Ölüm Nedir? Neden Yaşlanıyoruz? Neden Ölüyoruz?
Doğuma, Yaşama, Yaşlanmaya ve Ölüme Bilimsel ve Evrimsel Bir Bakış...
Ölüm, kendimizi bildik bileli anlamlandırmaya çalıştığımız ürkütücü bir olgudur.
Bir düşünün: Evren'in var olduğu o ilk andan, yani Büyük Patlama'dan beri geçen 13.82 milyar yıl boyunca, neredeyse 1 saniye bile var olmadık. Büyük Patlama'dan, doğduğumuz âna kadar geçen zamana dair en ufak bir anımız, bilincimiz, algımız yok; halbuki en azından son 4 milyar yıl içinde, biz doğmadan önce milyarlarca insan, hayvan ve diğer canlı türü yaşadı. Onların bilinci vardı, o dönemlerin en azından bir kısmına dair algıları vardı. Yani Evren, biz yokken de vardı!
Sonra nihayet, biz de bir anda bilinç kazanıp var olmaya başladık. Hatırladığımız ilk anı annemizin kokusu ya da babamızla oynadığımız bir oyun olabilir. Ama Evren'in var oluşundan beri ilk defa kendimizden, etrafımızdan, Evren'den haberdar olmaya başladık. Bunun sebebi, elbette, sinir sistemimizin oluşması ve çevreden gelen sinyalleri yorumlayıp, bunlara cevap verebilmesidir. Bunu biliyoruz, çünkü koma halinde veya uyku halinde etrafımızda olan bitenden haberdar olamıyoruz. Beyin yoksa, bilinç de yok...
Ve var olmaya başladığımız an ile başlayan sadece birkaç on yıldan sonra, bilincimiz yeniden başlangıçtaki hâline dönüyor: Varlığımızın bilincinde olmayan bir hâle... Bir hiçlik hâline... Tıpkı doğumumuzdan önceki gibi... O noktadan sonra, yine geçen zamana dair en ufak bir anımız, bilincimiz, algımız bulunmuyor. Thomas Jefferson'ı, Mozart'ı, Marie Curie'yi, Henrietta Lacks'ı veya Charles Darwin'i düşünün... Bunların eserleri, arkalarında bıraktıkları ve hatta hücreleri bizimle yaşamaya devam etse de, bizim var oluşumuza dair bilinçleri veya algıları artık bulunmuyor; en azından bilimin boş hipotezi çerçevesinde, bunun bulunduğunu düşünmemiz için hiçbir gerekçemiz yok. Bizden önce ölenlerin bize hiçbir etkisi, bizimle herhangi bir iletişimi ve yaptıklarımıza, olan bitene dair herhangi bir anısı, algısı veya bilgisi bulunmuyor. Biz öldükten sonra belki trilyonlarca, belki katrilyonlarca canlı nesil gelip geçecek; ancak biz, burada olmayacağız. Olan bitene dair hiçbir anımız, algımız, bilgimiz olmayacak.
Bu türden bir "acımasız" gerçeğin yükünü kaldırmak kolay değil. Var oluşa dair pek az bilgileri olan, doğal olayların nedenlerinden bihaber atalarımızın, bu kavramları anlamlandırmaya çalıştığını bir düşünün! Ölüm değil ama, yaşam, kozmik bir eşek şakası gibi... Bir canlının Evren'in toplam ömrü yanında bir an bile sayılmayacak kadar kısa bir süreliğine bilinç kazanması, sonra yok olması... Zaten işte tam da bu nedenle bu yükü yüklenen atalarımız, etrafında olan biten ölüm ve doğum olaylarına anlamlar yüklemeye çalışmış, çeşitli mitolojik hikaye ve anlatılar geliştirerek, destanlar yazarak, ebeveynden çocuğa aktarılan hikayeler anlatarak, ölümün bir son olmadığına kendilerini inandırmışlardır.
Bu, son derece anlaşılır bir psikolojik savunma mekanizması, çünkü bir sevdiğimizin ölmesinin yarattığı acının yerini doldurmak çok zor. Bu nedenle, özellikle de acı çekilen veya hasret duyulan zamanlarda o kişilerin ölüm ötesinde bir yerlerde yaşamaya devam ettiği, bir gün tekrar buluşacağımız düşüncesi, pek yaratıcı sayılamayacak olsa da, atalarımız için son derece makul bir anlatı, anlaşılır bir teselli... Yaratıcı değil diyoruz; çünkü bu olasılık, olabilecek çok farklı senaryolardan sadece birisi ve basitçe, "her şeyin kabaca olduğu gibi devam edeceği kabulüne" dayanıyor. Yani ölümün yarattığı dehşet, dizginlenerek "önemsizleştiriliyor" - ki bu, daha önceden detaylıca incelediğimiz Dehşet Yönetim Kuramı ile tamamen örtüşüyor. İnsanın ölümün dehşeti karşısında yapabileceği en etkili şey, o dehşeti sıradanlaştırmak ve dehşet olmaktan çıkarmak. Ölümün yeni bir başlangıç olacağı, insanın hayvanlardan üstün ve özel olduğu gibi düşünceler, Dehşet Yönetim Kuramı çerçevesinde kolaylıkla izah edilebiliyor.
Ölümden sonra herhangi bir şey var mı, elbette bilmiyoruz; ancak dediğimiz gibi, bilimsel açıdan bakıldığında şu anda böyle bir şeyin olduğunu varsaymak için geçerli ve yeterli hiçbir sebep bulunmuyor ve dolayısıyla, bu yöndeki pozitif iddiaları varsayılan tutum olarak hatalı saymamız gerekiyor.
Fakat bu yazımızın konusu bu değil. Bu yazıda size, ölüm dediğimiz o dehşet olguya fiziksel, biyolojik ve evrimsel perspektiften bakarak, ölümün nedenlerini ve nasıllarını anlatmaya çalışacağız.
Canlılık ve Ölüm
Ölümü anlamlandırmak, canlılığı anlamlandırmaktan geçiyor; ancak daha bu konuda sorunlar yaşamaktayız: Bizler, etrafımızdaki olguları "canlı" ve "cansız" olarak kategorize etsek de, kozmik ve moleküler skalada baktığımızda aslında "canlılık" ile "cansızlık" arasında temel bir fark olmadığını görüyoruz. Bu iki kavram arasındaki fark, tamamen moleküler organizasyon farkından kaynaklanıyor gibi gözüküyor ve bu moleküler düzeyde, tıpkı kozmik düzeyde olduğu gibi, iki olgu arasında dikkate değer pek bir ayrım göremiyoruz. Canlılar da, cansızlar da, kimyasal maddelerin farklı alt gruplarının farklı şekillerde organize olmasının bir ürünüdür. Canlılığı ayırt edebilmemizin nedeni, ona kategorik olarak, yani zaten en başından varlıkları belirli kategorilere ayırma amacıyla (a priori olarak) tanımladığımız özelliklerdir.
Bu, birazcık tür tanımı yapmaya benzer: Evrim tarihinde türler arasında keskin sınırlar yoktur; hiçbir tür spesifik bir noktada bir diğer türe dönüşmez. Ancak biz, X türünün özelliklerini belirli kategorik şekillerde tanımlayarak, bu süreğen sürece kesinti noktaları belirleriz. Bu tamamen rastgeledir ve her zaman evrensel olarak geçerli kabullere dayanmaz. Hatta bu nedenle taksonomlar arasında bolca kavga yaşanır. Buna rağmen, süreğen olaylardan bahsetmek zor olduğu için, kategorilere bölerek parçalar halinde söz etmek kolaylık sağlamaktadır (aslına bakarsanız beynimiz, süreğen olayları anlamak konusunda berbattır ve bu nedenle kategorik düşünme çok daha kolay gelir). Cansızlık ile canlılık arasındaki geçiş de buna benzerdir ve aradaki fark, bizim canlı ve cansızlara atadığımız kategorik niteliklerden ileri gelmektedir.
Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Canlılığın başlangıcı, Abiyogenez yazı dizimizde de izah ettiğimiz gibi, atomlar ve moleküllerin çeşitli organizasyonları ve bu organizasyonun yaklaşık 600 milyon yıl boyunca doğa şartları etkisi altında "seçilmesi" sonucu olmuştur. Canlılığın başlangıcından sonra ise, aynı doğa yasaları etkisi altında çeşitlenme meydana gelmiş ve günümüzdeki "canlı çeşitliliği"ne ulaşılmıştır. Bu adımların hiçbirinde, bir hidrojen molekülünün Güneş içerisinde bir helyum molekülüne dönüşmesinden daha farklı bir kimyasal ya da fiziksel olay meydana gelmemiştir. Bir diğer deyişle, canlılığı cansızlıktan farklı davranmaya iten şey, moleküler yapının farklılığından değil, bu moleküllerin hangi şekilde bir araya geldiği ile ilgili farklardan kaynaklanmaktadır. Bu da konuyu, karmaşık bir felsefi problemden ziyade, temel bir biyokimya sorununa çevirir. Elbette, bu moleküllerin bir araya geliş biçimlerinin nasıl bilinç gibi kavramları oluşturduğu, zihin felsefesi gibi sahaların önemli uğraş alanlarıdır; fakat ölümün mitolojik ve metafiziksel taraflarını bir yana bırakacaksak, konuyu bilimsel olarak anlamak için biyokimyaya odaklanmamız gerektiği açıktır.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Bu tür bir a priori kategorizasyon sonucunda, örneğin Güneş'in canlı olmadığını kabul ederiz, çünkü bizim belirlediğimiz canlılık tanımlarına uymaz. Anlayacağınız, insan türü, yine kimyasal temelli biyolojik evrimine bağlı olarak evrimleşen zekası sayesinde, olaylar arasında neden-sonuç ilişkileri kurabilmeyi başarmış ve etrafına bakarak varlıkları farklı isimler altında sınıflandırmıştır ve varlıkları "canlı-cansız" olarak kategorize etmiş, bir canlının, özelliklerini yitirmesine ise "ölüm" adını vermiştir.
Ancak bizim yaptığımız herhangi bir isimlendirme, doğanın bu şekilde bir ayrıma gittiği anlamına gelmez. Doğada, her varlık, var oluşunu sürdürür. Elbette her varlığın, kimyasal ve fiziksel yapısından ötürü birbirinden farklı özellikleri vardır. İşte "canlılık" dediğimiz yapılar bütünü de, bir çeşit varlık formudur. Dolayısıyla ölüm, bu varlığın yapısı için bir değişimden ibarettir.
