Antropolojiye Giriş: Antropoloji Hakkında Bilmeniz Gereken Her Şey!
Randy Haas, Peru'da bulunan And Dağları'nda 9 bin yıl önce ölmüş ve av malzemeleriyle gömülmüş bir insanın iskeletine rastlar. İskelet, genç bir kadına aittir ve beraberinde bazı sorular getirir; insanlık tarihi boyunca gerçekten yalnızca erkekler mi avlanmıştır?[1]
Daniel Miller, Brezilya, Kamerun, Şili, Çin, İrlanda, İtalya, Japonya, Doğu Kudüs ve Uganda dahil olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde insanların akıllı telefonlarını nasıl kullandıklarını araştıran küresel bir araştırma ekibinin bir üyesidir. Araştırma, akıllı telefonların farklı kültürel bağlamlarda yerine getirdiği fonksiyonları aydınlatmayı hedeflemektedir. İrlanda'ya odaklanan Miller da akıllı telefonlarımızın bireysel bir avatara dönüştüğünü; telefonu kullanan kişinin sosyal kimliğinin ifade edilmesinde ve canlandırılmasında rol oynadığını öne sürer.[2]
Michelle Brown, zamanının büyük bir kısmını Uganda'da bulunan bir koruma kampında yaşayan Mavi Maymunları (Cercopithecus mitis), Kırmızı Kuyruklu Maymunları (Cercopithecus ascanius) ve Babunları (Papio papio) gözlemleyerek geçirmektedir. Brown, bu maymunların yiyecek bulma ve iletişim kurma şekillerini, birbirleri arasında çıkan kavgaları kayıt altına almaktadır; hormon düzeylerini, bağırsak parazitlerini ve DNA'larını analiz edebilmek amacıyla idrar ve dışkı örneği bile toplar. Brown'ın bir amacı vardır. Brown, primatların birey ve grup olarak çevrelerinde bulunan çeşitli yiyeceklere ulaşmak konusunda ne tür bir rekabet içinde olduğunu anlamak, asırlardır sorulan bu soruya bir cevap vermek istemektedir.[3]
Peki bu kadar çeşitli ve farklı çalışmaları, yöntemleri ortak bir alanda buluşturacak ve tüm bunlara bir isim, bir çatı verecek disiplin nasıl olmalıdır? Antropoloji, bir alan olarak bu ihtiyaca cevap vermektedir. Tüm bu alanları bir ortak paydada buluşturması da antropolojiyi oldukça geniş ve kapsamlı bir alan haline getirir.
Antropoloji veya insan bilimi, temel doktrinlerin yanında bir dizi araştırma tekniğini içermekte; kültürü belirli çevresel ve tarihi koşullar çerçevesinde gelişmiş, karmaşık ve bütünlükçü bir olgu olarak ele alır. Dolayısıyla antropoloji, bir bireyin varsayımlarını ve değer olarak kabul ettiği olgulara yönelik tartışmalı sorular yöneltmekten de geri durmaz. Antropoloji, bu sorularla sahip olduğumuz kimi önyargıları yıkmayı ve geçmişimize ışık tutmayı hedefler. Amaç, insanlık deneyimini pek de aşina olmadığımız veya bizi rahatsız eden taraflarını göz ardı etmeksizin tümüyle incelemektir.
Bir antropolog, kendi kültüründen son derece farklı kültürlere sahip insanların bilimsel bir temsilini oluşturabilmek için birçok farklı araştırma stratejisine başvurur. Bu çerçevede antropologlar, insan eylemlerini ve fikirlerini incelerken tarafsızlıklarını koruyabilmek adına kişisel görüşlerini bir kenara bırakabilmeli ve açık fikirli olmalıdır. Ancak bu, bireyin değer atfettiği unsurları tamamen rafa kaldırması gerektiği anlamına gelmemektedir. Bir antropolog, başka insanların dünyaya nasıl baktığını anlamak için sahip olduğu değerleri kısa süreliğine unutabilmeli ve herhangi bir yargıda bulunmaktan kaçınabilmelidir.
İnsan Bilimi
Antropoloji o kadar büyük bir alandır ki, her konu ile ilgilendiği söylenebilir. Bu devasa boyut ve çalışma alanının genişliği, antropolojiyi eşsiz kılar. Örneğin sanat ve temel bilimler gibi disiplinlerin çatısı altındaki her bir alan, sosyal yaşamımızın veya fiziksel bir olgunun belirli bir alanına odaklanmaktadır. Ekonomistler ekonomi çalışır, din insanları din çalışır, çevrebilimciler çevre, biyologlar ise yaşayan organizmaları çalışırlar. Ancak antropolojinin öznesi insandır ve bu alan insanlığın geçmişini, düşüncelerini, faaliyet ve organizasyonlarını akla gelebilecek tüm detaylarıyla zaman ve uzam boyutunda inceler. Bu nedenle antropologlar, örnek olarak verilen tüm bu alanlara da girmekte ve bu disiplinlerle ortak çalışmalar yürütmektedir.
