktor havadaki oksijenin dokulara zarar vermesi sonucu yaraların çürüdüğüne inanıyordu. Havadaki oksijenin yaralara girmesini engellemek mümkün olmadığı için çoğu kişi bu hastalıkların önüne geçilemeyeceği görüşündeydi.
Lister'in dönüm noktası asit feniği, bir atlı arabanın altında kalarak sol bacağını kırmış olan 11 yaşındaki bir çocuğa kullanması ile gerçekleşti. O zamanlar kırıkların enfeksiyon kapma yüzdesi çok yüksekti ve çoğu kez kesmek gerekiyordu. Lister, çocuğun bacağını askıya aldı ve altı hafta boyunca yaraya fenik uyguladı. Yaranın enfeksiyon kapmadan tamamen iyileşmesi onu çok sevindirdi. Zamanla ameliyatların kesimlerin, cerrahi aletlerin ve ameliyat personelinin ellerinin temizliğinde de bundan yararlandı. Günümüzde Lister, "Antiseptiğin Babası" ya da "Modern Cerrahinin Babası" olarak tatınmaktadır. Listerine isimli meşhur ağız gargarası da onun adını taşımaktadır.[2]
1873'te Robert Koch mikroskopuyla şarbonun bir mikroptan kaynaklandığını kanıtlamak amacıyla araştırmalara başladı. Yaptığı araştırmaların sonucunda ilginç sonuçlara ulaştı: Varlığını sürdürürken şarbon kendini gizleyebiliyordu. Olumsuz koşullarda, şarbon oksijensizliğe ve susuzluğa dayanaklı sporlar oluşturabiliyordu. Yeniden olumlu koşullar oluştuğunda, yani topraktan alınıp bir canlının içine girebildiğinde, sporlar öldürücü bakterilerin içine gizleniyorlardı. Böylece görünüşte topraktan başka bir şeyle teması olmayan koyunlar da aslında şarbona yakalanabiliyordu.[2]
Koch, 1880'lerin başında, tüberküloza bir mikro-organizmanın neden olduğunu ispatlamak için çalışmalarına başladı. 1882'de Koch buluşunu tüm dünyaya ilan etti: söz konusu mikrobu başarıyla ayrıştırmadan, üretmesinden ve hayvanlara aşılamasından sonra tüberkülozun Mycobacterium tuberculosis'ten kaynaklandığını keşfetmişti. Şöyle açıkladı: "Tüberküloz yaralarında bulunana basil sadece tüberküloz ile birlikte görülmemekte, buna sebep olmaktadır. Bu basiller veremin gerçek nedenidir." Koch'un tüberkülozun nedeni ile ilgili buluşu ona fizyoloji ve tıp alanında Nobel ödülünü kazandırmıştır.
4. Anestezinin Keşfi
Humphry Davy, nitröz oksidin etkilerini araştırmak için labaratuvara atandığında, ona verilen görev, bu gazı gelen ziyaretçilere çektirmek ve ardından ziyaretçilerin tepkilerini kayıt altına almaktı. Davy, nitröz oksitin yirmilik yaş dişi için çektiği acıyı hafiflettiğini fark etti. Gaz, çıkmakta olan yirmi yaş dişinin neden olduğu ağrıyı dindirmişti; ama bu keşif nitröz oksidin cerrahideki acıları giderme gücünü gözlemlemesinin yolunu açtıysa da Davy, gazın diğer şaşırtıcı özelliklerinin çekiciliğine kapıldı. Aslında birkaç yıl içinde nitröz oksit artık ciddi biçimde araştırılmaz olmuştu. 1812 yılında daha önce eski yandaşlardan biri derslerinde şöyle bir uyarıda bulunuyordu:
Bu gaz oksijenin bir mumun yanmasını hızlandırıp onu yok etmesi gibi yaşamı tüketir, harcar ve yok eder.
Ve böylece anestezi dalındaki ilk girişimler yüz kızartıcı ve güldürücü bir çıkmaz sokakta son buldu.[2]
İsviçreli doktor Parecelsus, eteri 1540 (?) yılında keşfetti. Ancak eter, yaklaşık 300 sene tıp dünyasının ilgisini çekmeyi başaramadı. 19. yüzyılda Michael Faraday, yaptığı deneyler sırasında eter buharını solumanın acıya dayanıklılık sağladığını fark etti. Bu gazların rahatlatıcı etkisi halkın bu gazlara kucak açmasına neden oldu.
Crawford Long, Georgia'da pratisyen hekim olarak görev yaparken birçok nitrus oksit ve eter cümbüşlerine tanık olmuştu.[2] Keyif verici özelliğinin yanında eterin bir başka özelliği de Long'un dikkatini çekmişti: Arkadaşları eterin etkisi altındayken düşmelerine rağmen onların acı hissetmediklerini fark etti. 1842'de ensesinde iki ufak tümör bulunan Mr. James Venable, acı duymaktan korktuğu için ameliyat olmaktan çekiniyordu. Long, hastasına ameliyat sırasında eter vermeyi önerdi. Venable kabul etti ve 30 Mart 1842'de ameliyat başarılı bir şekilde acısız olarak yapıldı. Long, daha birçok hastasına eter verdiyse de, 1849 yılına kadar bu konuda bir eser yayınlamadı.
16 Ekim 1846'da, şimdi anestezinin keşfi olarak kabul edilen o tarihte, William Morton toplum önünde bir gösteri düzenledi. Morton, Gilbert Abbott'a gazı verdi ve boynundaki tümörü aldı. Orada bulunanların hepsi bu anın öneminin ve tarihteki yerinin farkındaydılar. Birkaç ay içinde eterin anestezi olarak kullanımı Avrupa'ya yayıldı.
Fakat eter, kusursuz değildi. Çabuk alev alması, keskin kokusu ve kimi hastalarda mide bulantısı ve kusmaya yol açması onun sakıncalı yönleriydi. Morton'un gösterisinden bir yıl sonra, yeni bir uyuşturucu keşfedildi: kloroform. Klorofom, kısa sürede İngiltere'de benimsenmişti. Daha önce keşfedilen eter tıp ve toplum tarafından çabuk benimsenmişse de doğumlarda kullanılması tartışma konusuydu. Bu hassasiyet, doğum sancılarının Adem ve Havva'nın günahlarına karşılık Tanrı'nın öngördüğü bir ceza olduğunu savunan dini görüşten kaynaklanıyordu.[5], [2]
Bazı bilim insanlarının anesteziyi neden "tıp tarihinin en önemli buluşu" olarak kabul ettiğini anlamak zor olmasa gerek. Binlerce yıl boyunca acıyı önlemekte yetersiz kalan çeşitli metotlardan sonra anesteziklerin keşfi daha önce görülmemiş bir buluştu. En acılı ameliyatlarda dahi hastaların acılarını tümüyle gidermek tıpta ve toplumda büyük değişikliklere yol açtı.