Bunu anlamak için, şöyle düşünün: Su molekülleri, H2O, yani 2 adet hidrojen ve 1 adet oksijen atomundan oluşur. Elektrolize uğrayan su, sıvı formunu yitirerek, atomlarına ayrışır. Bu durumda artık elektrolize uğraşmış bir su molekülü, H2O olmayı bırakmıştır. Bu durumda suya, "ölmüş" diyebilir miyiz? Zira biz de öldüğümüzde, bizi oluşturan yapıtaşlarına ayrışmaktayız ve dağılmaktayız. Bu yapıtaşları, doğadaki element döngüsü içerisinde bir başka canlının yapıtaşları olarak kullanılabilir; tıpkı o hidrojen ve oksijen atomlarının bir başka su molekülü veya başka kimyasal bileşikleri oluşturmakta kullanılabilecek olması gibi... Eğer biz ölüyorsak, su da ölüyor demektir. Su ölmüyorsa, biz de ölmüyoruz demektir. Tıpkı canlılarda olduğu gibi, su da bunu isteyerek yapmaz; bu süreçler, suyun var oluşunun doğal bir parçasıdır.
Bunu bu şekilde anlatma nedenimiz şu: Ölüm gibi zor kavramlara bugüne kadar kültürel olarak çok fazla anlam yüklendiği için, eğer sosyolojik/antropolojik/psikolojik bir inceleme yapılmayacaksa, ölümü biyolojik bir temelde anlayacaksak, bu kültürel önyargılarımızdan sıyrılmamız ve "ölüm" dediğimiz olayın biyokimyasal, biyolojik ve bilimsel yapısına odaklanmamız gerekmektedir. Bunu yapabilmenin ilk adımı da; canlı, cansız, doğum, yaşlanma, ölüm gibi kavramların, sadece bizim daha kolay anlayabilmemizi sağlamak için dilimiz içerisinde gelişen kavramlar olduğunu fark etmektir.
Canlılığın İki Temel "Amacı": Hayatta Kalmak ve Üremek
Şimdi, biyolojiye odaklanalım. Canlılarla ilgili bildiğimiz bariz bir gerçek varsa, o da canlılığın var oluşundan beri (yani son 3.8-4 milyar yıldır) iki temel "biyolojik amacı" olmasıdır: hayatta kalmak ve üremek.
Bu amaçlar, elbette insanların kendi hayatlarına keyfî olarak biçtikleri amaçlardan (örneğin bir kişinin ressam olmayı veya mühendis olmayı seçmesinden) oldukça farklıdır. Zaten bu kısımda da irdeleyeceğimiz gibi, bu amaçlar aslında bizim seçimimizde olan amaçlar değildir. Evrimsel süreçte edinilmiş bu amaçlarımıza uymak zorundayız, çünkü fizik yasalarınca 4.5 milyar yıldır Dünya üzerindeki her bir moleküle dikte edilen kurallar, bizi bu noktaya getirmiştir. Bu noktaya gelene kadar da, bu biyolojik amaçlar oluşmuştur, evrimleşmiştir ve her canlının vazgeçilmezi olmuştur. Buna karşı çıkmak, yok olmayı kabullenmek demektir.
Bunların mutlak biyolojik amaçlar olduğunu anlamak için, bunların uygulanmaması halinde ne olduğuna bakmamız gerekir: Örneğin kimi zaman insanlar, ölümü ya da ürememeyi tercih ederler. İlkinde, hayatta kalmayı reddederek yok olmayı kabul ederler (bu kısa vadelidir); ikincisinde ise soylarını sona erdirerek yok olmayı kabul etmiş olurlar (bu da uzun vadelidir). Aslında her bir canlı, öldükten sonra, hayatı boyunca ne yapmış olursa olsun (bilim, din, felsefe, sanat, müzik, vs.), bunlar geride kalacak, bireyin organizma bazındaki bütünlüğü yok olacak, bütün atomları ve molekülleriyle birlikte, çürükçül bakterilerin etkisi altında ayrışarak doğaya karışacaktır. Dolayısıyla, bir canlı bilim veya sanat yapmaktan vazgeçse de, tür bazında o organizma (o "canlı") varlığını sürdürebilecekken, hayatta kalma ve üremeden vazgeçmesi, tür olarak yok olmayı kabul etmesi demektir. Bir diğer deyişle, canlılığı tanımlayabilmemizin yegâne sebebi, canlıların yapılarının hayatta kalma ve üreme olgularını barındırıyor olmasıdır. Zaten bu nedenle canlılık tanımlarının merkezinde de bu iki unsur yatar.
Hayatta kalma ve üremenin neden bu kadar önemli olduğunu merak ediyor olabilirsiniz. Neden canlılar hayatta kalmak zorundalar? Neden üremek zorundalar? Üremeden de varlıklarını sürdüremezler miydi? Bu soruların cevaplarını buradaki ve buradaki yazılarımızda vermiştik. Tekrara düşmemek adına burada tekrar girmeyeceğiz.
Ölümün Varlığının Fizik Açısından Anlamı ve Sebepleri
Ölümü anlamanın anahtarı, var oluşun fiziksel temelini anlamaktan geçiyor. Bizler, biyolojik varlıklar olduğumuz için her şeyi biyolojik olarak görmeye alışığız. Dolayısıyla ölümle ilgili bir açıklama yapacağımız zaman da aklımız ilk etapta hemen biyolojiye gidiyor. Halbuki biyoloji, kendisinden daha temel iki bilimin üzerine kurulmuş bir bilim dalıdır: fizik ve kimya. Bu iki bilim dalında olanlar, biyolojide olanların temelini oluşturmaktadır. Bir fizik yasasının biyolojideki etkisini hemen görmek kolay değildir; ancak dikkatli ve eğitimli bir göz, bu ilişki ve etkileşimi fark edecektir. Dolayısıyla bu alanlardan bilgi almaksızın ölümü anlamak mümkün değildir.
Ölümün Fiziksel Nedeni: Entropi
Ölüme fiziksel açıdan yaklaştığımızda karşımıza iki gerçek çıkar: İlki, kapalı sistemlerde entropinin, yani düzensizliğin daima artmak zorunda olduğu gerçeğidir. Termodinamiğin ikinci yasası bunu söyler. Açık sistemlerde ise entropi artışına dışarıdan enerji alarak karşı koymak mümkündür. Yani entropi ile enerji arasındaki ilişki iyi anlaşılmalıdır: Entropinin mutlak suretle artması gerektiği sistemler, dışarıdan enerji veya kütle akışı olmayan sistemlerdir. Ancak canlılar bu tarz sistemler değillerdir. Dışarıdan enerji de alırlar, kütle de...
Bir düşünün: Yemek yediğinizde ne yapıyorsunuz? Düzenli halde bulunan bir besin kaynağını parçalıyor, yani düzensiz hale getiriyorsunuz. Bunu yaparken, besinlerin içindeki kimyasal bağlarda bulunan enerjiyi hücreleriniz içinde açığa çıkarıyorsunuz. Açığa çıkan bu enerjiyi kullanarak hücre, doku ve organlarınızda onarım, gelişim ve benzeri işleri hallediyorsunuz. Yani bir yerlerde düzensizlik gene artıyor; ancak ondan elde ettiğiniz enerji ile siz, düzenli halinizi sürdürüyorsunuz.
Ölümün bununla bir ilgisi var gibi gözüküyor; çünkü ölümle birlikte artık enerji akışı da duruyor, beslenemiyoruz ve hücrelerimiz dağılmaya başlıyor. Yani biz de kapalı bir sisteme dönüşüyoruz, dolayısıyla entropiye yenik düşerek düzensiz hale geliyoruz.
Ama ölümü fiziksel olarak tanımlayacak olursak: Bir nevi, termodinamiğin ikinci yasasına belli bir süre direndikten sonra yenik düşmek gibi gözüküyor.
İşte tam da bu "entropi" kavramı dolayısıyla doğada hiçbir varlık belirli sürelerin üzerinde var olamamaktadır. Her şeyin, hatta belki de Evren'in kendisinin de bir ömrü vardır. Fizik yasaları, doğa içerisinde bir devinimi, değişimi ve dönüşümü tetiklemektedir. Hiçbir varlık, Evren içerisinde sabit yapılı değildir. Her şey ama her şey değişir. Gözümüze oldukça sabit gelen bir nesne içerisindeki atomlar bile sürekli titreşim halindedir; atom altı parçacıkları her an değişim içerisindedir. Bu hareketler ve değişimler, bir maddenin göze her ne kadar sabitmiş gibi gelse de, aslında sürekli değiştiğini göstermektedir.
Yani hiçbir maddenin bir an önceki haliyle bir an sonraki hali birebir aynı değildir. Kısaca, az sonra açıklayacağımız biyolojik sebeplerden ötürü ölüm gerçekleşmeseydi bile, fizik yasalarından dolayı bir noktada bütünlüğümüzün yer yer ya da tamamen bozulması gerekirdi. Belki 100 yıl içerisinde, belki 1 milyon yıl içerisinde...
Ölümün Temelindeki Fiziksel Kuvvetler
Peki, dışarıdan enerji almayı sürdürerek bunu önleyebilir miyiz? Neden sürekli enerji alımını sürdürerek ölümsüz kalamıyoruz? Entropi artışına neden sürekli direnemiyoruz? Burada da bir diğer fiziksel gerçek karşımıza çıkıyor. Kuvvetler.
Her varlık, durmaksızın çeşitli kuvvetlerin etkisi altında kalıyor. Bunlar diğer cisimlerin üzerimizde uyguladıkları etki-tepki kuvvetleri gibi basit kuvvetler olabildiği gibi, kendi organlarımızın çalışması sırasında deneyimledikleri iç kuvvetler gibi dışarıdan ilk etapta görülemeyecek kuvvetler de olabiliyor.
Bunu açıklamak için size bir uygulamalı bilim dalı olan mühendislikten bir örnek verelim: Mühendislikte, yorulma/yorgunluk (İng: "fatigue") adı verilen mekanik olay vardır. Sıradan bir malzeme üzerine (örneğin metal bir çubuğa), sünme geriliminden (malzemenin yapısının bozulacağı/kırılmanın başlayacağı gerilim noktasından) daha az (yani onu kırıp bükmeyecek kadar) bir kuvveti sürekli olarak, arka arkaya bir uygulayıp bir uygulamazsanız ve bunu sürekli sürdürürseniz, malzemeniz bir noktadan sonra bir anda, beklemediğiniz şekilde kırılacaktır. Buna mühendislikte kırılma (İng: "fracture") ya da kopma (İng: "failure") adı verilir.
Yani bir kumandanız olduğunu düşünelim. Açma-kapama düğmesine abartmaksızın, normal bir şiddette, arka arkaya bastığınızı düşünelim. Burada bir kere basıp da sonra elinizi çekmemekten söz etmiyoruz. Parmağınızla kumandaya hızlı hızlı bir basıp bir basmadığınızı hayal edin. Elbette kumandanız bunu yaptığınız ilk birkaç bin, hatta birkaç on bin basmada kırılmayacaktır. Ancak eğer bunu birkaç milyon veya milyar defa devam ettirecek olursanız (bunun tam sayısını veren testler ve formüller vardır), kumandanız beklemediğiniz bir anda kırılacaktır. Hem de o "normal" büyüklükte olduğunu düşündüğünüz, tuşlara normal olarak bastığınız kuvvet altında! Bu mekanik olayla ilgili daha ayrıntılı bilgiyi Türkçe olarak buradan alabilirsiniz.