İnsanlık olarak bizler, yalnızca akıl ve bedenimizle algılayabildiğimiz sosyal ve doğal dünyalar ile etkileşim kurabiliriz. Astronomi ve botanik gibi duyu organlarımızla kolay kolay algılayamayacağımız alanlar da yine duyu organlarımız ve bilişimiz sayesinde inceleyebildiğimiz alanlardır. Antropoloji, bu çerçevede bu kısıtları da göz önünde bulundurarak ilgili toplumları zaman ve uzam boyutlarıyla incelemektedir.
Bu noktada aklımıza bir soru gelmektedir. Eğer antropoloji, her şeyin insan tarafını çalışıyorsa siyaset, din ve ekonomi başta olmak üzere diğer tüm sosyal disiplinleri de içeriyor diyebilir miyiz? Bu sorunun cevabı biraz karmaşıktır. Antropologlar genellikle multidisipliner çalışmalar yürütürler; yani araştırma ve eğitimleri antropoloji disiplini içinde kabul edilirken diğer araştırmacı ve profesörlerle iş birliği içinde çalışırlar. Ancak diğer disiplinlerde çalışan araştırmacı ve profesörlerin konuya yaklaşımları, bir antropoloğun yaklaşımından farklıdır. Bir antropoloğun yaklaşımını farklı kılan unsur, antropolojinin temel yapı taşlarından birisidir. Antropoloji, alan olarak insanlığın hikâyesini anlatmaya çalışır. İnsanlığın hikâyesi ve bu hikâyeye katkıda bulunan tüm araştırma ve araştırmacılar bu disiplini oluşturur. Antropolojinin merkezi konumunda bulunan bu hikâye, diğer disiplinlerin elde ettiği içgörülerin bir karmaşık insan portresinde birleştirilebilmesini mümkün kılar. Antropoloji her şey değildir, ancak her şeyin içindedir.
Antropolojinin Kalbi: İnsanlığın Hikâyesi ve Araştırma Odakları
Antropologların insan yaşamının her alanına dair anlatacak bir hikâyeleri vardır ve harika hikâye anlatırlar. Anlattıkları hikâyelerinin tümünün merkezinde ise bir temel hikâye yer alır, insanlığın hikâyesi. Son derece geniş ve karmaşık olan bu hikâye, insanlığın başından geçen olayları ve insanların sahip olduğu özellikleri birbiriyle ilişkilendirerek açıklar. Hikâyeler, türü gereği hayal ürünü de olabilir, gerçeklere de dayanabilir. Antropolojinin kalbinde yer alan hikâye ise elbette gerçek bir hikayedir; insanlığın kökeni ve gelişiminin yanında çağdaş yaşamımızın temellerine ışık tutar. Hikâyenin ilk cümlesi ise şöyledir:
İnsanlar, geniş bir çevresel ve tarihî koşullara uyum göstermek amacıyla bir arada çalışmış, esnek biyolojik ve toplumsal özellikler geliştirmiş ve çok çeşitli kültürler oluşturmuşlardır.
Bu hikâyenin üç yönü, antropologların temel araştırma odaklarını oluşturmaktadır. Bilimsel literatürde araştırma odağı, herhangi bir disipline bağlı bulunan akademisyenlerin tanıdığı ortak bir amacı ifade eder.
Evrim Ağacı'nın çalışmalarına Kreosus, Patreon veya YouTube üzerinden maddi destekte bulunarak hem Türkiye'de bilim anlatıcılığının gelişmesine katkı sağlayabilirsiniz, hem de site ve uygulamamızı reklamsız olarak deneyimleyebilirsiniz. Reklamsız deneyim, sitemizin/uygulamamızın çeşitli kısımlarda gösterilen Google reklamlarını ve destek çağrılarını görmediğiniz, %100 reklamsız ve çok daha temiz bir site deneyimi sunmaktadır.
KreosusKreosus'ta her 10₺'lik destek, 1 aylık reklamsız deneyime karşılık geliyor. Bu sayede, tek seferlik destekçilerimiz de, aylık destekçilerimiz de toplam destekleriyle doğru orantılı bir süre boyunca reklamsız deneyim elde edebiliyorlar.
Kreosus destekçilerimizin reklamsız deneyimi, destek olmaya başladıkları anda devreye girmektedir ve ek bir işleme gerek yoktur.
PatreonPatreon destekçilerimiz, destek miktarından bağımsız olarak, Evrim Ağacı'na destek oldukları süre boyunca reklamsız deneyime erişmeyi sürdürebiliyorlar.
Patreon destekçilerimizin Patreon ile ilişkili e-posta hesapları, Evrim Ağacı'ndaki üyelik e-postaları ile birebir aynı olmalıdır. Patreon destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi 24 saat alabilmektedir.