19. yüzyılın ortalarındaki öncü keşiflerden bu yana anestezi ilaçlarının geliştirilmesinde uzun bir yol alındı. Başlangıçtan beri solunan anestezik gazlardan sadece eter 1960'ların başlarına kadar standart anestezi maddesi olarak varlığını sürdürdü. 1950'lerde çoğu anestezik maddeye florin eklenerek yanmaz duruma getirildi. Ve bugün, William Morton'un cerrahide eter kullanarak tıp uygulamalarını değiştirmesinden 150 yıl sonra, anestezik tıp gelişmeye ve değişmeye devam ediyor.
5. X Işınlarının Keşfi
1895'te keşfedilmelerinden sonra tüm dünyanın farkına vardığı gibi X ışınları bilimdeki dönüm noktalarından biridir. Bir düşünün: X ışınlarıyla çekilen fotoğraflar sayesinde, eğitimli bir göz, bulanık karaltı ve gölgeleri, belirli hastalıklar ve iyileştirilebilecek yaralar olarak tanımlayabiliyor. X ışınları, keşfedildikten sonra milyonlarca insanın hayatını kurtarmıştır. Aslında X ışınları, bilim insanlarının fiziksel dünyayla ilgili uğraşları (atomun yapısı ve kuantum fiziği gibi) sırasında keşfedildi ve yıllar boyu kimse X ışınlarının tam olarak ne olduğunu ve nasıl oluştuğunu çözemedi. 1901'de X ışınlarını keşfettiği için Nobel Fizik Ödülünü kazanan Wilhelm Röntgen'in dediği gibi:[2]
Işınların, kendi elim de dahil çeşitli nesnelerin içinden geçtiğine tanık olduktan sonra bile, hala bir aldanış içinde olduğum kanısındaydım.
Noel tatili sırasında Röntgen bulgularını, "Yeni Bir Tür Işın Hakkında" başlığı ile 10 sayfalık bir rapor haline getirdi. Bu raporda ilk kez "X ışınları" deyimini kullandı. 28 Aralık 1895'te Röntgen, raporunu Wurzburg Fizik-Tıp Derneği'ne gönderdi ve 1896 yılbaşında bunların doksan kopyasını zarflayıp Avrupa'daki fizikçilere postaladı. "Kıyametin kopması" için üç gün yeterli oldu.
Röntgen'in keşfinin öyküsü Die Presse'in ilk sayfalarında, "Heyecan Verici Bir Buluş" başlığı altında yayınlandı. Birkaç gün içinde öykü, dünyanın tüm gazetelerinde yer aldı. Röntgen'in keşfine ilk yıl boyunca gösterilen olağanüstü ilginin belki de en sağlam kanıtı istatistiklerde görülebilir: Sadece 1896 yılında X ışınları hakkında tüm dünyada 50'den fazla kitap ve 100 kadar makale yayımlanmıştır.
X ışınların tıptaki ilk kullanımı, bir dikiş iğnesinin yerini saptamak gibi çok sıradan bir nedenle olmuştur. Ama doktorlar, kısa sürede X ışınlarını daha ciddi zedelenmelerde de kullanmaya başladılar. Kuzey Amerika'da X ışınları ilk kez 7 Şubat 1896'da ameliyat öncesi tanılama amacıyla kullanıldı. Haftalar önce Tolson Cunning adındaki genç bir adam, bir kavga esnasında ayağından vurulmuştu. Röntgen çekiminde merminin kaval ve incik kemiklerinin arasına saplandığı belirlendi. Daha sonra X ışınları böyle acil durumlarda önemli bir rol oynamaya başladı. Nobel Ödüllü Marie Curie, X ışınlarının kullanım alanını genişleterek sayısız hayat kurtardı. Curie, "Küçük Curie" adı verilen bir araç geliştirdi. Bu araç sayesinde yaralı askerlerin iyileşmesine yardımcı olabilecekti.[2]
Kısa sürede X ışınlarının birçok cilt hastalığında ve bazı kanser vakalarında görülen açık yaraların küçülüp kurumasında sağaltıcı özellikleri olduğu belirlendi. Dahası, bazı doktorlar X ışınlarının kanserli hastalarda ağrıları ve iltihaplanmaları azaltmakta özellikle işe yaradığını fark ettiler. Ağız kanseri ve mide kanseri olan bir hastaya X ışınları uyguladıktan sonra Fransız doktor Victor Despeignes, röntgen ışınlarının kesinlikle iyileştirici bir özelliği olduğu sonucuna vardı.
Araştırmacılar, yüksek X ışınları enerjisinin daha fazla kanser hücresini öldürürken normal hücrelere daha az zarar verdiğini gözlemlediklerinde şaşırdılar. Bu gözlem sonucunda X ışınları ile kanserin tedavisine başlandı. Bugün biliyoruz ki kanser hücreleri normal hücrelerden daha hızlı büyüdükleri için X ışınlarının yok edici gücünden daha fazla etkilenirler.
Keşiften bir yıl sonra X ışınlarının dokularda kısa süreli hasarlar oluşturabildiği daha iyi anlaşıldı. Henüz kimsenin kuşkulanmadığı ise, ışınların uzun vadeli zararlara yol açabileceğiydi. Zamanla X ışınlarının ve onların biyolojik etkilerinin anlaşılması, risklerin de anlaşılmasına yardımcı oldu.
Günümüzde bildiğimiz gibi X ışınları da elektromanyetik spektrum içerisindeki dalgaboyu aralıklarından biridir (yani bir çeşit ışıktır). Ancak o kadar yüksek enerjiye sahiplerdir ki elektronları atomlardan ayırabilirler ve böylece moleküller düzeyinde hücresel faaliyetleri değişime uğratabilirler. Bu yüzden X ışınları bedenden geçerken hücreler üstünde başlıca iki etki yaparlar: ya onları öldürürler ya da onlara zarar verirler. Yıllar sonra da bu değişimler, kansere yol açabilirler.