Bunun arkasında pek çok mekanik sebep yatmaktadır. Ancak atomik düzeyde incelediğimizde, bizim uyguladığımız her darbenin atomların yerini değiştirdiğini veya titreşimlerini hızlandırdığını görürüz. Bu sebeple, belirli bir noktada atomlar artık kontrolsüz olarak birbirleri üzerinden kaymaya başlarlar ve bu, mikro-kırık (İng: "micro-crack") denen yapıların oluşmasına sebep olur. Daha sonra bu kırıkların malzeme içerisinde hızla yayılmasıyla bir noktada, hiç beklemediğiniz anda malzemeniz kırılacaktır. Eğer siz bu kuvvetleri uygulamazsanız, belki milyonlarca yıl sürecek olsa da, bir noktada malzeme eskimeye, yani "ölmeye" başlayacaktır. Aşağıda, bu mikro-kırıklara bir örnek görüyorsunuz:
Üstelik yukarıda verilen örnek, mekanik yasalardan sadece bir tanesidir. Daha pek çok benzer fizik yasası altında sıradan maddeler aşınırlar, eskirler ve dağılmaya başlarlar.
Burada anlatmak istediğimiz şudur: Evren'deki her şey en nihayetinde kuarkların oluşturduğu atomlar, atomların oluşturduğu moleküllerden meydana gelmektedir. Evren'in oluşum biçiminden ötürü bazı kurallar işlemektedir ve bizim "fizik yasaları" dediğimiz bu kurallar altında, maddelerin belirli "ömürleri" vardır. Bu genellikle çevresel baskılara ve aktif olarak iş gören bir varlıksa, işleme miktarına bağlıdır. Eğer aktif olarak iş yapmıyorsa da, pasif varlığına etki eden dış kuvvetlerin etkisi altında bir maddenin ömrü belirlenir. Örneğin bir canlının ömrü az sonra açıklayacağımız biyolojik sebeplerle belirlenir, bir iş makinasının ömrü çalışma şartlarına ve süresine göre belirlenir, bir kayanın ömrü ise üzerine etkiyen her çeşit dış faktörün etkisinin toplamıyla belirlenir. Her varlığın, doğa içerisinde belirli bir ömrü vardır ve bu ömrün sonuna gelindiğinde (her ne sebeple olursa olsun) maddenin bütünlüğü bozulacaktır. Bu da bir diğer doğa yasası olarak düşünülebilir.
Bir kayayı düşünün. Var olduğundan beri durmaksızın aşındırılmaktadır: Rüzgar, dalgalar, depremler gibi sayısız etmenden kaynaklı kuvvetler onu yavaş yavaş aşındırır. Ancak kayanın kendisini tamir edebileceği bir mekanizma yoktur; çünkü organik maddelerden yapılmamıştır. Eğer içindeki kum taneleri bölünüp çoğalabilseydi, dışarıdan enerji alarak iş yapabilselerdi, kayalar da kendilerini tamir edebilirdi. Ama bizim de kaya gibi cansız maddelerle ortak bir noktamız var: Tıpkı kayaların kuvvet altında aşınması gibi, bizim hücrelerimiz ve dokularımız da kuvvetler altında aşınır. Ancak bizim, kayalardan farklı olarak, bu aşınmayı çözen bir mekanizmamız vardır: Hücre bölünmesi. Bu mekanizma sayesinde aşınan veya bozulan hücrelerimizin yerini yenileri alır.
Buraya kadar aktardıklarımız, yaşamın ve ölümün arkasındaki mekanik sebepleri ele almaktaydı. Bunları anlamak, yaşamın ve ölümün neden var olduğunu anlamak açısından birinci önemli noktayı oluşturmaktadır. Aslında her biyolojik ve kimyasal olayın özünde fizik yasaları yatmaktadır; dolayısıyla her biyolojik veya kimyasal olayı, fizik yasaları ile açıklayabiliriz. Ancak elbette anlaşılırlığın sağlanabilmesi için bu bilim dalları, özünde fizik yasaları yatsa da, ayrı doğa yasaları keşfederek bağımsız bilimler halini almışlardır. Biz de şimdi işin fiziğini bir kenara bırakarak, biyolojiye döneceğiz ve biyolojik (canlılara ait) ölümün arkasındaki sebepleri inceleyeceğiz.
Hücrelerimiz Neden Sonsuza Kadar Bölünemiyor?
Madem yukarıda sözünü ettiğimiz kayaların aksine, bizi sürdüren hücre bölünmesi mekanizması var... O zaman sorabilirsiniz: Neden sonsuza kadar bölünerek kendimizi yenileyemiyoruz?
Aslında bunu yapan canlılar var! Örneğin bakteriler, durmaksızın bölünerek aynı gen hattını sürdürebilirler; bu sayede bir canlıyı belirleyen genetik altyapı teorik olarak ölümsüz olmuş olur.
Benzer şekilde kertenkeleler ve axolotl gibi bazı canlılar organ yenileme yani rejenerasyon konusunda çok iyidirler ama onlar da bunu sonsuza kadar yapamazlar. Çünkü bakterilerin aksine, bizlerin tamir edici hücreleri çok özel bir hücreden köken alır: Kök hücreler. Kendimizi sonsuza kadar yenileyemiyoruz, çünkü sınırlı sayıda kök hücreye sahibizdir.
Kök hücreler, diğer hücrelerimize dönüşebilen en temel hücrelere verdiğimiz bir isimdir. Bu hücrelerimiz kullanılıp tükendikçe, tamir işlemleri de zorlaşıyor ve bir nevi kayaya dönüşüyoruz. Aşındıkça aşınıyoruz ve zayıflıyoruz. Buna bağlı olarak da vücudumuzu yemeye hazır, hastalık yapıcı bakteriler, mantarlar, vb. vücudumuzu işgal etmeye başlıyor, bizi hasta ediyor ve nihayetinde öldürüyor.
"Doğal nedenlerle öldü." ya da "Yaşlılıktan öldü." dediğimizde aslında kastettiğimiz, ilerleyen yaştan ötürü yeterince bozulmuş bir sistemin organlarından bir veya birkaçını, bakteriler veya mantarlar gibi patojenlerin istilası sonucu iflas etmesi ve sonrasında tüm sistemin çökmesidir. Bu organ kalp, karaciğer, böbrekler, vs. olabilir. Ancak durup dururken ölmek diye bir şey yoktur; mutlaka iflas eden bir organ ve o organı iflas ettiren bir organizma veya süreç bulunmaktadır.
Evrim ve Ölüm: Evrimsel Süreçte Ölüm Neden Elenmedi?
Peki, evrimsel süreçte neden bunu önleyecek mekanizmalar ortaya çıkmadı? Neden hücrelerimiz sonsuz ömürlü olmadılar? Çünkü evrim böyle çalışan bir doğa yasası değil!
Bir düşünün, evrimden beklentiniz nedir? Örneğin 70 yaşındaki bir birey basit fiziksel nedenlerle ölürken, bunun evrim tarafından durdurulmasını bekliyorsunuz diyelim. Ancak evrimsel süreci devam ettiren tek şey, üreme çağına kadar hayatta kalıp, sonra üreyebilmek! O noktadan itibaren artık evrimsel sürecin yapabileceği bir şey yok; siz zaten çoktan üremişsiniz ve kendinize ait genleri gelecek nesillere aktarmışsınız demektir.
Unutmayın, evrim bir bilinç, bir zeka, bir deha değil. Bir doğa yasası. Kütleçekiminden farksız. Evrimden bizi üreme çağından sonra da şekillendirmeye devam etmesini istemek, "Kütleçekim neden ara sıra uçmamıza izin vermiyor?" demek gibi bir şeydir.
Canlılar için en verimli olan, olabildiğince erken üreme çağına erişmek ve yavrular üreterek genlerini aktarmaktır. Sonrasında da bunların bakımını yapıp, mümkünse onları üreme çağına kadar yetiştirmek, belki şanslıysanız torunlarınızın da üreme çağına gelmesine yardımcı olmak. Bundan fazlasını beklemek istatistiki olarak pek anlamlı değil, çünkü artık o ata bireyin var olmaya devam etmesi için doğada ek fayda yaratacak bir neden bulunmuyor. Başarılı oldu, üredi ve kendi genlerini gelecek nesillere aktardı. Yaşamın temel şartlarını yerine getirmiş oldu.
Biz, kendi iyiliğimiz açısından düşündüğümüz için ölümsüz olmak istiyoruz, bu nedenle doğa yasalarını da bencil bir şekilde yorumluyoruz. Ancak bu yasaların bir bilinci yok ve söz konusu evrim olduğunda, spesifik bir bireyin ihtiyaçlarının hiçbir değer yok. Önemli olan, türün genel popülasyonu ve bu popülasyonun devamlılığı... Bu devamlılık da değişen çevre şartlarına uyabilmek için bir noktada avantaj ve dezavantajlarına göre ayıklanmalı, yoksa yeni çevre şartları altında dezavantajlı genlere sahip olanlar da kısıtlı olan kaynakları tüketmeye devam eder, türün soyunu tehdit ederdi.
Doğadaki Kaynak Problemi
İşte bu da bizi bir diğer noktaya getiriyor: Doğada bir de kaynak problemi bulunuyor.
Evet, Dünya muhteşem bir doğal kaynak ve neredeyse sınırsız ürünler veriyor; ancak buna rağmen yerel bölgelere baktığımızda kıtlık, kuraklık, eksiklik sıkça karşılaşılan bir durum. Örneğin bakterileri laboratuvar şartlarında en uygun koşullarda beslediğimizde 20 dakikada bir ürüyorlar; ancak gerçek yaşam alanlarında besin bulamadıklarında bu süre saatlere, hatta günlere çıkabiliyor; çünkü gelişmek için yeterli kaynak bulamıyorlar! Yani doğada kaynaklar kısıtlı; en azından siz olanlara ulaşana kadar...
Dolayısıyla birçok türde popülasyonun belli bir sınırın altında kalması avantajlı; yoksa elde avuçta olan kaynakları da hızla tüketip, soy tükenmesi yaşanırdı. Bu nedenle türlerin neredeyse hiçbiri sonsuz ömürlü olamıyor; çünkü bunu avantajlı kılacak ekolojik şartlar aşırı nadir meydana geliyor. Dahası, popülasyonlar içinde bu kadar başarılı hücre yenileme varyasyonlarına sahip türlerin sayısı da yok denecek kadar az. Dolayısıyla seçilimin işleyebileceği çeşitlilik bulunmamaktadır.
Yani biyolojik başarı, hayatta kalmak ve üremek ile belirlense de, bunun bir üst sınırı olduğunu görürüz. Birkaç istisna hariç canlıların hiçbiri sonsuza kadar yaşayamazlar ve sonsuz miktarda üreyemezler. Öyleyse bu üst sınırı belirleyen bir diğer yasadan bahsetmek gerekir:
Bunun arkasında, ilk etapta Thomas Malthus'un 1798 yılında yayınladığı Popülasyonların Prensibi Üzerine Bir Makale (An Essay on the Principle of Population) isimli makaleler serisinde ileri sürdüğü doğa yasası yatar. Bu makalelerinde Malthus, doğadaki kaynakların doğrusal olarak arttığını, canlıların ise geometrik bir hızla çoğaldığını tespit etmiştir (yukarıdaki resimde görülmektedir). Bu durumda kısa süre içerisinde var olan canlıların sayısı, kaynakların destekleyebileceğinden çok daha fazla olacaktır. Malthus, kendi alanındaki açıklamalarını bu noktaya kadar getirip dallandırır.
