TRT’nin Büyüttüğü Kuşak: Siyah-Beyaz Televizyondan Dijital Körleşmeye Türkiye’nin Kayıp Hafızası
Siyah-beyaz görüntülerin ve tek kanal disiplininin bizi nasıl şekillendirdiğine; mizahın, travmaların ve ortak hafızanın izlerine nostaljik bir yolculuk.
TRT’nin Büyüttüğü Kuşak: Siyah-Beyaz Televizyondan Dijital Körleşmeye Türkiye’nin Kayıp Hafızası
- Blog Yazısı
Çizgi Filmlerden Travmalara: Masum Ekranların Derin İzleri
En sevdiğiniz çizgi filmi hatırlıyor musunuz?
Ya da o çizgi filmlerin bugünkü sizi siz yapan etkilerine dair hiç düşündünüz mü?
Clémentine, Şirinler, Tsubasa, Haidi, Polyanna, Red Kid, Voltran, She-RA, Donald Duck, Taş Devri, Değerli benim en sevdiğim çizgi filmlerdi. İsmini yazmayı unuttuklarım da olabilir.
Çocukluğumuzun çizgi filmleri aslında yalnızca masum hikâyeler değildi; biz fark etmeden içimize yerleşen değerlerin, korkuların, iyilik ve kötülük algımızın ilk öğretmenleriydi.
Çok hatırlamasam da annem tam bir Dallas bağımlısı olduğumu da söyler… Her akşam babam eve gelince ona düzenli özet geçermişim.
TRT Pazar Konserleri’nde Hikmet Şimşek’le birlikte izlerken çoğu zaman oturduğum yerde uyuyakaldığımı hatırlıyorum. Çocukken bu anlar bana bir tür eziyet gibi gelse de büyüdükçe fark ettim ki, o yıllarda dinlediğim tüm klasik müzik eserleri zihnime işlemiş; bugün ise hepsini neredeyse ezbere biliyor ve büyük bir zevkle dinliyorum.
O yıllarda televizyon, salonun baş köşesinde duran, üzeri dantelle örtülmüş, İstiklal Marşı ile açılıp kapanan, sabah erkenden yayına ara veren, akşam 20.00’de tekrar açılıp gece 24.00’de tekrar kapanan, kara, kocaman görüntülü bir kutuydu. Ekranda görüntü sürekli kayardı hatta çatıda antenle kavga edilmeden o kutudan ses asla çıkmazdı. Annemin “biraz daha sola çevir, olmadı, olmadı” sesleri halen daha kulaklarımda.
TRT 2’nin yayına ilk girdiği günü hatırlıyorum… Ordu’da yayın çekmediği için Perihan Abla dizisini izleyememenin yarattığı o çocukça hüznü de…
Dünya’yı ilk kez, o sürekli kayan, siyah beyaz ekran görüntülerinden tanıdım ben.
O küçücük ekranlardan bize yansıyan dünya, evde yaşadığımız sessiz gerçeklerle, sokaktaki gerginlikle ve ülkenin içinden geçtiği çalkantılarla harmanlanarak büyüdü içimizde. Belki de bu yüzden toplumun o dönem yaşadığı kırılmalar ve ailelerin görünmez yaraları…
Evrim Ağacı'nın çalışmalarına Kreosus, Patreon veya YouTube üzerinden maddi destekte bulunarak hem Türkiye'de bilim anlatıcılığının gelişmesine katkı sağlayabilirsiniz, hem de site ve uygulamamızı reklamsız olarak deneyimleyebilirsiniz. Reklamsız deneyim, sitemizin/uygulamamızın çeşitli kısımlarda gösterilen Google reklamlarını ve destek çağrılarını görmediğiniz, %100 reklamsız ve çok daha temiz bir site deneyimi sunmaktadır.
KreosusKreosus'ta her 50₺'lik destek, 1 aylık reklamsız deneyime karşılık geliyor. Bu sayede, tek seferlik destekçilerimiz de, aylık destekçilerimiz de toplam destekleriyle doğru orantılı bir süre boyunca reklamsız deneyim elde edebiliyorlar.
Kreosus destekçilerimizin reklamsız deneyimi, destek olmaya başladıkları anda devreye girmektedir ve ek bir işleme gerek yoktur.