Buna rağmen doğru dozda kullanılması halinde insan hayatını kurtarmak ya da iyileştirmekteki büyük etkileri nedeniyle X ışınları tıp alanında devrim yaratmayı başarmıştır. ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezlerine (CDC) göre, X ışınları günümüzde hala en çok kullanılan tıbbi testtir.[2]
6. Aşıların Keşfi
İlk ve en yıkıcı çiçek salgınlarından biri olan Antonine salgını M.S. 165 yılında başladı ve M.S. 180 yılına kadar sürdü. O dönem 3-7 milyon kişinin ölümüne yol açtığı için Roma İmparatorluğunun düşüşüne neden olduğu ileri sürülür. New York'a İspanyol ve Portekizli yağmacıların getirdiği çiçek hastalığı 3,5 milyon Aztek kızılderilisinin ölümüne ve hem Aztek, hem de İnka imparatorluklarının yıkımına sebep oldu. 18. yüzyılda Avrupa'nın başlıca kentlerinde çiçek salgını bir yıl içinde, aralarında 5 Avrupalı kral da bulunan 400.000 kişiyi öldürdü.
Çiçek hastalığının önlenebileceği konusunda ilk ipuçlarından biri 910'da İranlı doktor Al-Rhazı tarafından kayda geçirildi. İslam dünyasının en ünlü doktoru sayılan Rhazı, çiçek hastalığı ile ilgili ilk tıbbi notları tutmakla kalmamış, aynı zamanda tuhaf ve önemli bir ipucu da elde etmiştir: Çiçek hastalığından sağ kurtulanlar, bundan sonraki salgınlarda bir şekilde korunmaktaydılar.
Benjamin Jesty, zengin bir çiftçiydi ve tıp eğitimi almamış olmasına karşın akıllı ve yeniliği açık bir kişi olarak tanınırdı. 1774 baharında, 37 yaşındaki Jesty, kimsenin göze alamadığı bir girişimde bulundu. Salgın devam ederken, ailesini ormanlık yamaçlarına götürdü, memelerinde hastalığın belirgin yaraları seçilen bir inek buldu. Sonra Jesty, karısının dikiş iğnelerinden birini aldı, onun sivri ucunu açık yaraya batırdı ve o dönemde çoğu insanın ahlak dışı değilse bile akıl dışı olarak niteleyeceği bir şey yaptı: Tüm ailesini bu bulaşıcı malzeme ile "aşıladı"! Karısının dirseğinin hemen altından ve oğulları 3 yaşındaki Robert ile 2 yaşındaki Benjamin'in dirseklerinin üstünden... Daha sonra birçok salgın olmasına karşın Jesty'nin ailesi ömürleri boyunca çiçek hastalığına yakalanmadılar. Dahası, her iki oğlunun bağışıklığı ileriki günlerde onlara uygulanan variyolasyona (çiçek virüsüyle aşılanmaya) hiçbir tepki vermemeleri ile kanıtlandı. Variyolasyona tepki vermemesi o insanın çiçek hastalığına karşı bağışıklığının kanıtıdır.
Edward Jenner, James Phipps'i 1796 mayısında danalarda görülen çiçek hastalığına yakalanmış bir mandıra işçisinin elindeki yaradan aldığı virüslerle aşılarken bin yıldan beri birikmekte olan ipuçlarından yararlanmıştır. Ve bunu yaparken de tıp aleminin en büyük dönüm noktalarından birinin bilimsel temellerini atmıştır: aşılar.
1772'de tıp eğitimini tamamladıktan sonra 23 yaşındaki Edward Jenner, danalarda görülen hastalığa yakalanan ve daha sonra çiçek hastalığına karşı bağışıklık gösteren kişiler hakkındaki raporları toplamaya başladı. 1788'de Jenner, hastalanan sütçü kadınların ellerindeki yaraların çizimlerini yaptı; bunları Londra'ya götürerek birçok doktora göstererek danalardaki hastalığın çiçek hastalığının bulaşmasını önlediği konusundaki düşüncelerini paylaştı. Çoğu doktoru bunu önemsemedi. Aynı şekilde Jenner, daha sonra bazı meslektaşlarından bu bağlantıyı incelemelerini istediğinde onlar bunun "saçma bir düşünce", "sadece bir kocakarı ilacı" olduğunu ileri sürdü.
Jenner yılmadı ve dönüm noktasına ulaşıncaya kadar araştırmalarını sürdürdü. 1796'da ilk aşısını yaptı. 22 yıl önce aynı dönüm noktasını gerçekleştiren Benjamin Jesty gibi, Jenner'in deneyi de başarılı oldu. Yine de, Jenner'in zaferi, Jesty'nin 20 yıl önceki başarısı gibi göz ardı edildi. Ne var ki zamanla daha güvenilir doktorlar bu tekniği uyguladığında daha olumlu raporlar hazırlanmaya başladı. Ve nihayet, aşının işe yaradığı anlaşıldı. Ancak aşıya karşı muhafelet devam ediyordu.[6]
Dünyada yapılan ilk aşının çoğu kişi tarafından en feci olay addedilen hastalığa karşı bu kadar etkili olması insanlık açısından büyük bir şanstır. Çiçek hastalığının medeniyet açısından ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu bugün çok az insan anımsamakta, oysa 1950'lerin sonlarında bile, etkin bir aşının keşfinden 150 yıl sonra, çiçek 50 milyon insana bulaşmış, 2 milyon kişinin ölümüne yol açmıştır.[2]
Virüsleri anlamak ve yaratmak için uzun bir yol almak gerekliyse de kısa sürede baş döndürücü dönüm noktaları gelişen bir aşı ordusu oluşturmuştur. Bugün aşılar başlıca on hastalığı - çiçek, difteri, tetanoz, sarı humma, boğmaca, Hemofilus influenza tip B, çocuk felci, kızamık, kabakulak ve kızamıkçık- kontrol altına almamızı sağlıyor.
Louis Pasteur, mikrop teorisine büyük katkılarda bulunmuştu. Kendini kanıtlamak için kamu önünde ilginç bir deney gerçekleştirdi. 5 Mayıs 1881’de güçsüzleştirilmiş şarbon aşısını 24 koyuna yaptı. İki hafta sonra, bunları yeniden canlı ama güçsüzleştirilmiş bir virüsle aşıladı. Nihayet, hem aşılanmış olanlara hem de aşılanmamış olanlara ölümcül şarbon bakterisi verdi. İki gün sonra senatörlerin, gazetecilerin ve bilim insanlarının hazır bulunduğu büyük bir kalabalık sonuçları görmek için toplandı. Aşılanmış koyunların hepsi iyi ve hayattaydı ama önceden aşılanmamış olanlar ya ölmüştü ya ölmek üzereydi.