Ondan 61 sene sonra Charles Robert Darwin ise bu yasayı biyolojik olarak değerlendirerek, bireyler arasında kaynak mücadelesi olacağını tespit etmiş ve bu mücadelede her zaman ortama daha uygun, kaynaklara ulaşma becerisi daha yüksek bireylerin avantajlı konuma geçip varlıklarını daha uzun süreler sürdürebileceğini ortaya koymuştur. Modern bilim de bu bilgileri ele alıp daha da geliştirmiş ve tüm bunların arkasında yatan genetik ve çevresel faktörleri ortaya koymuştur. İşte şimdi bizler de, bu bilgileri tekrar gözden geçirerek, en baştaki canlılığın evrimi ile, her bir canlının ömrünün sonu olan ölüme biyolojik bir bakış açısı kazandırmaktayız.
İşte tüm bu var olma mücadelesi, genetik materyalin var olup, içerisinde bulunduğu bireyin özelliklerini belirlemeye başlamasından beridir sürmektedir. Bu süreyle eşit bir zamandır da evrim mekanizmaları canlılar üzerinde bilfiil işlemektedir. Doğada, her canlıya yer olmadığı için, Doğal Seçilim ve genel olarak evrimin etkisiyle canlıların ömürleri, ilk başta açıkladığımız fiziksel sebepler haricinde, bu sebeplerden çok daha hızlı ve erken etkiyecek bir sebeple sona ermektedir: yaşlılık. Bu konuya az sonra geleceğiz.
Tüm bunlar açısından bakıldığında, ölümün doğanın en önemli mekanizmalarından biri olduğunu görüyoruz. Ölüm olacak ki, alttan gelen yeni nesillere kaynak ayrılabilsin.
Şöyle düşünün: Eğer ki bakteriler hiç ölmeseydi ve sonsuz kaynağa sahip olup durmaksızın çoğalsalardı, büyümeleri ekponansiyel, yani giderek hızlanan bir şekilde olurdu. Tek bir bakteri, birkaç dakikada bir 2 bakteri üretirdi. O 2 bakteri, 4 bakteriye, 8 bakteriye, 16 bakteriye dönüşürdü. Böylece sadece 36 saat içinde Dünya'nın yüzeyi 30 santimetre kalınlığında bir bakteri tabakasıyla kaplanırdı! Öyle havada bakteri bulunurdu falan demiyoruz, baya baya üzerine basabileceğiniz kadar yoğun, gezegenin yüzeyini kaplayan, gözle görebileceğiniz kadar yoğun bakteri yığınlarından söz ediyoruz! Ondan sadece 4 saat sonra, yani 40 saat içinde kafalarımıza kadar bakteriye gömülürdük. Bakteriler uzayda yaşayabiliyor olsaydı kısa bir süre içinde Gözlenebilir Evren'in tamamı bakterilerle kaplanırdı!
Eğer varsa, belki de paralel evrenlerin bir kısmında şartlar gereği ölümsüz bakteriler evrimleşti ve o evrenler sırf bu kadar bakteri ile kaplandığı için daha fazla ilerleyemedi, kim bilir? İşte ölüm, doğa için bu kadar önemlidir!
Bu tarz ekstrem bir ölümsüzlük durumunda, varlığı aktif olarak sürdürmek başarılamazdı. Canlıların, biyolojik olarak cansızlardan bir farkı olmadığı gibi, görünüş/davranış olarak da hiçbir farkları olamazdı. Ancak ölümün varlığı, canlıların sürekliliğini tamamlayan evrimsel basamak olmuştur. Canlılar bir yandan hayat mücadelesi verip, bir yandan ürerlerken, ölümlerin varlığı yeni yerler açılmasına ve kaynakları tüketen canlıların sayısının sabit tutulmasına yaramaktadır. Bu, genel olarak popülasyonların avantajına olduğu için, evrimsel süreçte seçilerek bir norm haline gelebilmiştir.
Üstelik unutmayın, bir canlı öldüğünde, aynı zamanda diğer birçok canlıya besin kaynağı olmaktadır. Ölüm acımasız, ancak o sevimli tilki yavrularının hayatta kalabilmesi için bir şeylerin ölerek onlara yemek olması gerekmektedir. Yani ölümü acımasız bir kavram olarak algılasak da, hayranlık duyduğumuz doğa için büyük öneme sahiptir.
Doğadaki kaynaklar sınırsız olsaydı ya da farklı bir Evren'de canlılık başlayacak olsaydı, belki de biyolojik ölüme ihtiyaç olmayacaktı; çünkü her bir varlık için yetecek kadar kaynak olacaktı veya fizik yasaları bir değişimi, devinimi dikte etmeyecekti. Ancak içinde yaşadığımız Evren içerisinde hiçbir canlı, hatta hiçbir varlık sonsuz kalıcılıkta olamaz; bu doğanın ilkin yasalarına da aykırıdır (Termodinamik Yasaları gibi). Evren, genel bir düzensizliğe doğru evrimleşmektedir; lokal olarak, enerji harcayarak düzen sağlanılsa bile, en nihayetinde Evren'in başlangıcından kaynaklanan fizik yasalarından ötürü düzensizlik hakim olacaktır. Er ya da geç...
Ölümün Genomumuzdaki İzleri...
Daha önce de belirttiğimiz gibi varlığın aktif olarak sürdürülebilmesinin, en azından bildiğimiz kadarıyla iki yolu vardır: hayatta kalmak ve üremek. Zaten ilkini başaramayan bir canlı, doğrudan biyolojik ölüme ulaşacaktır. İkincisini başaramayan birey, uzun vadede soy olarak yok olacaktır. İronik bir şekilde, yukarıda açıkladığımız sebeplerle bir canlı her ikisini de başarabilse, sonunda yine ölmek durumundadır. Doğanın milyarlarca yıldır süren genel dengesi dahilinde aslında üremek, soyun uzun vadede devamlılığına sebep olurken, aynı zamanda ölüme de yaklaşılmasına sebep olmaktadır.
Bu noktada "üremek"ten kastın sadece genel organizma olarak yavrular üretmek olmadığını belirtelim (tabii bu tip üreme de konumuz içerisindedir). Üreme, canlıların çok büyük bir kısmında iki şekilde olur: Eşeysiz olarak (amitoz ve mitoz bölünme) ve eşeyli olarak (mayoz bölünme). Mitozla üreyen bir canlı olan amibi düşünecek olursak; bir amipte bulunan DNA, sürekli ve arka arkaya gelen bölünmeler sonucunda, yüz binlerce, milyonlarca hatta milyarlarca defa mitozla bölünme sonucu meydana gelen yeni amiplere aktarılacaktır. Öte yandan, eşeyli üreyen bir canlı da benzer şekillerde DNA materyalini kopyalayarak uzun nesiller boyunca yavrularına aktaracaktır. Unutmamak gerekir ki, eşeyli üreyen canlıların da vücut hücreleri halen eşeysiz olarak, mitoz ile üreyip çoğalmaktadır. Yani elinizi kestiğinizde, açılan yarık, mitoz ile üretilen yeni hücrelerle doldurulur. Dolayısıyla bir canlı doğduğundan itibaren üremeye başlar. Bu üreme, küçük boyutta kendisinin büyümesini ve gelişmesini sağlarken, yaşamının bir döneminde organizma olarak çoğalabilmesini sağlar.
Kanser ve Ölüm
Ancak hücre bölünmesi mutlaka kontrol altında tutulmak durumundadır: Çünkü hücrelerimiz ölmeseydi ve durmaksızın, kontrol dışı bir şekilde bölünselerdi ne olurdu? Kanser! Kanser dediğimiz şey tam olarak bu! Kanser, bir grup hücremizin ölümsüzlük ve vücudun geri kalanından bağımsızlık ilanından ibarettir. Normalde 17. kromozomunuz üzerinde bulunan tp53 isimli bir gen, hücrelerinizin kontrolsüz bir şekilde bölünmesi halinde onları durduran bir proteini üretir. Ancak Evren ve vücudumuz kusursuz olmadığı için, bu gen arada sırada hata yapar ve hücreler kontrolsüz olarak bölünerek tümörlere ve kansere yol açar.
Evrimsel süreçte neredeyse bütün hayvanlarda bu tümör baskılayıcı genin evrimleşmiş olması, kontrollü bölünmenin ve ömür sınırının evrim tarihi için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu geni daha en ilkin çok hücreki atalarımızdan miras almaktayız. Bazı canlılarda bu gen, mutasyonlar nedeniyle daha fazla kopyasının oluşmuş olması gibi çeşitli genetik mekanizmalar nedeniyle daha da başarılıdır. Bu canlılara bir örnek Çıplak Kör Fare dediğimiz türdür. Bu canlıların kansere tamamen ya da ona çok yakın bir düzeyde dirençli olduğu düşünülmektedir.
Telomerler ve Ölüm
Genlerde ölümün izlerini sadece hücre bölünmesinin kontrolünde görmüyoruz. Kromozomlarımızın yapısal özelliklerinde de görüyoruz. Her kromozomumuzun uç kısımlarında telomer adı verilen, kendini tekrar eden gen bölgeleri vardır.
Telomerler çok önemli yapılardır ve temel olarak kromozomların yanlışlıkla birbirlerine yapışmasına engel olurlar. Bu bölgeler öylesine önemlidir ki, insanlar ile şempanzelerin ve diğer maymunların akraba olduğu gerçeğini tartışmaya yer bırakmayan şekilde ispatlamamızı sağlamıştır:
Ancak telomerlerin tek görevi bu değildir. Aynı zamanda, her bir hücre bölünmesi sırasında bu telomer bölgeleri bir miktar kısalır. Bu, hücrelerimizi adeta bir saatli bombaya dönüştürür. Telomerler belli bir kısalığa ulaştıklarında, artık kromozomlar düzgün kopyalanamazlar ve o hücre ölür. Saat dolmuş, bomba patlamıştır. Bu olayın hücrelerin genelinde yaşanması için yeterince süre geçtiğinde, o birey ölecektir. Bunu birazcık irdeleyelim:
Hücre bölünmesi sırasında, DNA'nın çift sarmalının iki şeridi birbirinden helikaz isimli bir enzim sayesinde ayrılırlar. Daha sonra DNA'nın bir tarafı, moleküler/kimyasal yapısından ötürü (burada, şu anda girmeyeceğimiz kadar uzun bir sebeple) hızlı bir şekilde, bir seferde okunup kopyalanabilir. Diğer ucu ise, (yine şu anda girmeyeceğimiz) moleküler yapısından dolayı kısım kısım okunmalı ve parçalar sonradan birleştirilmelidir. Okazaki parçacıkları dediğimiz bu kısmen okunmuş DNA parçalarından üretilen kısa şeritlerin bir uçtan diğer uca kadar üretilmeleri gerekir.