YouTubeYouTube destekçilerimizin hepsi otomatik olarak reklamsız deneyime şimdilik erişemiyorlar ve şu anda, YouTube üzerinden her destek seviyesine reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. YouTube Destek Sistemi üzerinde sunulan farklı seviyelerin açıklamalarını okuyarak, hangi ayrıcalıklara erişebileceğinizi öğrenebilirsiniz.
Eğer seçtiğiniz seviye reklamsız deneyim ayrıcalığı sunuyorsa, destek olduktan sonra YouTube tarafından gösterilecek olan bağlantıdaki formu doldurarak reklamsız deneyime erişebilirsiniz. YouTube destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi, formu doldurduktan sonra 24-72 saat alabilmektedir.
Diğer PlatformlarBu 3 platform haricinde destek olan destekçilerimize ne yazık ki reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. Destekleriniz sayesinde sistemlerimizi geliştirmeyi sürdürüyoruz ve umuyoruz bu ayrıcalıkları zamanla genişletebileceğiz.
Giriş yapmayı unutmayın!Reklamsız deneyim için, maddi desteğiniz ile ilişkilendirilmiş olan Evrim Ağacı hesabınıza üye girişi yapmanız gerekmektedir. Giriş yapmadığınız takdirde reklamları görmeye devam edeceksinizdir.
Araştırma Odağı 1: Sosyokültürel Çeşitliliğin Aydınlatılması
Hikâyede de değinildiği üzere çeşitli toplumsal ve biyolojik baskılar altında bulunan insanlar, çeşitli kültürler oluştururlar. Antropologlar da "Bir insan hayatını nasıl yaşamalı?", "Nasıl bir yaşam ahlaki açıdan daha üstündür?", "Nasıl mutlu olunur?" gibi soruları rafa kaldırarak kendilerini insan yaşamının çeşitliliğini tanımlamaya ve anlamaya adar. Peşin hükümleri bir kenara bıraktığımızda dünyanın her bir köşesinde yaşayan insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere belirli kültürler yarattığını görürüz. Antropologlar da bu noktada farklı kültürlerin hepimizin karşı karşıya olduğu hayatta kalmak, toplumsal bütünlüğün sağlanması ve anlam arayışı gibi mücadelelere nasıl cevaplar verdiğini bulmaya çalışır.
Bugün ne giyiyorsunuz? Belki bir t-shirt, kot pantolon ve spor ayakkabı giyiyorsunuzdur. Belki üzerinizde bir tunik ve tayt vardır. Terlik giyiyor da olabilirsiniz. Peki ya çevrenizdeki insanlar? Bornoz ve pofuduk terlik mi giyiyorlar? Bir gece elbisesi ve stiletto? Tüm bu kıyafet seçeneklerine, hangisinin nerede ve ne zaman giyileceğine (ve ne zaman giyilmeyeceğine) yönelik bir fikrimiz var. Ancak bu noktada bu fikrimizi ne oluşturuyor? Normal dediğimiz davranışların temelinde ne var? Üzerinizdeki kıyafetlerin bulunduğunuz ortama uygun olduğunu düşünebilirsiniz, peki bu bilgiyi nereden edindiniz?
Örneğin birçok ülkede üniversite öğrencileri, derslerine rahat pantolonlar veya etekler, gömlek gibi yarı-resmî kıyafetlerle gelmektedir. Bununla beraber Ganalı üniversite öğrencilerinin birçoğu, yırtık kot veya tayt ile derse gelmeyi akıllarından bile geçirmezler; zira bu denli rahat bir kıyafet, kültürlerinde saygısızlık olarak değerlendirebilir. Amerikan öğrenciler ise kendi kültürlerine uygun olarak rahatlığı şıklığa tercih etmektedir. Öyle ki Amerikanların ofis ortamlarında bile tüm çalışanların istediği kıyafeti giydiği "Rahat Cuma" benzeri gelenekler oluşmuştur. Afrika'nın batısında bulunan Gana'da ise böylesi bir gelenek tutmamıştır; ancak Çin'den ithal edilen ürünlerin Gana bölgesine özel tekstil endüstrisini tehdit etmesi, Ganalı ofis çalışanlarını "Ulusal Kıyafet Cuması" adını verdikleri farklı bir gelenek oluşturmaya itmiştir. Ganalı çalışanlar, cuma günleri kendi terzilerinin diktiği kıyafetleri giymektedir.
Peki, bu yollardan hangisi daha iyidir? Amerikanlar gibi her cuma rahat kıyafetler giymek mi, Ganalılar gibi her cuma geleneksel kıyafetler giymek mi? Rahat giyime düşkün Amerikanlar için Rahat Cuma elbette harika bir gelenektir. Ulusal Kıyafet Cuması ise Ganalılara duydukları kültürel gururu sergilemeleri, yerel ekonomilerini desteklemeleri için benzersiz bir fırsat sunmaktadır.