Ama Pasteur'ün bu alanda belki de en önemli başarısı, kuduz aşısını yaratmasıdır. O dönemde kuduz, hemen her zaman ölümle sonuçlanan bir hastalıktı. Hasta bir köpeğin ısırmasından kaynaklanan hastalığın o günlerde tedavisi tüyler ürpertici usuller içeriyordu. Köpek tarafından ısırılan bir çocuk üstünde aşısını denemeye karar veren Pasteur, çocuğın hayatını kurtardı.[2]
19. yüzyılın sonunda aşılar gerçekten büyük bir dönüm noktası oluşturmuştu. İnsanlar için yalnızca çiçek, kuduz, tifo, kolera, veba ve difteri hastalıklarına karşı aşılar üretilmekle kalınmamış, aşı konusunda temel kavramların çoğu da geliştirilmişti. Aslında 20. yüzyılda aşılarla ilgili gerçekleşen aşamalar, 19. yüzyıl sonunda ortaya konulan temel kavramların geliştirilmesi olarak algılanabilir. Bununla beraber, aşılardaki en büyük ilerleme, 20 yüzyılın başlarında tüberküloz, sarı humma, boğmaca, A gribi, tifüs hastalıklarına karşı bulunan aşılar ve defteri ve tetanoz aşılarının geliştirilmesidir.
Bugün birçok sağlık uzmanı aşıların keşfini tıp tarihinin en büyük dönüm noktası olarak kabul ediyor. Onlara göre aşılar diğer bütün tıbbi keşif ve gelişmelerden daha fazla hayat kurtarmış, sakatlıkları engellemiş, acıları dindirmiştir.
7. Antibiyotiklerin Keşfi
Hiç kimse 1945'te Nobel Ödülü kazanan üç kişinin hakkını yiyemez. Bu ödül gerçekten hak edilmiştir, zira penisilin ilk kez 1928'te Alexander Fleming tarafından keşfedilip daha sonra Howard Florey ve Ernst Chain tarafından daha yaygın ve etkin bir biçimde kullanılmak üzere geliştirildiğinde, olağanüstü etkili oldu: Genelde ölümcül enfeksiyonların kolayca tedavi edilmesini ve milyonlarca hayatın kurtulmasını sağladı. Normal hücrelere zarar vermeden bakterileri etkisizleştiren ya da öldüren ilaçların genel adı olan antibiyotikler yirminci yüzyılın "mucize ilacı" ve tıp tarihindeki yeni buluşların en önemlisi oldu.
Alexander Fleming, 1928 yazında uzun bir tatilden dönüp de laboratuvarın tezgahındaki bir köşesinde unuttuğu kültür lamının üstünde büyüyen yeşil bir nesne farkettiğinde lama bakarak "Amma da garip!" dedi. Fleming'e garip gelen şey, bakterilerin lamın her yerini kaplamasına rağmen, bir noktada durmuş ve kesinlikle hoşlanmadıkları bir nesnenin etrafında bir daire çizmişlerdi. Bu nesne, bir küf tabakasıydı. Dahası, küfe yakın yerdeki bakterilerin çözülmeye başladıkları da ortadaydı; sanki küf milyonlarca bakteriyi öldürecek güçte bir şey üretiyordu. Fleming, gördüğünün önemli bir şey olduğunun farkındaydı. Kısa sürede bu küfün Penicillium'un spesifik bir türü olduğunu ve ürettiği maddenin birçok bakteri türünü engellediğini, hatta öldürdüğünü gösterdi. Birkaç ay sonra, 1929’da bu nesneye "penisilin" adını verdi ve bunun özelliklerini anlatan ilk yazısını yayınladı.[2]
Fleming'in penisilini keşfi, antibiyotik devriminin başlangıç noktası olarak kabul edilir ama Fleming'in yayınladığı eseri kimi bilim insanları okuyup ilgilenseler de penisilin kısa sürede unutuldu. 1932'de Gerhald Domagk, boya sanayinde kullanılan birçok maddeyle deneyler yaptıktan sonra, sülfamit olarak bilinen bir grup bileşime rastladı. Ekibiyle her zaman yaptıkları gibi bir grup fareye streptokok bakterisi aşıladılar ve 90 dakika sonra bunların yarısına sulfamit bileşimi verdiler. Dört gün sonra, olağanüstü bir durumla karşılaştılar: Tedavi görmeyen farelerin tümü streptokok bakterisi yüzünden ölmüşlerdi ama sülfamit verilenlerin hepsi hala hayattaydı.[2]
Domagk, başarılı çalışmalarından ötürü Nobel Ödülü'ne layık görüldü. Her ne kadar Domagk'ın dönüm noktası penisilinin gölgesinde kalacak idiyse de Prontasil artık tıp dünyasında yeni bir düşünce tarzının yolunu açmıştı: Bakteriyel hastalıkları bedene zarar vermeden önleyecek ilaçlar yaratmak mümkündü. Aslında Domagk'ın keşfi, bilim insanlarının 1 yıl önce kenara attıkları bir ilaca yeniden eğilmelerini sağlamıştı.
1930'ların sonlarında Oxford Üniversitesinde iki araştırmacı (Ernst Chain ve Howard Florey) Fleming'in antibiyotik keşfinin özelliklerini incelemeye başladı. 1929'da Fleming'in yazdığı bir yazı Chain’in dikkatini çekti. Chain, penisiline daha yakından bakmak istedi. Chain, küfü incelemeye başladı ve 1940 yılında küçük bir miktar konsantre penisilin üretti. Fleming'in penisiliniyle kıyaslandığında 1000 kez daha güçlüydü. 25 Mayıs 1940'ta sekiz fareye ölümcül dozda strekptokok aşılandı; bundan sonra bunların dördüne penisilin verildi. İlaç verilmeyen farelerin hepsi ölmüştü, ilaç verdiklerin hepsi hala hayattaydı. Daha sonra araştırmacılar penisilini beş hastaya damardan, bir çocuğa da ağızdan verdiler. Hastalardan biri daha sonra öldüyse de diğer beşi olağanüstü bir şekilde hayattaydı. Antibiyotiklerin keşfi ve antibiyotiklerin devrimi gerçekleşmişti.
1940'lardaki keşiflerinden beri antibiyotikler dünyada iyi, kötü, umulan, umulmayan çeşitli değişikliklere neden oldu. Bugün 1940'larda önemsiz sıyrıkların ve sıradan hastalıkların hızla yayılan ölümcül salgınlara dönüşebilmesi karşısında hastaların kapıldığı dehşeti kestirebilmek zordur. Antibiyotikler ile doktorların eline akla gelebilecek en mükemmel ve güçlü silah geçmiş oldu. Haplar, merhemler ve iğneler sayesinde bir sürü hayat kurtarılabiliyor.