Ancak telomer dediğimiz bu kritik kısımlarda yeterince parçacık bulunamaz ve bu sebeple, bu kısım bölünme sırasında kopyalanamaz. Dolayısıyla her yeni DNA molekülünde, ufak da olsa bir kısım, kopyalanamadığı için eksik olacaktır. Bu da, belirli bir sayıda çoğalmadan sonra DNA'nın fazlasıyla kısalıp, işlev göremeyecek kadar azalması anlamına gelir. Kısaca doğal olarak biz de dahil olmak üzere, canlılarda bulunan her bir hücre, bir saatli bombaya benzetilebilir.
Buna bazı canlılar ve hücreler, bazı önlemler geliştirmişlerdir: telomeraz enzimi. Bu protein yapılı enzim, eşey hücrelerinde, tek hücreli ökaryotlarda (Tetrahymena thermophila gibi), multipotent (çok potansiyelli) kök hücrelerde ve bazı kanser hücrelerinde bulunur. Telomeraz, temel olarak, telomerlerde kalan eksik parçaları tamamlar ve DNA'nın kısalmasına engel olur. Science dergisinin 16 Haziran 1998 tarihli sayısında yayınlanan ve Prof. Bodnar'a ait makalede, normal vücut hücrelerimize telomeraz enzimi eklendiğinde, hücrelerin telomerlerinin kısalmadan sürekli olarak çoğalabildiği ispatlanmıştır. Yani telomeraz enzimi, hücre ölümsüzlüğünde önemli bir adımdır.
Ne yazık ki ökaryotların vücut hücrelerinde (somatik hücrelerde) genetik yapıda bulunmasına rağmen ifade edilmez (expression) ve dolayısıyla telomeraz enzimi üretilemez. Yani etrafınızda gördüğünüz hiçbir çok hücreli ve ökaryotik canlıda, telomeraz enzimi üretilemez; bu yüzden bu canlılar ölümsüzlüğe bir adım daha yakın değildirler. Bu canlılara, bir hayvan türü olarak elbette insan da dahildir.
Yine de tüm hücrelerimiz bu özelliğini yitirmiş değildir. Örneğin insan, ürediği zaman, embriyoda meydana gelen ilk birkaç hücre, çok yönlüdür ve her türlü organa ait hücreye dönüştürülebilir (gerekli fiziksel ve kimyasal ön koşullar sağlanırsa). Bunlara kök hücre dendiğinden söz etmiştik. Bu hücreler, embriyonun ileri dönemlerinde farklılaşır ve özelleşirler ve bu çok yönlülük özelliklerini kaybederler ve tek bir amaca hizmet eder hale gelirler. Örneğin bir çok yönlü hücre, özelleşerek karaciğer hücresi olur ve o şekilde kalır. Karaciğer hücresine dönüşmeden önceki hücre, farklı kimyasallar ve fiziksel koşullarda kalp hücresi de olabilir ve o şekilde kalabilirdi. Bu çok yönlülüğün kaybedilmesiyle birlikte, telomeraz enzimi de kaybedilir. Bunun sonucunda da "saatli bomba" işlemeye başlar. DNA sürekli olarak, her bölünmede kısalır ve insan için ortalama 70-80 yıl sonunda (artabilir ancak genellikle azalmaz) işlev göremeyecek hale gelir.
Mutasyonlar ve Ölüm
Genlerde ölümün bir diğer izini ise biriken mutasyonlarda görmekteyiz. Bir kişinin 3 yıl boyunca genlerinde birikecek spontane mutasyonların sayısı, 30 yıl boyunca birikecek olana göre çok ama çok daha azdır, öyle değil mi? Çünkü mutasyonlar bölünmeler sonucunda da artmakta ve yeni hücrelerde de görülmektedir. Daha uzun yaşayan bir bireyde kaçınılmaz olarak daha fazla mutasyon birikecektir.
Mutasyonlar evrim açısından önemli bir çeşitlilik kaynağı olsalar da, bir yandan da düzeltilememeleri veya doğrudan zarar veren tipte olmaları durumunda canlının işlevini bozarlar. Bu nedenle yeterince uzun süre yaşayan bireylerde hatalı bir mutasyonun hastalığa sebep olarak ölümü getirme ihtimali de istatistiki olarak daha yüksektir. Dolayısıyla ölüm, zararlı mutasyona yakalanma ihtimalimiz ile de genlerimizin yapısına işlenmiş haldedir.
Mekanik Yorulma ve Ölüm
Ayrıca ölümün sebeplerinin fizik kökenli de olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Daha önce de bahsettiğimiz mekanik yorulma sebebiyle bazı organlarımız er ya da geç, ölümsüz olsak bile çalışmalarını durdurabileceklerdir. Kalbimiz, sürekli olarak (dakikada en az 60-80 defa) atmaktadır. Bu, tam olarak daha önce bahsettiğimiz "mekanik yorulma" testi gibidir.
Kalbimiz, embriyolojik dönemde oluşur ve sürekli olarak bir kasılıp bir gevşer. Bu da kalp hücreleri ve genel olarak kalbi oluşturan atomlar üzerinde sürekli ve kesintili bir kuvvet oluşturur. Bu da, tıpkı kumanda örneğinde olduğu gibi, kalbin çalışmasına mekanik bir limit koyar. Kaslarımız, derimiz, organlarımız da benzer şekilde, mekanik olarak yorulurlar ve yapıları gitgide bozulmaya başlar.
İşte biz, Evrim Ağacı olarak bu süreci fiziksel eskime olarak adlandırıyoruz. Buradaki "yaşlılık"tan kasıt, temel olarak yaş fazlalığı değil, vücuttaki parçaların mekanik yorulma sınırlarına erişmesi ve artık işlevlerini düzgün olarak yerine getirememeleri demektir. Bu süre, her canlıda farklılık gösterir.
Ancak doğada gerçekleşen pek çok ölüm, biyolojik yaşlanma (İng: senescense/aging) sebebiyle olur. Çünkü yukarıda açıkladığımız ve telomerlerden ötürü kromozomun tükenmesi durumu, fiziksel yaşlanmadan çok daha hızlı olur ve çoğu zaman çok daha erken gerçekleşir. Bu sebeple, fiziksel yaşlanmayı hızlandıracak bazı hastalıklara sahip olan kişiler haricinde (örneğin kalp kasları olması gerekenden zayıf olan kimseler), genellikle ölümler biyolojik yaşlanma sonucunda olmaktadır. Elbette fiziksel bütünlüğün bozulması (avcının avını parçalaması ya da trafik kazasında vücudunuzun içten ya da dıştan parçalanması gibi), ölümlerin başlıca sebeplerindendir; ancak buna ilerleyen kısımlarda geri döneceğiz.
Buraya kadar doğumun, yaşamın ve ölümün fiziksel ve biyolojik sebeplerinden bahsettik. Şimdi bunların hepsini birbirine bağlayan yaşlılıktan bahsedeceğiz.
Biyolojik Yaşlanma Nedir?
Bu soruya verilecek yarı-felsefi cevap, "Ölmek zorunda olduğumuz için." şeklindedir. Ölmemizin neden zorunlu olduğunu ise yukarıda fizik, kimya ve biyoloji yasaları ile net bir şekilde açıkladığımızı düşünüyoruz. Ancak gelin işin bilimsel kısmına biraz daha derinden göz atalım. İlk olarak, yaşlanmayı doğum ve ölüm ile ilişkilendirmek gerekiyor:
Evren'de fiziksel, kimyasal ve biyolojik süreçlerin hepsi kademeli, en azından belirli bir zaman dilimine dağılmış şekilde gerçekleşmektedir. Her olayın, uzay-zaman bütünlüğüne dağılmış, göreceli bir hızı elbette bulunmaktadır: Örneğin bir çita, bizim için çok hızlı koşuyor olsa da, bir F-16 için hızı önemsenmeyecek kadar yavaştır. Doğada, bizim zaman kavramımıza göre çok hızlı gerçekleşen tepkimeler ya da olaylar olabilir; bir bombanın patlaması gibi ya da hızlı bir yanma tepkimesi gibi. Ancak bu olaylar da, küçük zaman dilimlerine bölündüğünde, aslında kademeli süreçler olduğu görülür.
Discovery Channel'da yayınlanan Time Warp isimli belgesel veya YouTube'un popüler Slow Mo Guys kanalı veya Slow Mo Lab kanalı bunu gösteren güzel kaynaklardır. Yüksek hızlı kameralarla, oldukça anlık gibi görülen bir balonun patlaması bile gözlenecek olursa, aslında sürecin birkaç kademeden ve zaman içerisinde gerçekleştiği görülecektir. Kısaca Evren'de hiçbir şey bir anda olmaz, yeterli zaman aralıklarına bölünürse, her şeyin kademeli ve belirli süreçlerden geçerek olduğu gözlenir.
Öte yandan, örneğin biyolojinin en temel yasası olan evrim, son derece yavaş bir süreçtir. Vücudunuzda besinlerin yakılması, göreceli olarak çok daha hızlı; ancak yine de kademeli bir süreçtir. Büyük bir molekülün yapımı, örneğin bir proteinin yapımı, kademeli bir süreçtir. Asla bir anda olmaz; ancak göreceli olarak hızlı bir şekilde üretilebilir. Örneğin elinizi kestiğinizde pıhtılaşmanın gerçekleşmesi için 10-12 farklı basamaktan oluşan bir kimyasal tepkimeler zinciri meydana gelir (aşağıdaki fotoğrafta basamaklar verilmiştir).
İşte doğumla başlayan ve ölüme giden biyolojik yolculuğumuzda da kademeli bir değişim geçiririz. Aslında yaşlandığımız gerçeğinin var olma sebebi, doğal yollarla bir anda ölmemizin doğa yasalarına aykırı olmasındandır. Bahsettiğimiz sebeplerle, canlıların üreyebilecek kadar gelişmesi gerekmektedir. Üredikten hemen sonra ölebilecek olsalar bile, evrimsel biyoloji sayesinde anlıyoruz ki sadece üremek değil, yavruların geleceğini garantilemek de varlığın sürdürülebilirliğine avantaj sağlamaktadır. Bir yavrunun belirli bir düzeye gelebilmesi de, yine doğa yasalarından ötürü bir anda olabilecek bir şey değildir. İşte tüm bunların ve daha nicesinin etkisi sebebiyle, her canlının yaşamını sürdürmesi gereken bir zaman dilimi bulunmaktadır. Bu zaman dilimi bile, milyarlarca yıldır süren seçilim ve evrim süreciyle belirlenmektedir. Bir canlının, olması gerekenden fazla yaşaması, o popülasyonun eriştiği dengeyi ve doğal kaynakların kullanımını alt üst edecektir. Belki de başlı başına bu sebeple insanın ölümsüzlüğüne ciddi bir şüphe ve endişe ile yaklaşmak gerekmektedir.