PatreonPatreon destekçilerimiz, destek miktarından bağımsız olarak, Evrim Ağacı'na destek oldukları süre boyunca reklamsız deneyime erişmeyi sürdürebiliyorlar.
Patreon destekçilerimizin Patreon ile ilişkili e-posta hesapları, Evrim Ağacı'ndaki üyelik e-postaları ile birebir aynı olmalıdır. Patreon destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi 24 saat alabilmektedir.
YouTubeYouTube destekçilerimizin hepsi otomatik olarak reklamsız deneyime şimdilik erişemiyorlar ve şu anda, YouTube üzerinden her destek seviyesine reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. YouTube Destek Sistemi üzerinde sunulan farklı seviyelerin açıklamalarını okuyarak, hangi ayrıcalıklara erişebileceğinizi öğrenebilirsiniz.
Eğer seçtiğiniz seviye reklamsız deneyim ayrıcalığı sunuyorsa, destek olduktan sonra YouTube tarafından gösterilecek olan bağlantıdaki formu doldurarak reklamsız deneyime erişebilirsiniz. YouTube destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi, formu doldurduktan sonra 24-72 saat alabilmektedir.
Diğer PlatformlarBu 3 platform haricinde destek olan destekçilerimize ne yazık ki reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. Destekleriniz sayesinde sistemlerimizi geliştirmeyi sürdürüyoruz ve umuyoruz bu ayrıcalıkları zamanla genişletebileceğiz.
Giriş yapmayı unutmayın!Reklamsız deneyim için, maddi desteğiniz ile ilişkilendirilmiş olan Evrim Ağacı hesabınıza üye girişi yapmanız gerekmektedir. Giriş yapmadığınız takdirde reklamları görmeye devam edeceksinizdir.
Devletin bize biçtiği rol: geleceğe dair sessiz kaygılardı…
Bir Kuşağın Ortak Hafızası
Peki ya televizyon programları?
Erkekliğin neredeyse el kitabıydı misal kovboy filmleri… Ama hiç kimse okumadı. Maaile yıllarca birlikte izledik, John Wayne ya da Charles Bronson başrolde… Hiç yıkanmayan, silahla adalet sağlayan ve atı olan fakat kahramanlar…
Her birisi ulusal bir travmanın ya da dramanın temel eğitim seti gibiydi diziler… Dallas, Küçük Ev, Köle Isaura, apartman ilişkilerinin ansiklopedisi Bizimkiler…
Bir de tadına doyum olmayan o Parlament Sinema Geceleri…
TRT’nin tekeli ve ev içi demokrasi krizi “sosyolojik notlarım” arasında hatıralarımda… Babaların bitmeyen maçları, haberleri, annelerin Ferhunde Hanımlar’ı, çocukların He-Man’i… Sonuçta televizyon her akşam elbet açılır ama kimse mutlu olmazdı.
Galiba o yıllarda demokrasi, salonda başladı ve orada öylece de bitti...
Şimdilerde fark ediyorum da; 1980’lerin Türkiye’sinde televizyon sadece bir eğlence kutusu değildi, devlet eliyle kurgulanmış bir medeniyet projesi gibiydi sanki… Bir evde ne zaman hangi müzik çalınacak, hangi çizgi film izlenecek, hatta çocuk ne zaman uyuyacak hepsi TRT’nin yayın akışına bağlıydı.
Kumanda gerçekten yoktu; sabırlı ve iki ayaklı çocuk kumandalar vardı.
Her Pazar ekranları büyüleyen buz pisti yarışmaları, soğuğa teslim olmadan, düşmeden ayakta kalanların o eşsiz zarafeti, yok yok cesareti… Derken zamanla bir anda “paylaşmak güzeldir” diyen kuklalarla büyüyen çocuklara döndük; Minik Kuş, Edi ile Büdü hatta Alf… Hatırlıyorum da Susam Sokağı izlerken sokağa çıkma yasağı bile vardı bizim evde…
Her yıl düzenlenen ve yalnızca bir gece olsa da tüm ülkeyi aynı duyguda buluşturabilen Eurovision’u hep müzikten çok bir tür psikolojik dayanıklılık sınavı gibi hissederdim… Onun aslında bir ulusal ittifak ve özgüven tatbikatı olduğunu ise ancak yıllar sonra fark ettim.