Antropologlar, herhangi bir tarafın bir diğer tarafa üstün olmadığını bilir. Yalnızca kültürler arası farklılıkları çalışmakla kalmaz, herhangi bir kültüre içkin deneyim ve bakış açısı farklarını da çalışırlar. Örneğin, kıyafetlerinizi nasıl alıyorsunuz? Hiç ikinci el bir kıyafet satın almışlığınız oldu mu veya ikinci el kıyafet satın alan birilerini tanıyor musunuz? Bir üniversite öğrencisinin bir vintage kıyafet dükkanından aldığı, yaşlı bir askerin eskittiği bir trençkot, bu öğrencinin favori montu olabilir. Bu üniversite öğrencisinin gün görmüş annesi ise bu tercihe karşı çıkarak yeni bir mont almak isteyebilir. Yaşını almış ve ekonomik kriz görmüş insanlar, ikinci el kıyafet giymeyi çektikleri zorluklarla ilişkilendirerek konuya daha mesafeli yaklaşabilirler. Daha genç nesiller ise ikinci el kıyafeti standart modanın dışında, tarz ve ucuz bir giyim alternatifi olarak görmeye daha meyillidir. Tüm bu insanlar, aynı kültürü paylaşmalarına karşın toplumsal rolleri ve deneyimleri çerçevesinde kültürlerini farklı şekillerde yorumlamakta ve bazen esnetmektedir. İlgili kültürel normlar da esneyerek zaman içinde değişebilir.
Gana'da ikinci el kıyafetlerin birçoğu büyük balyalar halinde Amerika ve Avrupa'dan ithal edilir; yerel satıcılar tarafından satın alınır ve pazar stantlarında satışa sunulur. Amerika veya Avrupa'dan Gana'ya gelen insanlara obruni, ikinci el kıyafetlere ise obruni wawu adı verilmektedir. Obruni wawu tümcesinin ise bir başka anlamı daha vardır, "Yabancı biri öldü." Zira Ganalılar, yaşayan hiçbir insanın bu denli güzel kıyafetlerden bile isteye vazgeçmeyeceği varsayımındadır. Birçok Ganalı, bu pazar stantlarında satılan ikinci el kıyafetleri büyük bir heyecanla karıştırır, tanınan markaları arar veya kendi tarzlarını oluşturmaya çalışır. Ancak bu durum tüm Ganalılar için geçerli değildir. Kimi Ganalılar, obruni wawu fenomenini fakirlik ile ilişkilendirmekte; kıyafetlerin satıldığı stantlara göz atan müşterilerin daima eğilmesi sebebiyle bu stantları "belden aşağı butik" ismiyle anmaktadır.
Tüm kültürler, kıyafet olgusunda da gözlemleyebildiğimiz gibi barınma, gıda, aile yapısı, iş örgütlenmesi ve hayatın anlamı gibi ortak mücadelelere farklı çözümler getirir. İnsanlar da hayatları boyunca kendi kültürel normları konusunda birçok tartışmaya taraf olur. Antropoloji de bu çerçevede barınma, gıda gibi ortak insan mücadelelerine cevaben oluşturulan bu çeşitli çözümleri ve bu çözümlerin yanında her bir kültürde bulunan tezat bakış açılarını belgelemeye ve anlamlandırmaya çalışır.
Araştırma Odağı 2: Toplumlar Nasıl Bir Arada Kalıyor?
Vücudumuzun beyin, kalp, karaciğer, iskelet vb. gibi parçalarının bir arada çalışması gibi toplumun da ekonomi, politik sistem, din, aile gibi yapıları bir arada çalışır. Antropologlar da buna bağlı olarak toplumun bir boyutunda yaşanan değişikliklerin beklenmedik şekillerde diğer boyutları da etkilediğini sık sık gözlemlemektedir. Örneğin Gana'da bulunan çiftçiler, sömürge döneminde ithal etmek üzere kakao yetiştirmeye başladıklarında yaşanan zirai değişim, erkeklerin nakit para getiren ürünlere odaklanması ve kadınlara ise ailelerinin tüketeceği ve yerel pazarlarda satılacak bitkilerin bırakılması ile sonuçlanmış ve cinsiyet ilişkilerinde büyük kaymalara sebep olmuştur. Erkekler kakao ticaretinin faydalarını görmeye başladıkça erkek ve kadın arasındaki ilişkiler giderek daha eşitsiz bir hal almıştır.
Antropologlar, insan hayatını oluşturan bileşenlerin kültürlerin ayırt edici özelliklerini oluşturmak üzere bir araya gelmesine bütüncülük (holizm) adını verir. Bazı zamanlar bu bileşenler birbirlerini destekleyerek bir düzen yaratır; bazı zamanlar ise bu bileşenler tezat oluşturarak değişikliğe yol açar. Bunun bir örneği Hindistan'daki kast sistemidir. Susan Bayly, 1999 tarihli çalışmasında kast sistemi ile ilişkilendirilen inanç ve uygulamaların kültürel bir birleşme ve stabilite doğurduğunu; büyük bir yerel çeşitliliğe neden olarak da sosyal değişimi tetikleyen bir güç haline geldiğini ifade eder. Birçok Hindistanlı doğum ile atandığı iki tür aidiyet sistemine aşinadır. Bu türler doğum ile girdikleri kategori olan jati ve doğan kişinin bağlı bulunduğu düzen, sınıf veya tür anlamına gelen varna olarak karşımıza çıkmaktadır. Hindistan'ın birçok çeşitli bölgesinde binlerce doğum grubu (jati) bulunmaktadır. Bu grupların birçoğu belirli bölgelere hastır. Bununla beraber varna'lar Brahmin (din), Kshatriya (yönetici ve savaşçı), Vaishya (ticaret) ve Shudra (hizmetçi/işçi) olarak ayrılmaktadır. Bu dört gruba ek olarak "dokunulmazlar" veya dalitler olarak bilinen kategori ise varna'lar kapsamında değerlendirilmemektedir.