Dolayısıyla evrimsel süreçte her canlının yaşadığı genel ortama uygun ömrü olmaktadır. Bu, Dengeleyici Doğal Seçilim (hatırlamak için bu yazımızı okuyabilirsiniz) ile uzun süreler içerisinde ayarlanmaktadır. Bir canlı, yukarıda açıkladığımız sebeplerle var olması gerekenden fazla yaşamamalıdır; ancak aynı şekilde, var olması gerekenden az yaşaması da olumsuzdur. Popülasyonlar, varlıklarını korumak zorundadırlar ve bu üremekten geçer.
İşte doğum ile başlayan ve ölüm ile biten biyolojik yolculuğumuzda bu yüzden gelişim veya yaşlanma olarak adlandırdığımız ara basamaklar zinciri vardır. Bu süreçte vücudumuz belirli bir olgunluğa erişir, bir noktadan sonra ise ölüme doğru değişim başlar. Yaşlanmayı sadece orta yaştan sonra ölmeye doğru olarak düşünmemek gerekir. Bir canlı, doğduğu andan itibaren ölmeye başlar. Ancak sosyokültürel yapımız içerisinde nedense sadece ileri yaşlar ölüm ile ilişkilendirilir.
Neden Yaşlanıyoruz? Yaşlanmanın Evrimsel Kökenleri Nelerdir? Biyolojik Yaşlanma ile İlgili Kuramlar Nelerdir?
Bu noktaya kadar nasıl yaşlandığımızı açıklamadık; çünkü günümüzde bu konuyla ilgili olarak sayısız farklı hipotez ve teori bulunmaktadır. Bu durum, yaşlanmanın neden ve nasıl gerçekleştiği sorularının birbirine harmanlanmasına neden olmaktadır. Bu konuda, bütün bilim dünyasının genel geçer olarak kabul ettiği bir kuram bulunmamaktadır. Buna rağmen konunun tarihine bir bakış atmak, yaşlılığın ve ölümün kökenlerini anlamamıza katkı sağlayabilir.
Daha önce de açıkladığımız gibi, bilim insanları 19. yüzyıla kadar canlıların sadece fiziksel sebeplerle yaşlandıklarını düşünüyorlardı. Nasıl ki kullanılan bir bıçak zamanla eskiyorsa, canlılığın da bu şekilde eskidiği düşünülüyordu. Ancak yine daha önce belirttiğimiz gibi, Termodinamik Yasaları'nın keşfiyle bunun sadece kapalı sistemler için geçerli olduğu, canlılığın kapalı bir sistem olmamasından ötürü dışarıdan aldıklarıyla üretebildiği enerji sonucunda Evren'in bir yasası olan entropi (düzensizlik) artışına lokal olarak karşı koyabildikleri anlaşılmış ve yaşlanma ile ölümlerin temel sebebinin, bizim yukarıda "fiziksel yaşlanma" olarak tanımladığımız kavram olmadığı keşfedilmiştir. Bu sayede "biyolojik yaşlanma" araştırılmış ve evrimsel biyoloji sayesinde cevaplar üretilebilmeye başlamıştır.
Biyolojik Yaşlanma ile ilgili olarak pek çok amaca-yönelik (teleolojik) açıklama yapılmıştır. Ölmemizin bir amaç olarak bulunduğu ileri sürülmüş; ancak yine de Doğal Seçilim ile açıklanmaya çalışılmıştır. Bu açıklamaların en meşhur örneklerinden biri 1889 yılında August Weismann'ın ileri sürdüğü ve ölümün bir varlık amacı olduğunu, diğer canlılara yer açmak amacıyla canlıların öldüğünü iddia hipotezidir.
Daha sonra, 1952 yılında, genetik biliminin 1900'lerde yeniden keşfedilmesi ve hızlanmasıyla birlikte Peter Medawar ilk modern ve bilimsel yaşlılık kuramını ileri sürmüştür. Kuramı, canlıların büyük bir kısmının yaşlılıktan önce, doğal sebeplerle öldüğü gerçeğine dayanmaktadır. Bu yüzden, canlılar üzerinde belirli bir yaştan sonra etkiyecek özelliklerin ortaya çıkması için yeterli zaman bulunmamaktadır. Bu sebeple, milyarlarca yıldır süren seçilim sonucunda, belirli bir yaştan sonra canlıların ölmesi sağlanmaktadır. Bu kurama, Mutasyon Birikimi Kuramı denir. Kurama göre canlı vücudunda meydana gelen mutasyonlar, yaş ilerledikçe birikerek etkilerini göstermeye başlamaktadır. Ancak belirli bir yaştan sonra ortaya çıkan problemler, canlıların çoğu yaşlanmadan öldüğü için, yeterince etkili bir seçilim ile elenmemişlerdir. Bu sebeple biriken mutasyonlar, bir noktadan sonra canlının ölmesine sebep olmaktadır.
Medawar'ın kuramının en güçlü açıklaması şudur ve günümüzde hala pek çok yaşlılık kuramının temelini oluşturur: Evrim açısından bir canlının üreyebileceği yaş çok önemlidir. Canlının bu yaşa erişmesine engel olacak herhangi bir karakteristik, Doğal Seçilim tarafından ciddi bir şekilde elenecektir. Ancak üreme yaşından sonra, canlıyı olumsuz etkileyecek herhangi bir özellik, Doğal Seçilim tarafından bu kadar ciddi bir şekilde elenmeyecektir, çünkü artık birey hayatta kalma mücadelesini başarıyla geçmiş ve üremeyi de başarmıştır. Bu yüzden, üreme yaşından sonra canlıya zarar verebilecek özellikler, Doğal Seçilim ile etkin olarak elenmez ve bir yaştan sonra canlılar, bu elemenin yapılamamış olmasından ötürü yaşlanarak ölmeye başlarlar. Yaşlanmanın temelinde yatan mekanizma, Medawar'a göre budur.
Ancak bu kuramın en ciddi sorunu şudur: Pek çok gen, onlara ihtiyaç olduğu zaman okunmaktadır (gen regülasyonu). Eğer canlıların ileri yaşlarında çalışacak genler varsa ve mutasyonlar sonucunda bu genler etkisiz hale geliyorsa, o zaman en başından neden bu genler canlılarda bulunmaktadır? Medawar'ın kuramı bu noktada hata vermektedir.
Daha sonra 1957 yılında George C. Williams bu kuramı yeniden ele alarak geliştirmiştir. Williams'a göre, yaşlılık, "ölme yaşına gelmekten" ötürü değil, başka sebeplerle canlının ölümüne sebep olmaktadır. Yaşlanmaya başlayan bir birey, onu hayatta tutan özellikleri kaybetmeye başlayacaktır. Örneğin bir canlı, hızını gittikçe kaybedecek, bu da avcıların onu kolay bir şekilde yakalamasına sebep olacaktır. Veya bağışıklık sisteminin çalışması kötüleşecek ve bir hastalık halinde en kolay ölen bireyler yaşlılar olacaktır. Bu gerçeği ortaya koyarak Williams, Medawar'ın yaklaşımını düzeltmiş ve geliştirmiştir.
Zaten 1990 yılında, Medawar'ın mutasyonların birikimi ile ilgili kuramının doğru olmadığı, genetik biliminin daha da gelişmesiyle keşfedilmiştir. Yaşlılıkta devreye giren genler, başlangıçta rastgele mutasyonlar sonucunda oluşmuş olsalar da, hiçbir zaman olmadığı gibi yine bu genler üzerindeki seçilim etkisi, hiçbir şekilde rastgele değildir. Tıpkı Williams ve sonradan gelen bilim insanlarının açıkladığı gibi, yaşlılık üzerinde de çeşitli seçilim mekanizmaları işlemektedir ve bu yüzden, bu yaştaki genler de seçilim ile oluşmaktadır.
Daha sonra Williams, kendi kuramını ortaya atmıştır: Ters Pleyotropi (Antagonistic Pleiotropy). Pleyotropi, bir genin birden fazla özelliği etkilemesine denmektedir. Örneğin tek bir gen, göz rengi ile saç kalınlığını etkiliyor olabilir; çünkü gen dediğimiz yapı, en nihayetinde protein kodlayan bir kimyasaldır ve bu genlerden üretilen proteinler farklı işlerde kullanılabilirler. Williams'a göre bir gen, zıt etkiler yaratabilir; yani erken yaşta faydalı olan bir gen, ilerleyen yaşta zararlı etkiler yaratarak canlının yaşlanmasına sebep olabilir. Bu durumda, Doğal Seçilim canlıların erkenden üreme yaşına ulaşmalarını destekliyor olmalıdır; bu destek, onların erken yaşlanıp, ölmesi demek olsa bile...
1990 yılından sonra gelişen genetik alanındaki teknolojiler sayesinde Williams'ın büyük oranda doğru söylediği keşfedilmiştir. Gerçekten de, erken yaşta faydalı, ilerleyen yaşta zararlı etkileri olan genler keşfedilmiştir. Ancak Williams'ın tahmin etmediği bir durum olarak, bunlar haricinde her yaşta olumlu etkileri olan genler de bulunmuştur. Dolayısıyla Williams'ın kısmen doğru bir açıklama getirdiği düşünülebilir.
Williams'ın kuramının bir diğer açık noktası ise "faydalı" ve "zararlı" tanımının doğada koşuldan koşula oldukça değişmesidir. Bir özelliğin faydalı ya da zararlı olması, ortam koşulları ile birebir ilgilidir. Dolayısıyla önceden bir yargıda bulunmak doğru değildir.
Modern bilimin gelişmesi ile telomerler gibi yapılar ile apoptosis (programlı hücre ölümü) gibi mekanizmaların keşfi sayesinde, yukarıda açıkladığımız kuramların zorlukları daha da net olarak ortaya konulmuştur. Ancak yine modern bilimin gelişmesi ve evrimsel biyolojinin açıklayıcı gücü sayesinde, birçok yeni kuram ortaya atılabilmiştir ve bunlar, öncekilerden çok daha güçlüdürler. Yazımızın başlarında açıkladığımız gibi, ölümlerin var olan kaynakların daha verimli kullanılabilmesi için evrim tarafından desteklendiğine dair grup seçilimi kuramları, günümüzün en güçlü kuramlarıdır ve pek çok veri ile desteklenmektedir. Ayrıca popülasyon genetiği ve evrimleşebilirlik gibi kavramların ortaya atılmasıyla, modern kuramlar çok daha güç kazanmıştır.
Yaşlanma Sebeplerinin Özeti
Günümüzde, neden yaşlandığımıza dair kuramların ortak noktalarını, birkaç madde altında toplamamız mümkündür.
- İlk olarak, canlılarda yaşlılık genleri bulunmaktadır. Bu genler, genellikle üreme yaşını geçtikten sonra aktive olmakta ve canlıların zaman içerisinde yaşlanarak ölmelerine sebep olmaktadır. Bu genlerin varlığı, yukarıda farklı biçimlerde değindiğimiz evrimsel ve doğal sebeplerle açıklanabilmektedir.