Antibiyotiklerin yanlış kullanımı hala dünyanın en önemli keşiflerinden birinin üstünde kara bulut gibi dolanıyor. Burada sorun, bakterilerin uyum sağlama, hayatta kalma ve antibiyotiğe rağmen çoğalma yeteneğinden kaynaklanan direncin oluşmasıdır. Antibiyotiklerin yanlış kullanımı sonucu bu direnç oluşabilir. Bakteriler, örneğin, uygulanan ilaca karşı korunmak için genetik değişime uğrama ya da ilacın etkisini yok eden enzimler üretme gibi olağanüstü bir yeteneğe sahiptirler. Bakteriler böyle özellikleri yeni kuşaklara aktardığında onlar da çeşitli antibiyotiklere direnen ve önceleri tedavi edilebilen hastalıkların ölümcül olmalarına yol açan "süper mikroplar" üretebilirler.[7], [2]
8. Kalıtım, Genetik ve DNA'nın Keşfi
1822'de o zaman Avusturya'nın bir parçası olan Morovya'da bir köyde doğan Gregor Mendel bir çiftçi ailesinin oğludur. Büyük bir olasılıkla tarihe ya en sıra dışı papaz ya da bilim dalında en alışılmadık araştırmacı olarak geçecektir. 1847'de 26 yaşındayken papaz olarak atandığında, dinsel ya da akademik bir kariyer için hiç de uygun görünmüyordu. 1854'te Mendel, manastırın bahçesinde birtakım deneyler yapıyor, çeşitli bezelye türleri yetiştiriyor, onların özelliklerini inceliyor ve iki yıl sonra girişeceği daha geniş kapsamlı bir deneyin planlarını yapıyordu.
Mendel'in yaptığı, daha önce çok fazla kişi tarafından sorulmuş olan bir soruyu tekrarlamaktı: Neden bazı kişisel özelllikler bir sonraki kuşakta kayboluyor, bir sonraki kuşakta ortaya çıkıyordu?
Bu soru kafasını kurcalarken Mendel sekiz yıl boyunca binlerce bitki yetiştirdi; bunların özelliklerini kuşaklar boyunca sınıflandırıp sayımını yaptı. Bu olağanüstü bir çabaydı ve sadece 1 yılda 2.500 ikinci nesil bitki yetiştirmiş ve toplam olarak 20.000 kişisel özelliği belgelemişti. Kalıtsal oluşumun nedenlerini incelerken Mendel kalıtsal özelliklerin ana bitkiden yavruya geçişine matematiksel ve fiziksel açıklamalar aramaya başladı. İnanılmaz bir sezgi ile kalıtımın ana bitkiden yavruya aktarımında bir etmenin var olduğu sonucuna vardı: Biz şimdi bunun "gen" olduğunu biliyoruz.[2]
Mendel, bulgularını "Bitki Melezleri Üstüne Denemeler" isimli eserini yayınladı. Bu, bilim ya da tıp tarihinde en önemli dönüm noktalarından biriydi ve insanlığın binlerce yıldır sordukları soruları yanıtlıyordu. Bunu izleyen 34 yıl boyunca Mendel'in eseri göz ardı edildi, unutuldu ya da yanlış anlaşıldı.
1870'lere gelindiğinde bilim insanları hücre çekirdeğine gittikçe daha fazla derinlemesine daldılar ve bir hücre bölünürken ortaya çıkan esrarengiz eylemleri keşfetmeye başladılar. Özellikle 1874 ve 1891 yılları arasında Alman anotomi uzmanı Walther Flemming, "mitoz" adı verdiği bu eylemlerin detaylı tanımlamasını yaptı. Sonra 1882'de Flemming, hücrenin bölünmesinden hemen önce ortaya çıkan garip bir şeyle ilgili ilk ve doğru bilgileri sağladı: Çekirdeğin içinde göze görünür hale gelen uzun ipliksi yapılar bölünüp iki kopya oluşturuyordu. 1888'de bilim insanları, bu ipliksi yapıların kalıtımda ne gibi bir rol oynadığını araştırırken biyoloji alanında önde gelen isim babalarından biri olan Alman anatomi uzmanı Wilhelm Waldeyer bunlar için bir terim üretti ve tuttu: kromozom.[2]
1800'li yılların sonuna gelirken dünya genetik konusundaki dönüm noktasını görmezlikten geliyor, bir yandan da ikinci büyük dönüm noktası olan DNA'nın keşfini göz ardı ediyordu. İsviçreli doktor Friedrich Miescher, akyuvar hücrelerine çeşitli kimyasal maddeler ve teknikler uygulayarak sonunda minik çekirdeği etrafını saran hücresel dokudan ayırmayı başardı. Bunu izleyen başka deneyler ve testlerden sonra bunların yapısının daha önce hiç bilinmeyen bir maddenin oluşturduğunu görerek şaşırdı. Ne protein ne de yağ olmayan bu madde asitliydi ve başka hiçbir organik maddede görülmedik oranda yüksek fosfor içeriyordu. Bunun ne olduğunu bilemeyen Meischer ona "nüklein" adını verdi; biz bugün buna DNA diyoruz.
Birkaç yıl içinde nüklein neredeyse unutulmuştu. 1915'te Colombia Üniversitesi'nde biyolog olan Thomas Hunt Morgan ve öğrencileri, Mendelci Kalıtımın Mekanizması isimli bir kitap yayınladılar. Bu, bağlantıyı resmen kurmaktaydı: Daha önce birbirinden ayrı olan iki dünya, Mendel'in kalıtım yasaları ve hücrelerin içindeki kromozom ve genler artık tek ve aynı idi. Morgan, 1933'te Fizyoloji ve Tıp dalında Nobel Ödülü'nü aldı.
1920 sonlarına gelindiğinde kalıtımın birçok sırları aydınlığa kavuşmuştu: Özelliklerin aktarımı Mendel'in yasaları ile açıklanabiliyordu. Mendel yasaları genlerle ve genler de kromozomlarla bağlantılıydı. Belki de en ilginç ipucuna 1950'de ulaşıldı. Bilim insanları, yıllardır DNA'nın "yapı taşları" olarak tanımlanan dört molekülden oluştuğunu biliyorlardı: adenin, timin, sitozin ve guanin. Aslında bu yapı taşlarının sürekli ortaya çıkması DNA'nın kalıtımda rol oynamayacak kadar fazla basit olduğunun düşünmelerinin başlıca nedeniydi.