TRT’nin “Dünyanın bütün çocukları el ele!” diyerek sunduğu Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği ise çocukluğumun en sevdiğim programlarından biriydi… Halit Kıvanç’ın o benzersiz sesi hâlâ kulağımda.
Sanırım dünyanın sadece bizim mahalleden ibaret olmadığını, işte böyle böyle öğrendim.
Bir Kuşağın Medya Aynası
Seyfi Dursunoğlu’nun yarattığı “Huysuz Virjin” karakterini hatırlarsınız… Türkiye’nin bastırdığı her şeyi bir gecede ekrana taşıdı dersem yalan olmaz: kadın olmayı, flörtü, kibarlığı, öfkeyi, özgürlüğü, görgüsüzlüğü, bastırılmış kahkahayı…
Sadece rol değil, adeta toplumun psikanalizini yapıyordu, üstelik devlet televizyonunda tüm çıplaklığıyla… Bastırılmış bir toplumun bilinçaltına resmen ayna oluyordu onun gösterisi… Devrim gibi; bir yandan “kadın gibi davranmakla” alay ederken, bir yandan da “kadın gibi hisseden” herkesi görünür hatta anlaşılır kılıyordu… Kadınlığın kırılganlığını tüm zarafeti ile taşırken, erkekliğin baskısını da acımasızca sahneliyordu…
Bir toplumun “ayıp” dediği ne kadar dogma varsa, Huysuz Virjin onu ışıltıyla dile getiriyordu. Ailecek izlerdik biz… Kimse çocuk bunlar izlemesin demedi… İzledik diye ahlakımız da öylece körelmedi…
Mizahın düzenli skeçlerle halk televizyonuna girişi Levent Kırca’nın Olacak O Kadar’ı ile oldu sanırım… Adeta devlet dairesinin paslı kapısından sızan kara mizah misali vatandaşın “ya sabır” dediği her konuyu sahneye taşıdı; bürokrasi, rüşvet, yolsuzluk, zam, kuyruk, torpil… Memur vatandaşı, vatandaş önce kendisini, sonra ailesini… Ya da şu tanım daha doğru olur: tüm tiplemeler esasında sistemi kandırmaya çalışıyordu… Belki de bir toplumsal terapiydi, değerini bugün ancak idrak edebildik. Her bölümün sonu o meşhur replik ile kapanıyordu: “Olacak, olacak, olacak o kadar!” Sanki bir ülkenin kader felsefesi gibi… İsyan değil ve fakat yine de mizahla yoğrulmuş garip bir teslimiyet gibi…
Bize gerçekleri gösteriyor diye seviyorduk esasında Levent Kırca’yı… Eleştirilerine değer verip kendimizce hayatımızda da içselleştirebiliyorduk… Şimdi düşünüyorum da; bazı şeyleri fazla yanlış anlamışız galiba: “insan olmaktan korktuğu şeye dönüşür” misali karakterleri fazla uyarladık, aşırı normalleştirdik bu günlerde hayatımıza…
O esasında komedyen olarak bize ayna tuttu, biz toplumca sosyolojik olarak o aynadaki figürün kendisine gülerek, bile isteye dönüştük. Halbuki Levent Kırca acıya alışmayalım istememişti… Sorgulayalım, razı olmayalım, biat kültürüne karşı duralım istemişti… “Nasıl olsa hepsi böyle” diyerek bedenleştirdik biz o karakterleri… Gündemi “artık uyanalım” diye tüm çıplaklığı ile özetleyen tek gerçek analizlerdi halbuki…
Kara mizahı da amacından çıkartıp yanlış gerçekliğe dönüştürdük belli ki…
Medya Çürümesi ve Toplumsal Körleşmenin Anatomisi
Zamanla ekranların atmosferi değişti…