- Bazı canlılarda ölüm hormonlar ve sinir sistemi ile kontrol edilmektedir. Somon balığı ya da bazı ahtopot türleri gibi samelpor (bir kere üreyip, ölen) canlılarda bu özellikle görülmektedir. Evrimsel süreç sonunda bu canlılar soylarını üreme sayesinde sürdürmek konusunda özelleşmişlerdir ve yıllarca üreme yaşına erişmek için geliştikten sonra, bir kere ürerler ve ölürler. Buna sebep olan genlerin bir kısmı, evrimsel süreçte samelpor olmayan canlılarda da yaşlanma üzerinde etkisi olabileceği düşünülmektedir.
- Tahmin edildiğinin aksine, besin kaynaklarının sınırlandığı durumlarda canlıların ömürlerinde artış eğilimi görülmektedir. Bu, evrimsel olarak, mümkün olduğunca uzun süre yaşayabilen canlıların varlığının, kıtlık bittikten sonra soyun devam etmesinde avantaj sağladığı için korunduğu şeklinde açıklanmaktadır. Buna Kalori Kısıntısı Etkisi denmektedir. Bu durumda, besinin yeterli bulunduğu zamanlarda canlıların gerekenden uzun yaşaması, popülasyonları (yukarıda açıkladığımız gibi) olumsuz etkileyecektir.
- Progeria ve Werner Sendromu gibi hastalıklar, tek bir genin mutasyona uğraması ile yaşlılığın hızlanması şeklinde görülmektedir. Bu kişilerde, 7-8 yaşında, 60-70 yaşındaki birinin fiziksel görünümüne rastlanır. Bu da, genlerin yaşlanmamızı belirli dönemlerde etkileyen bir özellikte olduğunu göstermektedir.
- Her canlıda, yaşlanmayı belirli süreler geciktirebilecek mekanizmalar bulunmaktadır. Bu mekanizmaların yoğunluğuna ve etkisine bağlı olarak canlılar farklı ömürlere sahip olurlar. Kapsamlı mekanizmalarla ölümü geciktirebilen bir canlı, daha uzun süreler yaşayabilcektir; ancak doğal kaynakların kullanımının dengesinden ötürü üremesi de evrimsel süreçte buna göre kısıtlanacaktır.
Bunlar gibi bazı bilimsel gerçekler, günümüz yaşlılık kuramlarının temelinde yer almaktadır. Şimdi; doğumu, yaşamı ve ölümü birbirine bağlayan yaşlılığı da tanıdığımıza göre, ölüme dönelim ve konuyu toparlayalım:
Ölüm Nedir? Ölüm Tanımları Nelerdir?
Görüldüğü gibi, çeşitli evrimsel ve hatta fiziksel sebeplerle canlılar bir noktadan sonra yaşlanır ve ölürler. Bugüne kadar ölümle ilgili olarak tanımlama yapılmıştır. Bunların her biri, farklı alanlarda önem arz etmektedir. Birkaçına bakacak olursak:
1) Fizyolojik Ölüm
Bu tanıma göre ölüm bir olay değil, bir süreçtir. Yani ölmek, bir çizgi şeklinde yaşam ile ölümü ayırmaz; daha çok yaşam ile ölüm arasındaki bir alan, bir süreç olarak tanımlanır. Bu ölüm tanımına göre,yaşam sinyalleri (vital signs) alımının tamamen durması gerekir. 4 temel yaşam sinyali bulunur:
- Vücut Sıcaklığı (insanlarda normalde 36.5 derecedir)
- Kalp Ritmi (bebeklerde dakikada 100-120 arası, çocuklarda 90-110 arası, ergenlerde 80-100 arası, yetişkinlerde 50-80 arası atım almak gerekir)
- Kan Basıncı (normal olarak sistolik 120, diastolik 80 olmalıdır)
- Solunum Hızı (normalde dakikada 12-20 nefes olmalıdır)
Unutulmaması gereken önemli bir nokta, yukarıdaki değerlerin kişiden kişiye değişiyor olmasıdır. Ancak zaten, ölüm için bunlarda bir anormallik aranmaz; bunların var olmaması gerekir. Fizyolojik ölüm tanımına göre, zaten birbirine bağlı olan bu 4 yaşam sinyalinden biri ya da birkaçının var olmaması, ölümün gerçekleştiğini gösterir. Bu tanıma göre, fizyolojik ölümü gerçekleşmiş biri, tıbbi müdahale ile hayata döndürülebilir. Zaten bu yüzden bu kavrama hayata döndürme (resuscitation) denir.
2) Klinik Ölüm
Bu ölüm tanımına göre kan dolaşımı ile nefes almanın durması gerekmektedir. Bu durum da, kalbin çalışmayı durdurması sonucu oluşur. Klinik ölüm kısaca kalp durması/krizi (cardiac arrest) olarak tanımlanabilir. Kalbi duran birisinin, klinik ölüm geçirdiği söylenebilir. Klinik ölümün gerçekleşmesinden 15-20 saniye sonrasına kadar bilinç kapanmaz. Hatta pek çok insan, bu süre zarfında herhangi bir ciddi sorun yaşamaz.
Klinik ölümün gerçekleşmesinden sonra, omuriliğin zedelenmeye başlamasına kadar, kalbin altında kalan organlar 30 dakika kadar yaşamaya devam ederler. Kontrol altında tutularak vücuttan koparılan kollar ve bacaklar, 6 saat kadar yaşamayı sürdürürler. Kemikler, tendonlar ve deri ise klinik ölümden sonra 8-12 saat daha yaşarlar. Ancak kalpten sonra, en hızlı ölecek organ beyindir. Beyin, kalbin durmasından, yani klinik ölümden sonra 3 dakika içerisinde kısım kısım ölmeye başlar. Ölümünün tamamlanması, durumdan duruma değişiklik gösterebilse de, beyindeki en hassas nöronlara sahip olan ve hafızayla ilişkili olan hipokampus bölgesi 10 dakika oksijen alamadıktan sonra tamamen ölür.
3) Yasal Ölüm
Yasalara bağlı olarak ülkeden ülkeye bu tanım değişse de, temel olarak, bir hastayı kurtarmak adına denenebilecek, elde bulunan bütün tıbbi ve bilimsel yöntemler tükendiğinde, hasta halen klinik ölüm halindeyse, yasal olarak ölümünün gerçekleştiği söylenir.
4) Beyin Ölümü
Beyin ölümü, beyni ve sinir sistemi olan canlılarda, ölümün gerçekleştiğini belirtmenin faydalı yollarından biridir. Bir canlı, hücreler yığınıdır ve bu hücreler, bir araya gelerek doku ve organları oluştururlar. Beyin, bu organları kontrol eden organın adıdır. Dolayısıyla beyin ölümü gerçekleşen bir canlıda, vücudun geri kalanının herhangi bir özelliği kalmayacaktır.
Ancak burada kafa karıştıran nokta şudur: Beyin ölümünün gerçekleşmesi, vücudun tamamen öldüğü anlamına gelmez. Tıbbi olarak makinalar aracılığıyla birey canlı tutulabileceği gibi, bu makinalara başvurulmasa da beyin ölümünden sonra saatlerce vücudun farklı noktalarındaki hücreler, bireysel olarak yaşamaya devam edeceklerdir. Dolayısıyla beyin ölümü, bir organizmanın bütün parçalarıyla birlikte öldüğünü değil, artık eskisi gibi bir bütün olarak yaşamasının olanaksız olduğunu gösteren ölüm tanımıdır.
Dediğimiz gibi, beyni ve sinir sistemi olan, özellikle de çok hücreli canlılarda kullanılması son derece işlevsel ve faydalı olan bir tanımdır. Yukarıda tanımlananın yanısıra, pek çok yasa ölümün beyin ölümüyle birlikte gerçekleştiğini kabul eder. Beyin ölümünün gerçekleşmesi için şu semptomlar aranır:
- Acıya tepkisizlik
- Yüz kaslarında tepkisizlik
- Göz bebeğinde (pupil) tepkisizlik
- Okulosefalik refleksin yitirilmesi (kafa hareket ettirildiğinde gözlerin sabitlenmemesi durumu)
- Korneal refleksin yitirilmesi (göze cisim yaklaştırıldığında gözkapaklarının refleksif olarak kapanmaması durumu)
- Kalorik refleks testine cevap vermeme (kulağa kanalına enjekte edilen suya refleksif olarak tepki verememe durumu)
- Spontane nefes almanın sona ermesi
5) Biyolojik Ölüm
Canlılar, tek bir hücreden oluşabilecekleri gibi, trilyonlarca hücrenin bir araya gelmesinden de oluşabilirler. Yukarıda açıkladığımız beyin ölümü, beyni ve sinir sistemi olmayan canlılar için geçerli değildir. Tek hücreli bir canlı için; ya da bir çok hücreli canlı içerisinde bulunan, bireysel bir hücre için ölüm tanımı ayrı olarak yapılmalıdır.
Biyolojide, genel olarak kabul edilen ölüm tanımı, bir organizmanın, bünyesindeki tüm hücrelerle birlikte işlev göremeyecek şekilde bütünlüğünün bozulması olarak tanımlanır. Dolayısıyla bu tanıma göre beyin ölümü, fizyolojik ölümü veya klinik ölümü gerçekleşmiş bir canlı, daha saatlerce biyolojik olarak ölmez; çünkü vücudundaki hücreler yaşamaya devam ederler. Ne zaman ki bünyedeki son hücre de, fizyolojik ve biyokimyasal işlevini yürütemeyecek şekilde dağılırsa, o zaman biyolojik ölümün gerçekleştiği söylenir.
Ölümü biyolojik olarak ele alacak olursak, 4 aşamada incelememiz mümkündür: Çöküş (descent), Sistem İflası (system collapse), Ölüm (mortification), Eskime (expiration).
Ölüm ve "Ölüm-Sonrası"
Bildiğimiz üzere ölümle ilgili pek çok felsefi ve özellikle dini betimleme yapılmıştır. Bunların kökeninde genel olarak "yok olma korkusu" ve "emeklerin boşa gitmesi endişesi" bulunur. Bu anlaşılır bir endişe olsa da, bilimsel gerçekleri "endişelerimiz" üzerinden analiz etmemiz doğru olmaz. Bilim veri, deney, gözlem ile yapılır. Bunlardan gelen bilgiler olmaksızın bir şeyleri sırf öyle istediğimiz için doğru varsaymak bilimsel olarak hataya düşmemize neden olacaktır. Bunun nedenlerini boş hipotez ile ilgili yazımızdan okuyabilirsiniz.