Vedalarda da ifade edildiği üzere bu dört varna, insan anatomisini andıran birbirine bağımlı bir hiyerarşi çerçevesinde sıralanmıştır. Rig Veda, ilk insan olan Purusa'nın tanrılar tarafından kurban edildiğini ve bedeninin dört parçaya bölünerek dört insan kategorisinin oluşturulduğunu ifade eder:
Purusa'yı böldüklerinde kaç parçaya ayırdılar? Ağzı neydi? İki kolu ne oldu? Kalçası (baldırı) ve ayaklarına ne dendi? Brahmin ağzıydı; iki kolu rajanya oldu (kshatriya, kral ve savaşçı), iki kalçası (baldırı) vaisya, ayakları sudra (hizmetçi sınıf) doğdu.
Bu antik yazılarda ifade edilen kast sisteminde her bir kastta bulunan insanların farklı fonksiyon ve meslekleri yerine getirmesiyle bir düzen oluştuğu hayal edilmektedir. Bununla beraber bu yazıların üst kastlara ait gruplar, genellikle Brahmin bilginleri tarafından yazıldığı unutulmamalıdır. Buna bağlı olarak da kast sisteminin uygulanması üzerine çalışan antropolog ve tarihçiler de kast sisteminin ülke boyutunda asla ifade edildiği kadar birleştirici ve dominant bir güç olmadığını; bunun yerine esnek, bölgesel ve sürekli değişen bir kimlikler bütünü olduğunu öne sürmektedir. Sömürge döneminde İngilizler, kast sistemini daha katı ve antagonistik bir hale getirmiş, yalnızca belirli seçilmiş kast gruplarına eğitim ve meslek olanakları sunmuştur. 20. yüzyılda ise birçok düşük kast grubu, Hıristiyanlık veya İslam inancını benimseyerek bu baskıya karşı çıkmış, siyasi partiler kurarak hükümete toplumsal ilerleme yönünde daha fazla fırsat yaratması amacıyla baskı uygulamıştır.
Antropologlar da farklı kültürlerin nasıl farklı insan kategorileri doğurduğunu ve bu kategoriler sayesinde toplumsal hayatın bütününe yayılan faaliyetlerin organize edildiğini merak etmektedir. Örneğin, birçok çiftçi toplumunda erkekler belirli tarım işlerini üstlenirken kadınlar diğer işleri üstlenir. Ekinlerin ekilmesi için belirli bir miktar alanın temizlenmesi gereken toplumlarda erkekler ağaçları kesip fundalıkları temizlerken kadınlar dikim işlerini yapar. Bununla beraber büyük ölçekli endüstriyel çiftçilik uygulamalarının uygulandığı toplumlarda ekim biçim işleri için gereken işgücü, göçmenler veya belirli bir etnik kökendeki işçilerin işe alınmasıyla (veya çalışmaya zorlanmasıyla) karşılanır. Endüstriyel - kapitalist toplumlarda ise bir grup insan fabrikaların tamamına sahiptir; diğer grup ise endüstriyel ürünlerin üretiminde kullanılan makineleri kullanmakla yükümlüdür. Gruplar arasındaki ilişkiler işbirlikçi, rekabetçi veya düşmanca olabilir. Bazı kültürlerde toplumsal grupların eşitliği savunulurken bazı diğerlerinde gruplar arasındaki eşitsizlik desteklenir. Dolayısıyla bütüncülük harmoni veya uyum anlamına gelmemektedir. Antropologlar elbette bir toplumun nasıl bir arada yaşadığı sorusu ile ilgilenir; ancak bu ilgi, çatışma, değişim veya ayrışmaya neden olan koşulları da kapsamaktadır.