Francis Crick ve James Watson, Rosalind Franklin gibi başka bilim insanlarının kanıtlarından yararlanarak çeşitli DNA bileşimlerinin kartondan modellerini çıkardılar ve moleküllerin yapılarını gösteren maketler oluşturdular. O dönemde, yani 1953'ün başlarında bu yapıyı ilk çözen olma konusunda bir yarış başlamıştı. Kısa bir süre sonra Crick'in kafasında şimşek çakmıştı ve 1952 şubat ayında tüm parçalar yerine oturmuştu. DNA molekülü sarmaldı ve kıvrılarak sonsuza uzanan bir merdiven gibiydi. Crick ve Watson bulgularını 1953 nisan ayında yayınladıkları zaman, onların ikili sarmal modeli şaşırtıcı bir gelişim oldu; yalnızca DNA'nın yapısını tanımladığı için değil, DNA'nın nasıl işlediğini gösterdiği için de...[8], [2]
Crick ve Watson'un 1953'te yaşamın sırrını keşfetmiş olabilirler; ama geride son bir sır kalmıştı: Hücreler nasıl olup da DNA sarmalının içinde çifte "basamaklardan" protein üretebilmekteydi? 1950'lerin sonuna gelindiğinde bilim insanları birtakım mekanizmaları keşfettiler – buna RNA moleküllerinin hücrenin içindeki ham maddeleri taşıyarak proteinlerin üretilmesine yardımcı oldukları dahildi. 1961 ağustos ayında Amerikalı biyokimyacı Marshall Nirenberg ve meslektaşı J. Heinrich Matthaei, DNA dilinin ilk kelimesini keşfettiklerini bildirdiler. Bu kelimeyi oluşturan üç harften her biri, belli bir düzen ve sıra ile dizilen öbür moleküllerin proteinleri üretmesine yarayan dört merkezi belirliyordu. Böylece kalıtım şifresi çözülmüş oluyordu.[2]
2000 yılında İnsan Genom Projesi araştırmacılarının insan krozomlarının şifresini çözdüklerini bildirmesi, bugün biyoloji ve tıp alanındaki geniş çaplı devrimin temelini oluşturan yeni bir genetik çağına yol açtı. Bugün bu projenin ve dünyadaki diğer araştırmacıların çalışmaları genler ve hastalıklar arasında yeni bağlantıları ortaya çıkararak ve tıbbi tanı ve tedavide devrimler yaratan başka gelişimler de sağlayarak insanların geçmişi ve evrimi hakkında yeni görüşlerin oluşmasına yol açıyor.
9. Zihinsel İlaçların Keşfi
Akıl hastalığına eskiden ruhların sebep olduğu sanılırken, bunun doğal etmenlerden ileri geldiği anlaşıldı ve 18. yüzyıl sonlarında ulaşılan dönüm noktaları ile akıl hastaları artık zor kullanılarak değil, iyi davranılarak tedavi edilmekte. 20. yüzyılın ortasında delilik, keder ve korkuya, daha bilinen isimlerle şizofreni, manik depresyon ve majör depresyona karşı etkili ilaçlar bulundu.
Yine de bütün bu gelişmelere karşın, akıl hastalığı insanların tüm diğer hastalıklarıyla kıyaslandığında kendine özgü ve tedirgin edici bir sorun olmaya devam ediyor. Bir taraftan herhangi fiziksel bir hastalık kadar sakatlığa yol açabiliyor; ayrıca çoğu kez hayat boyu sürerek bireylerin ve ailelerin yaşamlarını alt üst ediyor, çalışma ortamını bozuyor ve intiharlar göz önüne alınırsa ölümcül de olabiliyor.
Son zamanlardaki araştırmalar zihinsel bozuklukların ne kadar sık görülen ve ciddi olduğuna dair ibret verici istatistikler ortaya koydu. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) kısa süre önce dünyada yaklaşık 450 milyon kişinin çeşitli zihinsel bozukluklar sergilediğini ve her yıl neredeyse 900.000 kişinin intihar ettiğini belirledi. Aynı derecede korkutucu olan, 2008'deki WHO raporunda "hastalık yükü" diye adlandırılan ve yıllar boyu çekilen bir sakatlıktan kaynaklanan zamansız ölüm diye tanımlanan bir ölçüte göre depresyonun şimdilerde dünyanın en ciddi dördüncü hastalığı sayıldığından söz edilmektedir.[2]
Akıl hastalığıyla ilgili M.Ö. 4. yüzyıldan başlayıp 1700'lere kadar geçerli olan en uzun ömürlü teori ise Hipokrat'ın, akıl hastalığının bedenin balgam, sarı safra, siyah safra ve kandan oluşan dört salgısının dengesi bozulduğunda oluştuğu varsayımıdır. Bu durumda balgamın fazlalığı deliliğe sebep olur; safranın fazlası mani ya da öfkeye yol açabilir ve aşırı siyah safra salgısı depresyona neden olabilirdi.
16. ve 17. yüzyıla gelindiğinde, bilimsel devrimin etkisi arttıkça doktorlar akıl hastalıklarını daha ciddi olarak incelemeye başladılar. 1602'de İsviçreli doktor Feliz Platter zihinsel bozukluklarla ilgili ilk tıbbi kitabı yayınladı ve bunun hem Yunan salgı teorileriyle, hem de iblisin etkisiyle açıklanabileceğini öne sürdü. Her ne kadar doktorlar bundan sonraki iki asır boyunca deliliği anlamaya çalıştılarsa da ilk dönüm noktalarından biri 1810’da İngiliz doktor John Haslam'ın şizofren bir hastasını çok iyi anlatan bir kitap yayınlamasıyla gerçekleşti. 1890'ların sonunda Alman psikiyatri uzmanı Emil Kraepelin deliliği başlıca iki kategoride toplamayı başardı:[2]
- Manik-Depresyon
- Şizofreni.
19. yüzyılın sonunda zihinsel hastalıklar alanında yeni yaklaşımlar egemen olmaya başladı. Sinir sisteminin anatomi ve fizyolojisi üzerinde durulmaya başlandı ve Sigmund Freud ve yandaşlarının geliştirdiği yeni psikolojik yaklaşımlar ağır bastı. Freud'un konuşmaya dayalı tedavilerinin Birleşik Devletler'de etkinlik kazanmasına ve çağdaş psikoterapinin habercisi sayılmasına karşın ciddi zihinsel hastalıklarda etkisiz kalması ve biyolojik temele dayanmaması nedeniyle kısa sürede göz ardı edildi.
1940'lara gelindiğinde, tarihte ilk olarak ciddi akıl hastalıkları olan kişilerin mideleri bulandırılarak, çırpınmaları sağlanarak, kesilerek ve şoka uğratılarak kendilerini daha iyi hissetmeleri sağlanıyordu. Fazlaca güven duygusu aşılamasa da bu yeterince güçlü bir dönüm noktasıydı. Kimi araştırmacıların daha iyi yollar bulabilecekleri inancını pekiştirdi. 1948 yılında doktor John Cade, mani tedavisinde kullanmak üzere bir hastasına lityum ürat verdi. Hemen ardından hasta sakinleşmeye başladı ve birkaç hafta sonra hastaneden çıktı ve eski işine döndü. Cade, daha sonra dokuz mani hastasına, altı şizofrene ve depresyon içindeki üç hastaya daha lityum verdi. İlacın özellikle mani hastaları üzerindeki etkisi kayda değerdi.