Dolayısıyla ölüme ve nedenlerine dair somut ve makul tanımlar yapmak istiyorsak, ona da katı bir bilimsellik ile yaklaşmak zorundayız. Yani nasıl ki kimse "biri doğum yapacak" diye endişelenmiyorsa ve bununla ilgili efsanevi hikayeler uydurmuyorsa veya "doğum-öncesi"ni anlatan ve sağlayan mitolojik karakterler betimlemiyorsa, "ölüm-sonrası" ile ilgili de hikayelerle teselli bulmak yerine, konuya bilimsel ve tarafsız olarak yaklaşmak gerekir. Gelin size bu çerçevede ölüm-sonrasının nasıl bir "his" olacağına dair beklentilerimizi anlatalım:
Ölümden sonrasını tanımlamak için birçok mitolojik hikaye üretilmişse de, bu çaba oldukça abes bir çabadır. Çünkü ölümden sonra hissedeceklerimiz, doğmadan önce hissettiklerimiz ile aynıdır. Bu makuldur; çünkü bilincimizin aktif olmadığı bir zaman diliminde, o zaman dilimine dair benliğe dayalı bir izah getirmemiz imkansızdır. Bilinç olacak ki, bilincimizin neyi algıladığını kelimelerle ifade edebilelim. Ölümden sonrasından bahsederken, bilincin işlevini yitirdiği bir zamandan bahsediyoruz. Dolayısıyla hayattayken deneyimlediğimiz hislere benzer şeyler deneyimlemeyi beklememiz mümkün değildir. Hatta en isabetlisi şudur: Ölümden sonra hiçbir şey deneyimlememiz mümkün değildir! Öldüğümüzün farkında bile olmayacağız! Bu farkında olmayışın da farkında olmayacağız! Nasıl ki üst düzey bilinci öz farkındalık, yani "bilincinin farkında olduğunun farkında olma" ile tanımlamaktayız; ölümü de "farkında olmadığının bile farkında olmamak" şeklinde tanımlamamız mümkündür. Dolayısıyla ölümden sonra korku, acı, üzüntü, keder, özlem gibi anıları beklemek yersizdir. Bunları işleyebilecek nöronlar ve bilinç bulunmayacaktır.
Bu bakımdan ölümü, uzatılmış ve geri dönülmez uyku hali olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanım tamamen bilimsel değildir; çünkü uyku halinde beynimiz halen aktiftir; hatta kimi zaman uyanık olduğumuzdan bile daha aktif olabilmektedir. Ölümde ise beyin tamamen aktivitesini yitirmiş olacaktır. Ancak uyku sırasında da bilince giden sinir yolakları susturulduğu için, geçici bir ölüm hali simüle edilmektedir diyebiliriz. Aşağıdaki karikatür bunu enfes bir şekilde özetlemektedir:
Şimdi bunu size daha da deneyimletmemize izin verin: Sizden istediğimiz, uyuduğunuz ancak rüya görmediğiniz bir anı hatırlamaya çalışmanızdır. O anda hangi pozisyonda yattığınızı veya saatin kaç olduğunu veya vücudunuzdaki herhangi bir değişimi, hatta genel olarak herhangi bir şeyi hissetme durumunuz hemen hemen hiçbir zaman söz konusu değildir. Çünkü beyin, duyu organlarından gelen ve belirli bir eşiğin altında kalan pek çok uyarıya karşı tepkilerini kapatmış ve kendini uyku sırasında yapması gereken işlere vermiştir. Bu konuyla ilgili detaylı bilgileri uyku makalemizden alabilirsiniz.
O anda sizin için, en azından algı boyutunda, pek çok işleviniz kapalıdır ve uyandığınızda o anları çok büyük bir çoğunlukla asla hatırlayamazsınız. Benzer şekilde, şoka ve komaya giren insanlar da bunu yaşarlar. Kısaca, beynin uyku ve hatta uyku-altı döneme geçmesiyle, algılarda ciddi bir azalma olmaktadır. Elbette, uyku halindeki birine bağırır, dürter, ıslatır, yakar ya da herhangi bir ciddi uyaranda bulunursanız, beyin hızla kendini açacak ve algılarınızı geri kazandıracaktır. Zaten yukarıdaki tanımda "geri döndürülemez" kalıbını eklememiz bu yüzdendir.
Ölüm de, uykuya az çok benzer şekilde, sonsuz bir "algısızlık" halidir; tabii ki uykunun birkaç adım ötesinde, algı kaybına, vücut bütünlüğünün dağılması da eklenir, çünkü uyku halinde biyokimyasal aktivite sürer; ancak ölüm durumunda bu düzen de bozulur. Uykuda, hemen her zaman geri dönüş imkanı varken, ölüm, geri döndürülemez bir uyku halidir ve uykudan daha da "derin"dir.
Aslında bu açıdan bakılacak olursa, burada bir "neden-sonuç ilişkisi yanılgısı" olduğu fark edilecektir: Ölümden dolayı hayat sona ermez; hayatın sona ermesine ölüm denir. Bu farka dikkat etmekte fayda var; çünkü hayat, bir "amaç" değildir; ölüm onu "yarıda kesmez". Hayatın sona ermesi normal, doğal bir olgudur ve bu sona erdiği noktaya ölüm deriz. Bunun üzerinde biraz kafa yormanızı tavsiye ederiz.
İşte bu "derin ve geri döndürülemez uyku" halinde, beyninizin tüm algıları ve temel olarak işlevleri sona erdiği için, bir daha asla geri döndürülemezsiniz ve asla herhangi bir başka şeyi deneyimleme şansınız kalmaz. İşte bu ölümün gerçekleşmesiyle, birkaç sene önce içerisinden geldiğiniz doğaya dönüşünüz tamamlanmış olur.
Sonuç
Uzun lafın kısası, ölüm, hayatın bir gerçeğidir ve korkmayı gerektirecek hiçbir unsur içermez. İnsanoğlu, var oluşuyla ilgili olağanüstü emeller belirleme çabasında olduğu için, hayatı aşırı yüceltmiş, hayatın "çöküşü" olan ölüm de, bu sebeple katlanarak korkutucu bir hal almıştır.
İnsanın ölüm korkusu, biraz da hayatını, ölümü ve daha genel anlamıyla "kendisini" yüceltme arzusundan ileri gelmektedir. Ölmeyi kendimize yediremeyiz; çünkü "varızdır" ve bu varlık halini sonsuza kadar sürdürmeye layık olduğumuzu düşünmeye meyilliyizdir. Bu nedenle insanlar ölümü, "sonsuz bir yokluk" olarak algılamaktansa, "yüce bir kavuşma" olarak görmeyi tercih ederler; bu da evrimsel sebeplerle akıl sağlığının korunması için mantıklıdır.
Ancak 21. yüzyılda, gelişmiş bir düşünce yapısına sahip biri, zaten argümanın kendisinin yanlış olduğunu bilimsel yöntemlerle algılayabilecektir: Ölüm, "sonsuz bir yokluk" değildir; çünkü yokluğu algılayabilecek bir beyniniz dahi var olmayacaktır. Dolayısıyla, öldükten sonra eğer muhtemelen kendinizi "kapana sıkışmış", "yalnızlığa gömülmüş", vb. şekillerde hissetmeyeceksiniz. Tam tersine, hiçbir şey hissetmiyor ve hissedemiyor olacaksınız. Dahası, hissedemediğinizin de farkında olmayacaksınız.
Ölümle ilgili mitlerin büyük çoğunluğunda insanın bilinci ile bedeninin birbirinden bağımsız kavramlar olduğu yanılgısı yatmaktadır. Dolayısıyla ölüm geldikten sonra bilincin (ya da antik tabiriyle "ruh"un) yaşamaya devam edeceğine inanılmaktadır. Ancak böyle bir şeyi doğru varsaymak için bilimsel olarak geçerli ve yeterli hiçbir sebep bulunmamaktadır. Dahası, bunu fark eden birinin ölümden korkması için hiçbir sebep kalmayacaktır.
Ölüm bir son veya bir başlangıç değildir. Ölüm, varlığın durmak bilmez süreğenliğindeki parçalardan bir diğeridir. Evren için özel bir yeri, anlamı, değeri yoktur.
doi: 10.47023/ea.bilim.86
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
İçerikle İlgili Sorular
- Ölüm nedir ve ölüm sırasında ve sonrasında vücudumuza ne olur?
- Güneş sisteminin dışarısında hayatta kalabilecek bir ortamda yaşayabilseydik hala yaşlanıyor olur muyduk?
- Manyetizma atoma kesilmeden devamlı mı etki eder yoksa çok küçük aralıklarla kesilerek devamlı mı etki eder?
- 33
- 14
- 13
- 9
- 9
- 7
- 7
- 5
- 3
- 3
- 1
- 1
- L. Zimmerman. Must All Organisms Age And Die?. (16 Eylül 2013). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: MIT | Arşiv Bağlantısı
- A. D. N. J. de Grey. Life Span Extension Research And Public Debate: Societal Considerations. (21 Aralık 2007). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: De Gruyter | Arşiv Bağlantısı
- M. S. Hossain, et al. (2010). Concepts Of Death: A Key To Our Adjustment. Illness, Crisis & Loss. | Arşiv Bağlantısı
- The McGraw-Hill Companies. Additional Lifespan Development Topics. (1 Temmuz 2019). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: The McGraw-Hill Companies | Arşiv Bağlantısı
- M. S. Hossain. (2009). Facing The Finality - Death And Adjustment Hypotheses. ResearchGate. | Arşiv Bağlantısı
- A. Weismann. (1891). Essays Upon Heredity And Kindred Biological Problems. Yayınevi: Clarendon Press.
- E. B. Edney. (1968). Evolution Of Senescence And Specific Longevity. Nature, sf: 281-282. | Arşiv Bağlantısı
- S. Sadedin. According To The Theory Of Evolution, Why Do We Die? Not How We Die, But Either Why It Is More Advantageous To Die Or Why It's Impossible To Circumvent Death Despite The Inclination To Survive.. (19 Eylül 2017). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: Quora | Arşiv Bağlantısı
- T. Hills. Why Do We Die?. (18 Mart 2017). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: Psychology Today | Arşiv Bağlantısı
- M. Shermer. The Science Of Why We Can’t Live Forever. (6 Mayıs 2019). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: Big Think | Arşiv Bağlantısı
- I. Rosofsky. A Problem For Darwin: Why Do We Age And Die Rather Than Live Forever?. (7 Mart 2009). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: Psychology Today | Arşiv Bağlantısı
- J. R. Thorpe. Why Do We Die? The Answer Is More Complex Than You Think. (15 Haziran 2015). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: Bustle | Arşiv Bağlantısı
- J. Carey. Biology Of Death. (4 Temmuz 2008). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: EvMed Review | Arşiv Bağlantısı
- T. Radford. Why Do We Die?. (28 Nisan 2008). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: The Guardian | Arşiv Bağlantısı
- F. Heylighen. The Evolutionary Causes Of Aging And Death. (4 Nisan 1997). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: Vrije Universiteit Brussel | Arşiv Bağlantısı
- N. Wade. Why We Die, Why We Live: A New Theory On Aging. (15 Temmuz 2013). Alındığı Tarih: 1 Temmuz 2019. Alındığı Yer: The New York Times | Arşiv Bağlantısı
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/12/2024 15:03:20 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/86
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.