Tek tip kanal sistemi de çoklu özel televizyonlarla neredeyse sil baştan evrimleşti… O şen kahkahalar birer birer gitti… Yerini gündüz kuşağı kadın programları, Televoleler, yargı dağıtıp ahkam kesen ablalar, o ablalara dedektiflik yapan on binlerce toplum mühendisi vatandaşlar, 24 saat kameralarla birlikte yaşayan insanların yarıştığı programlar ve çoğunluğu absürt trajikomedilerle dramaların tüm çıplaklığıyla filtrelenmeden sergilendiği dizilere bıraktı… Dahası; Kırmızı Koltuk’lar, Siyaset Meydanı, 32. Gün Belgeseli gibi siyasi saiklerle ülke gündemine etki eden idealist, seküler, eleştiren, söz sahibi izleyicilere…
Sanırım bu da mizahı yanlış anladık bari biraz da münazara yapalım gayretimizdi…
Onu da elimize yüzümüze bulaştırdık…
Herkesin konuştuğu, kimsenin kimseyi dinlemediği, en ağır ithamların televizyonlar vesilesi ile evimizi şenlendirdiği fikir çatışmaları… Sabaha kadar süren kısır çekişmeler, ertesi gün uykusuz gidilen işte “Özal mı haklı Demirel mi farklı?” tartışmaları…
Sözün değerinin gecenin uzunluğunda hiç olduğu amaçsız mı desem sonuçsuz mu bilmem çeşit çeşit hikayeler… Öfke, umut, bilgi, inat, gurur, mizah hatta müstehcen fıkralarla örneklem yapan koca koca siyasiler…
Tüm bunlar size de adeta gizli bir müfredat gibi gelmedi mi?
Bence 80’lerin TRT’si, farkında olmadan “modern yurttaşlık eğitimi” veriyordu bizlere. Hatta o yaşlarda ben daha konuşmayı yeni yeni çözerken TRT’nin Ali Okulu sayesinde kendiliğinden okuma yazma bile öğrenmiştim…
Şimdi fark ediyorum; o zamanlar her gün tek düze bir yayıncılık anlayışını, zorunlu izlemek zorunda kaldığımız konserleri, yarışmaları ve sair inanılmaz eleştiriyordum… Evet; tek düze bir yayın akışı ile, sevmesek de televizyonu yine de kapatmadan, toplumsal bilince uyum sağlamaya çalışan çocuklardık biz…
Seçeneklerin azlığına rağmen; acı, elem ve keder etkilese de benliğimizi, televizyonu açtığımızda başka dünyaları da hayal edebiliyorduk. O zamanlar sadece acıdan değil televizyonda var olan başka hayatlardan beslenebiliyorduk. Yine de bir nevi toplumu uyutma makinası da diyebilirsiniz televizyona, gerçek bu; acıyı, kederi, derdi, tasayı savuşturma görevi…
“Acı tek sizin zırhınız değil bakın, tüm Dünya’da da var” dediler bize…
Fark etmedik / edemedik neyle zehirlendiğimizi…
Ve şimdi o çocuklar, büyüdü…
Misal ben; bir gün, o gün şikâyet ettiğim o tek düze kanalı bile özleyeceğimi asla düşünmezdim. Hiç oy vermediğim hatta siyasi düsturuna güvenmediğim bir liderin vefatına gözyaşı dökebileceğimi de bilemedim…
Şimdi saymakla bitiremediğimiz seçenekte çok fazla televizyon kanalı var. “Gelen gideni aratırmış” misali… Dahası internette yüzlerce yayın kanalı… Televizyonda neyi açıp izleyebileceğimizi seçemiyoruz bile…
Bunca seçenek bunca teknoloji varken hem televizyon hem de sosyal medya içeriklerinin neden bu kadar ötekileştirici, kısır ve yozlaşmış bir çizgide ilerlediğini merak etmemek mümkün değil...
Neden her evde aynı programlar açık, aynı yüzler, aynı içerikler konuşuluyor? Neden toplum bir anda bu kadar dar görüşlü, seslere, sorgulamaya kapalı ve tek boyutlu hale geldi?
Kimse sanırım merak da etmiyor.
Aslında cevap, uzun yıllar boyunca birikmiş çok katmanlı bir toplumsal körleşmede saklı…
Bugün ekranlarda gördüğümüz her şey, sık sık yazılarımla da dile getirdiğim “kendini kandırma sanatı”nın toplumsal ölçekte ustalaşmış hâli...