Fransız narkozcu Henri - Marie Laborit, 1952'de mani hastalarına klorpromazin verildiğinde onların kısa sürede sakinleştiğini gözlemledi. Daha sonra 37 hastaya daha klorpromazin vermeyi denediler. Sonuçlar olağanüstüydü. Başlangıçta şok geçirmelerine karşın psikiyatri çevreleri bu yeni tedaviyi hemen benimsediler. 1965 yılına gelindiğinde dünyadaki 50 milyondan fazla hastaya klorpromazin uygulanmıştı ve hastaların hastanede kalma sürelerinde azalma görüldü. 1960 ve 1970'lerde klorpromazin dünyada psikiyatri alanında en fazla kullanılan ilaç oldu; yan etkilerle ilgili endişeler göz önüne alındığında yeni ilaçlar ile ilgili çalışılmaya başlandı ve 1990 yılında ABD’de klozapin piyasaya sürüldü. Klopazin, klorpromazin kadar ciddi yan etkilere yol açmıyordu.
Tüberküloza karşı kullanılan başka bir ilaç olan iproniazid'in depresyonda etkili olduğu hakkındaki raporlar Amerikalı psikiyatri uzmanu Max Lurie'nin 1952'de "antidepresan" terimini kullanmasına yol açtıysa da başka araştırmacılar ancak birkaç yıl sonra iproniazid üzerinde ciddi çalışmalara başladılar. 1957'de küçük bir gruba iproniazid verildiği açıklandı. Sonuçlar çok etkileyici idi: %70'inin morallerinde ve diğer belirtilerinde hatırı sayılır bir iyileşme olmuştu. 1958'de piyasada hala tüberküloz tedavisi için satılan iproniazid 400.000'den fazla depresyonlu hastaya uygulanmıştı.
Depresyona karşı ilaçların keşfinde son aşama 1960'larda SSRI denilen yeni bir ilaç grubunun bulunmasıyla başladı. Nöron-iletici serotonin üreten belirli bir nöron grubunu hedef alan SSRI'lar daha güvenliydi ve yan etkileri azdı. 1987'de Amerika'da şimdiki bilinen adıyla Prozac adıyla onaylanan ilk SSRI oldu. Prozac'ın tanıtımı, antidepresan ilaçların keşfinde bir dönüm noktası oldu.[2]
10. Alternatif Tıbbın Yeniden Keşfi
Bundan 100 yıl önce kimi zaman geleneksel ya da biyomedikal tıp denilen bilimsel tıp sadece sağlıkla ilgili birçok yaklaşımdan biri olan başka bir alternatif tıp idi. Aslında 1800'lerin sonuna kadar "bilimsel" tıp, çoğu kez acımasız ve acemi ameliyatlardan, hacamatlardan, müshil ve kusturucu olarak cıvanın kullanılmasından oluşan ilkel ve tehlikeli bir uygulamaydı. Yıllar boyu biri öbürüne kuşkuyla bakmış, birbirini sahtekarlık ve sağlığa aykırı uygulamalarda bulunmakla suçlamıştı. Ancak 1800'lerin sonuna doğru bilimsel tıp ağır basmaya başlayınca, diğer sağaltıcı yöntemler gözden düştü ve hükmen "alternatif" durumuna geldi.
Bilimsel tıbbın savaşı kazanmasında şaşılacak bir yan yoktur. Deneylere, gözlemlere ve mantığa dayalı olduğundan 18. ve 19. yüzyılda filizlenen "bilimsel metot" sayesinde bilimsel tıp dünyayı araştırma ve açıklama olanağına kavuştu. Öte yandan, 20. yüzyılda keşifler hız kazandıkça, tıptaki dengeler değişmeye başladı. Teknoloji ve uzmanlaşma doktorların hastalara bakış açısını değiştirdi; onları iyileştirmek umuduyla muayenelerine gelen her biri kendine özgü bütünsel bireyler yerine parçalar ve hastalıklar toplamı halinde görmelerini sağladı.
20. yüzyılda bilimsel tıbbın ağırlık kazanmasına karşın daha önceki yüzyılda ortaya çıkmış olan masaj, osteopati, homoepati gibi alternatif tedaviler varlıklarını sürdürmekte ve gelişmekteydiler. Meditasyon, masaj ve akupunktur gibi yöntemleri de içeren Çın tıbbı ve Hindistan'daki Ayuverdik tıp da yer alıyordu. 1990'ların sonunda, bilimsel tıbbın göz ardı edemeyeceği bir biçimde yeni bir dönüm noktasına ulaşıldı. Önde gelen iki tıp dergisi, New England Journal of Medicine ve Journal of the American Medical Association, alternatif tıbbın gelişmesinin yanı sıra 1998 yılı itibarı ile Amerikalıların çoğu kez kendi doktorlarından ziyade alternatif tıp uygulayıcılarına baş vurduğu haberini verdi.[2]
Hipokrat'tan sonra en zeki olarak bilinen ve buluşları ve eserleri 1000 yıldan fazla etkinliğini sürdüren bir Yunan düşünürü bugün çoğu kez en büyük hataları ile anılmaktadır. M.S. 129'da bugün Türkiye'nin sınırları içinde bulunan Bergama'da doğan Galen'in anatomi ve fizyoloji dalındaki sayısız buluşları onu ünlendirmiştir. Ne var ki Galen, bir sürü yanlış inanca da sahipti. Örneğin, kalbin değil, karaciğerin dolaşım sisteminin merkezi olduğu görüşünü ileri sürüyordu. Galen'in yanlış kavramları, 1200 yıl boyunca kuşaktan kuşağa aktarıldı.
Doktor ve anatomi uzmanı Adreas Vesalius ve İngiliz doktor William Harvey, Galen'in yanılgılarını aydınlatmak için kendi gerçeklerinin peşindeydi. Vesalius Galen'in eserlerinde 200'den fazla yanlış saptamıştı, buna Galen'in insan çene kemiğinin iki parçalı olduğu (aslında tek parçadır) ve insan beyninin kökünde sarmal halde kan damarları bulunduğu (ki yoktur) konusundaki iddiaları da dahildi. 1616'da, çeşitli hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerden sonra Harvey, şaşırtıcı keşfini dünyaya duyurdu:
Kan bir daire içinde dolaşmaktadır. Atar damarlar kanı kalpten bedene taşırlar ve toplar damarlar kanı bedenden kalbe geri getirirler.