Amerikan toplumu içinde bulunan iki farklı grubun değer, fikir ve istekleri doğrultusunda nasıl birbirinden ayrıldığını niteleyen bir sözcüğe, "polarize" veya "kutuplaşmış" sözcüğüne daha önce denk gelmiş olabilirsiniz. Bazı kimseler, bu iki grubun birbiriyle çatışmalı bakış açılarının Amerikan toplumunu ortadan ikiye ayıracağını öne sürmektedir. Bazı diğerleri ise Amerikalıların özgürlük, eşit fırsat ve demokrasi gibi daha derin değerlerle bir araya geldiğini ve bağlandığını savunur. Bu sorun çerçevesinde bütüncülük kavramına başvuran bir antropolog, her bir grubun ekonomik deneyimleri, politik fikirleri ve/veya dini/etik değerlerinin bakış açılarını nasıl etkilediğini araştırmak isteyebilir. Kapsamlı bir bütüncülük uygulamasında toplumu oluşturan tüm bu bileşenlerin günümüzde gözlemlenen polarizasyona bu bileşenlerin birbirleriyle ne şekilde etkileşime girerek mahal verdiği sorusu çerçevesinde yaklaşılmalı ve bu iki grubu verimli bir diyalogta buluşturmak amacıyla atılabilecek adımlar açığa çıkarılmalıdır.
Araştırma Odağı 3: İnsan ve Doğa Arasındaki Karşılıklı İlişki
Hikâyemizden de anlaşılabileceği gibi antropologlar, doğal çevre, insanın zaman içinde doğal çevresi ile kurduğu ilişki ve bu ilişkinin nasıl çeşitli kültürleri şekillendirdiği sorusu ile ilgilenmektedir. Buna bağlı olarak antropologlar, kara, su, bitkiler, hayvanlar, iklim ve uzay gibi doğayı oluşturan çeşitli bileşenlerin farklı kültürler tarafından nasıl anlaşıldığı ve kullanıldığı konularını araştırırır ve insanların bu bileşenlerle nasıl karmaşık yollarla bir ilişki kurduğunu gösterir.
Dünya'nın dört bir köşesinde prehistorik alanlarda çalışan antropologlar, prehistorik insanların gök cisimlerini nasıl kavradığını ve bu kavrayışı su yollarını oluşturmakta, takvim ve saatler yapmakta, tarım faaliyetlerini düzene sokmakta, dini törenleri planlamakta ve önderlerini yönlendirmekte nasıl kullandıklarını keşfetmiş ve belgelemiştir. Bu çalışma alanına arkeoastronomi adı verilmektedir. Arkeologlar, Amerika'nın güneybatısında bulunan Chaco Kanyonu'ndaki büyük yerleşim alanlarında bulunan bazı binaların yılın gün dönümü ve ekinoks gibi önemli zamanlarında güneşi ve ayı en iyi şekilde görecek pozisyonda hizalandığını bulgulamıştır. Fajada Butte'de bulunan ve iki sarmal petroglif (taş oyma) içeren Güneş Hançeri, özellikle bir taş çatlağına konulmuştur. Böylelikle bu taş çatlağından petroglif üzerine güneş geldiğinde gün dönümü ve ekinoksların tarihleri anlaşılmaktadır. Bununla beraber bölgedeki turist trafiği, çatlağın genişliği ve doğrultusunun değişmesine sebep olmuştur; bu nedenle kurulan takvim düzeni artık çalışmamaktadır.
Chaco Kanyonu'nda yaşayan insanların çölün sunduğu zor çevresel şartlarda bu karmaşık medeniyetlerini inşa ederken çevresel özelliklerle ciddi bir uyum halinde olduğu düşünülmektedir. Zira burada yağmurlar nadir yağmakta, büyüme mevsimleri kısa olmaktadır. Dolayısıyla hayatlarını sürdürme kabiliyetleri ekim ve biçim zamanlarını doğru bir şekilde belirleyebilme becerilerine bağlıdır. Bölgeye elli yıllık bir kuraklığın çökmesiyle tarım, git gide daha istikrarsız bir hal almış ve Chaco'da yaşayan bu antik insanlar, başka yerlere göçmek zorunda kalmıştır.
Bazı antropologlar da insanların bölgelerinde bulunan bitkiler ile nasıl bir etkileşim halinde olduğunu inceler. Buna bağlı olarak etnobotani alanı, farklı kültürlerdeki insanların bitkileri yiyecek, barınma, alet, ulaşım, sanat ve dini amaçlar çerçevesinde nasıl kategorize ettiğini ve kullandığını konu alır. Etnobotanikçiler aynı zamanda şifa amacıyla kullanılan bitkiler üzerinde araştırma yaparak kullanılan bitkilerin farmasötik özellikleri ve kültürel uygulamalar arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmaya çalışır. Bu etnobotanikçilerden bazıları, dini ritüellerde kullanılan mantar ve peyote gibi psikoaktif bitkilerin kültürel önemini mercek altına alır. Örneğin antropolog Jamon Halvaksz, 2006 tarihli çalışmasında Yeni Gine gençlerinde tartışmalı marijuana kullanımını ele almıştır.[4] Çalışmaya konu olan gençler, Halvaksz'a marijuananın daha sıkı çalışmalarına, utançlarının üstesinden gelmelerine ve atalarının hikayelerini anlamalarına yardımcı olduğunu söylemiştir. Bu kullanımı eleştiren kimseler ise marijuananın kullanan kişinin kanını kuruttuğunu; çocuklarının zayıf ve kırılgan olacağını ifade etmektedir. Marijuana, Amerika da dahil olmak üzere diğer ülkelerde de benzer tartışmalara konu olmuştur. Bazıları bu uyuşturucunun rahatlamayı sağladığını ve ağrılara iyi geldiğini; bazı diğerleri ise bilişsel kabiliyet ve motivasyonu engellediğini öne sürmektedir.