İnsanlar hem izlediklerine hem de birbirlerine karşı bir illüzyon yaratmayı öğrendi; “sorun yokmuş gibi yapmak, bildiğini sanmak, eleştirel düşünmeden uzaklaşmak…”
Bunun başlıca sebebi denetimsizlik, eğitimsizlik ve dijital dünyanın sunduğu sınırsız, kontrolsüz sahte özgürlük alanı… Evinde, mahallesinde, gerçek hayatta kendine alan bulamayan pek çok kişi, sosyal medyada filtrelenmemiş o boşluğa sığınıyor… Kendine sahte de olsa söz sahibi olabildiği yeni bir yaşam alanı oluşturuyor.
Filtre kültürünün hiç gelişmediği bir toplumda, herkes kendini çok değerli, çok bilgili, çok etkileyici sanıyor. Çünkü böyle yetiştirildiler; sürekli pohpohlanarak, sürekli haklı oldukları söylenerek…
Bu algı, dijital dünyada algoritmalar tarafından daha da pekiştirilmek üzere genelde ödüllendiriliyor… “Doğal içerik” ve benzeri başlıklarla…
Televizyonlar mı?
Sağ olsun yandaş ve yoldaş basın; artık internete ulaşabilen hiç kimse onları seyretmiyor…
Hal böyle olunca; ne söylediğinin doğruluğu değil ne kadar etkileşim aldığın önemli hale gelince, insanlar “demek ki doğru yoldayım” yanılgısına düşüyor. Ünlü olmanın, para kazanmanın ya da görünür olmanın eğitimle, bilgiyle ya da etikle ilişkisi olmadığına inanmaya başlıyorlar… İnanıyorlar da hatta…
Arz - talep döngüsü bu işin tuzu biberi. Birileri muhakkak izliyor ki bu içerikler üretilmeye devam ediyor. Üstelik insanların çoğu bilinçli bir izleyici olarak değil, dalga geçmek, merak gidermek ya da geçici bir eğlence bulmak için bu içeriklere tıklıyor. Fakat bu dahi algoritmanın gözünde ciddi bir “talep” sayılıyor. Dolayısıyla etkileşim aldıkları her yorum, her beğeni, her takipçi, onların gözünde doğrulanmışlık / doğru yoldaymışlık hissi yaratıyor. Böylece sahte bir güç ve değer duygusu gözlerini kör ediyor.
Kaliteli, nitelikli, eleştirel düşünebilen çoğunluk ise genellikle sessiz. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek bu çürümeyi izlemekle yetiniyor. Konuşan, sorgulayan, eleştiren azınlık ise çoğu zaman öfkeli ve dışlayıcı bir dil kullandığından, bu dil; sorunun kaynağı olan kişileri daha da ötekileştiriyor. Dahası her geçen gün toplumdaki yarıklar daha da derinleşiyor.
Sonuç olarak bugün izlediğimiz pek çok televizyon kanalı, birbirini kopyalayan içerik üreticileri, reyting uğruna kurgu dramlar ve sahte kahramanlıklar, aslında uyutulan bir toplumun anatomisini ortaya koyuyor.
İzleyiciler uyuşuyor, eleştirenler yoruluyor, sessiz kalanlar kabulleniyor… Böyle bir döngüyü iyileştirmek ise ne yazık ki her geçen gün daha da zorlaşıyor.
Velhasıl kelam;
Eskiden, özellikle ulusal TV’lerde gazetelerde okuduğum tüm haberlerin gerçeği yansıttığını hatta ve dahası ateş olmayan yerden duman çıkmayacağını düşünürdüm hep…
Ne de olsa Levent Kırca’nın parodileri ile büyümüş, kırmızı koltuk ile siyasileri değerlendirmiş, 32. gün ile ülke gündemini analiz etmiş, Arena ile yolsuzlukların üzerin gitmiş, Yeşilçam filmleri ile kah ağlamış kah gülmüş, Tayfun Talipoğlu ile Anadolu’nun her karış toprağını gezmiş, izlediği her programı adeta yaşayan sıradan bir genç olarak, o günleri özlemedim desem yalan olur. Şimdi düşündüm de; bugün 24 yaşında olan kızımın böyle bir şansı olmaması ne büyük bir kayıp.
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 22/11/2025 11:35:33 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/21834
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.