Bugün bütün bunlar basit gibi görünebilir; ama Harvey'in kan dolaşımı hakkındaki açıklamasını fizyoloji ve tıp alanındaki en büyük keşif olarak değerlendirmektedir. Bu, bilimsel tıbbın bunu izleyen beş yüzyıl içinde yavaş yavaş gerçekleşecek değişimin başlangıcıydı.[2]
Çağdaşlaşma yolundaki ilk atılımı en iyi sergileyen dönüm noktası Fransız doktor Rene Laennec'in iki yüzyıl sonraki keşfidir: stetoskop. 1800'lerin başında doktorlar hastanın ciğerlerini ve kalbini dinlemek için kulaklarını doğrudan doğruya ya da bir mendil üstünden onun göğsüne dayarlardı. 1816 yılında Laennec kalp rahatsızlığı olduğu düşünülen bir kadını dinlemek için bir "tabaka" kağıt aldı ve bunu rulo haline getirdi. Sonra rulonun bir ucunu kendi kulağına bir ucunu hastanın kalbine dayadı. Bu yeni alet yalnızca kalp atışlarının sesini yoğunlaştırmakla kalmıyordu bu sesler sayesinde kalbin normal çalışması ile hastalığı konusunda önemli ipuçları sağlıyordu ve stetoskop tıp bilimini geliştirecek ilk etkin teknolojilerden biri oldu.
Alternatif tıbbın kendisi, bir bakıma bilimsel tıbba karşı duyulan hor görme ve küçümsemenin sonucu olarak ortaya çıktı. Çoğu kişiye göre modern alternatif tıp 1700'lerin sonlarında Samual Hahnemann'ın yeni ve hemen hiç sezgiye dayanmayan bir varsayım keşfetmesiyle başlar. Hahnemann, homeopati, yani Yunancadaki omoios (benzer) ve pathos (duygular) kelimelerinden oluşan teorisini geliştirirken iki başka fikir üzerinde durdu. Homeopatik tedaviler, tanımlama açısından istenmeyen belirtilere yol açarken bunların zehir içeriğinin hiçbir belirti göstermeyecek duruma gelmesine değin tekrar tekrar sulandırılmasıydı. Her ne kadar bunca sulandırma sonunda geriye maddenin çok az bir kısmı kalıyorsa da bunun tedavi gücü "potenizasyon" dediği bir işlemle arttırılabilirdi.[2]
Hiç kuşku yok ki bilimsel tıp daha baştan homeopatiye karşı çıkmış, bu kadar sulandırılmış maddenin sağaltıcı olabileceği tezini ciddiye almamış, göze görünür kazanımları bir aldanma olarak nitelendirilmiştir. Çok sayıda çelişen kanıt bulunmasına karşın son yıllarda iyi düzenlenmiş incelemeler homeopatik tedavilerin grip, alerji ve bebek ishalleri gibi hallerde etkili olabildiğini göstermiştir.
1800'lerin başından beri alternatif tıp ve bilimsel tıp felsefe, değerler ve metotlar konusunda sürekli birbiriyle çatıştı -biri hastaları geleneklere, doğal tedavilere ve daha yakın bir doktor- hasta ilişkisine doğru çekerken, diğeri teknoloji, testler ve acımasız ama etkin sağaltımlar ile onların aklını çelmeye çalıştı ama yirminci yüzyılın sonlarında tam sesler son perdeye kadar yükselmişken beklenmedik bir olay bir değişimi tetikledi: Her iki taraf da birbirini dinlemeye başladı. Alternatif tıp dünyasındakilerin bir çoğu inanırlıklarının ve başarılarının daha geniş araştırmaya, daha iyi eğitime ve uygulama standartlarına bağlı olduğunun ayırdına vardı. Örneğin, kayropraktik için şimdi her eyalette dört yıllık bir eğitim, standart sınavlara girmek ve lisans sahibi olmak gerekiyor ve son zamanlarda artan sayıdaki araştırmalar kullanılan metotları daha titizlikle inceliyor. Aynı zamanda bilimsel tıp da hasta davranışlarındaki değişikliğe ve tüketiciye dönük yeni bakım sistemlerine kulak vermekte ve zihin yormaktadır. Doktorlar hastaların kendi sağlıklarıyla ilgili kararlarda daha fazla söz sahibi olma ve bilinen tedaviler başarılı olmazsa alternatif tıptan yararlanma hakkını kullanma isteklerini kabullenmeye başladılar.
Alternatif tıbbın bir dönüm noktası oluşturan yeniden keşfi ve tamamlayıcı tıbbın doğuşu büyük çekiciliğe sahip, çünkü Çin, Hindistan ve Yunanistan kaynaklı çeşitli kültürlerden Rönesans döneminde geleneklerin zincirlerinden kurtulmaya; 1816'da ilk stetoskobun bulunmasına yol açan kağıt rulodan bilimsel ve alternatif tıp arasında yaklaşık iki yüzyıldır süren düşmanlığa kadar tıp alanında yüzlerce yıl boyunca edinilen yararlı bilgileri içermektedir. Bugün çoğu kişi yaşam kurtarıcı teknoloji ile bedene, beyine, ruha ve doktor- hasta ilişkisine saygılı geleneksek değerlerin bir araya getirilmesi ile tıbbın daha güçlü kılınacağına inanmakta.
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- CHRISTOS YAPIJAKIS. (2009). Hippocrates Of Kos, The Father Of Clinical Medicine, And Asclepiades Of Bithynia, The Father Of Molecular Medicine. International Institute of Anticancer Research. | Arşiv Bağlantısı
- ^ a b c d e f g h i j k l m n o p q r s t u v w x y z 10 11 Jon Queıjo. (2011). Büyük Buluşlar. Yayınevi: ALFA Yayınları.
- ^ Sandra Hempel. (2013). John Snow. The Lancet. | Arşiv Bağlantısı
- ^ Kendall A.Smith. (2012). Louis Pasteur, The Father Of Immunology?. Frontiers in Immunology. | Arşiv Bağlantısı
- ^ D. H. Robinson, et al. (2012). Historical Development Of Modern Anesthesia. Journal of Investigative Surgery. doi: 10.3109/08941939.2012.690328. | Arşiv Bağlantısı
- ^ Derrick Baxby. (1996). The Jenner Bicentenary: The Introduction And Early Distribution Of Smallpox Vaccine. FEMS Immunology and Medical Microbiology. | Arşiv Bağlantısı
- ^ Hannah Landecker. (2016). Antibiotic Resistance And The Biology Of History,. Body and Society. | Arşiv Bağlantısı
- ^ James Watson. (2013). İkili Sarmal. Yayınevi: Say Yayınları.
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 12/12/2024 10:59:45 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/13102
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.