Doğa ile ilişkimiz karşılıklıdır. Doğa insanları, insanlar da doğayı şekillendirir. Doğanın insanları nasıl şekillendirdiğini araştıran antropologlar, insan biyolojisinin doğumu ve gelişiminde yürüme kabiliyeti, dişlerimizin şekli ve beynimizin boyutu gibi konulara yönelik tahminler yürütmektedir. Geçtiğimiz birkaç milyon yılda gerçekleşen ciddi iklim değişiklikleri, biyolojik ve kültürel adaptasyonun hızla gerçekleştiği periyodları beraberinde getirmiş; yeni hominin türlerinin ortaya çıkmasının yanında dil ve alet yapımı gibi yeni becerilerin edinilmesini sağlamıştır. Daha yakın arkeolojik zaman aralıklarında ise çevresel özelliklerin dini inançları, cinsiyet etkileşimlerini, beslenme stratejilerini ve politik sistemleri etkilediği görülmektedir. Sonuçta çevresel güçler bir toplumun doğmasına da ölmesine de sebep olabilmektedir. Bazı arkeologlar da buna bağlı olarak volkan patlamaları ve kuraklık gibi doğa olaylarının nasıl büyük göçlere ve imparatorlukların yıkılmasına sebep olduğunu araştırmaktadır.
Doğa ile olan bu karşılıklı ilişkimiz, insanların da doğaya şekil vermesi anlamına gelmektedir. Çevremiz, toplumlarımızın benimsediği beslenme stratejileri ve petrol, doğalgaz, pırlanta ve altın gibi ticari kaynakları çıkarma stratejilerimize bağlı olarak şekil alır. Birçok antropolog, çağdaş yaşam yollarının doğal dünyayı yerel, bölgesel ve küresel düzeyde nasıl etkilediğini araştırmaktadır. Örneğin tarım, bozkırların, sulak alanların ve ormanların temizlenmesiyle ekosistemleri ciddi ölçüde etkiler. Balıkçılık belli türlerin soyunun tükenmesine neden olabilir; nehir ve kıyı sularının ekosistemlerini tamamen değiştirebilir. İnsanlar, artan nüfus baskılarını göz önünde bulundurarak su ihtiyacı bulunan şehirlere su nakletmek amacıyla barajlar yapar. Suyun yolunu bu şekilde değiştirmek de bölgesel ekosistemlerin değişmesine, sulak alanların çölleşmesine; çöllerin kaynağa aç şehirler haline gelmesine neden olur.
Bilim insanları, gezegenimizin ekosistemleri üzerindeki bu artan insan etkisini konu alan çağdaş periyoda antroposen adını vermiştir. Büyük ölçekli kirlilik, maden kazma, ormansızlaştırma, çiftçilik ve tarım, iklim değişikliğinin yanında bitki ve hayvan türlerinde kitlesel yok oluşlar gibi birçok çevresel kırılmaya neden olmaktadır. Bu konular birçok antropolog tarafından çalışılmakta ve doğamızda; yerel, bölgesel ve küresel boyutta daha sürdürülebilir yaşam yolları aranmaktadır.
Antropolojinin Çalışma Alanları: Dört Alan Yaklaşımı
Antropolojinin merkezinde bulunan hikâye, insanların geniş bir çevresel ve tarihi koşullar çerçevesinde yaşadığını, buna bağlı olarak çeşitli kültürler oluşturduklarını anlatmaktadır. İnsanlar bunu esnek biyolojik ve sosyal özellikleri sayesinde başarmıştır. Bu argümanı araştırmak, birçok tamamlayıcı yaklaşım ve teknik gerektiren büyük bir çabadır. Bu çerçevede antropoloji, dört ana yaklaşım veya bu disiplini oluşturan, ortak hikayemizin farklı bir parçasını ele alan dört alt alana bölünür. Bu dört alt alandan elde edilen öngörüleri birleştirmek de bizlere cinsiyet, eşitsizlik, ırk ve çevre gibi spesifik konulara dair zengin bir anlayış sunar. Peki bu dört alt alan nedir?
Biyolojik Antropoloji
Biyolojik antropoloji alanı, insanların biyolojik ve sosyokültürel gelişiminin erken aşamalarının yanında çağdaş insanların biyolojik çeşitliliği konularına odaklanır. Bir başka deyişle biyolojik antropologlar, türümüzün kökeni, evrimi ve çeşitliliği üzerine çalışmalar yapmaktadır. Bazı biyolojik antropologlar kan grubu veya süt ürünlerini sindirme becerisi gibi insan özelliklerinin küresel dağılımını araştırmak üzere genetik verilere başvururken bazıları fosiller üzerinde çalışarak insanların nasıl evrimleştiğini ve göç ettiğini aydınlatmaya çalışır. Bazı diğerleri ise insanların primatlarla paylaştığı biyolojik ve sosyal özellikleri anlamak amacıyla en yakın akrabalarımızı, yani primatları çalışmaktadır.
Hollandalı primatolog Carel van Schaik, altı yıl boyunca Sumatra'da orangutanları incelemiş ve bu kıyıda köşede kalmış hayvanların aslında düşünülenden çok daha sosyal hayvanlar olduğunu bulgulamış; orangutanların birçok alet kullanabildiğini ve bu becerileri çocuklarına aktarabildiklerini gözlemlemiştır.[5] van Schaik ve diğer biyolojik antropologlar, bu primatları çalışarak insan zekası, teknoloji ve kültürün kökenlerine dair içgörü edinir. Araştırmacılar aynı zamanda habitat kaybı, yasa dışı avlanma ve egzotik hayvan ticaretinin bu büyüleyici primat kuzenlerimizin hayatlarını tehlikeye attığı hususunda uyarıda bulunmaktadır.
Biyolojik antropologlar primatlar üzerine yapılan araştırmaları sık sık insan fosil kayıtları, genetik, nörobilimler ve coğrafi kanıtlar ile birleştirerek insan evrimine dair soruları yanıtlamaya çalışır. Bazı bulgular bazen şaşırtıcı ve beklenmedik olabilir. Örneğin Antropolog Lynne Isabell, insan biyolojisinin evrimini konu alan 2009 tarihli çalışmasında; yılanların özellikle keskin görme kabiliyetimiz ve dil ile iletişim kurma becerimiz üzerinde temel bir rol oynadığını öne sürmektedir.[6] Bu "yılan saptama teorisi", primatlarda çevrelerinde bulunan zehirli yılan tehdidini fark edebilmek ve bu tehdide karşı diğerlerini uyarabilmek için özel bir görsel algı ve gördükleri şeyi aktarma becerisinin geliştiğini savunmaktadır. Isbell, bu yılan korkusunun insanlar ve primatlar tarafından paylaşıldığına; insan mitlerinde ve folklorunda da yaygın olarak gözlemlenebildiğine de atıfta bulunarak insan-hayvan ilişkilerinin insanlık için ne kadar merkezi bir konumda olduğunun ve bu ilişkilerin hem biyolojiyi hem de kültürü şekillendirdiğinin altını çizer.
Tüm biyolojik antropologlar primatlar üzerine çalışmamaktadır. Örneğin birçok biyolojik antropolog, fosil kalıntılarını inceleyerek modern insanların evrimsel ataları olan erken homininlerin evrimini aydınlatmaya çalışır. Bu çalışma alanında da antropologlar, hominin ailesine dahil olan birçok türün ortaya çıkışı ve göçlerinin yanında belirli biyolojik ve kültürel özelliklerin ortaya çıkmasını sağlayan koşulları da ele almaktadır. Bazı biyolojik antropologlar da çağdaş insanların genetik yapılarını inceleyerek belirli genlerin ve özelliklerin farklı çevrelerde yaşayan insan popülasyonlarına nasıl dağıldığını inceler. Bazı diğerleri ise insan genetiğini inceleyerek erken modern insanlar ve Neandertaller gibi homininler arasındaki ilişkiye yönelik ipuçları aramaktadır.
Adli Antropoloji
Biyolojik antropolojiye bağlı bir alt alan olan adli antropoloji, biyolojik antropoloji alanında kullanılan teknikleri adli vakaları çözmek amacıyla kullanır. Bu alanda çalışan antropologlar bozunmuş insan vücutları, iskelet, deri ve saç gibi doku örnekleri gibi insan kalıntılarını inceleyerek işlenen suçun doğasına ve suça dahil olan insanlara yönelik çıkarımlarda bulunur; ölen kişinin kim olduğu, nasıl öldüğü ve ne kadar zaman önce öldüğü gibi sorulara yanıt vermeye çalışır. Bu antropologlar genellikle suçu işleyen kimselerin ve mağdurların yaşı, cinsiyeti ve diğer ayırt edici özelliklerini bulgulayabilmektedir. Tüm bunların yanında vücut üzerindeki travma izleri, kan veya kurşunların paternini de inceleyen adli antropologlar, suçun nasıl gerçekleştiğine yönelik bir fikir edinebilir. Bu antropologlar kolluk kuvvetleri, balistik, toksikoloji ve diğer benzer alanlarda çalışan tıp uzmanları ile bir arada çalışır ve bulgularını cinayet davalarında kanıt olarak sunarlar.
Yaşanan tüm suçlar tabi ki çağdaş dönemde yaşanmamıştır, yani adli antropoloji, tarihi olayları anlamak amacıyla da kullanılabilmektedir. Örneğin Kuzey Amerika'da öncül İngiliz göçmenlerinin oluşturduğu tarihi Jamestown kolonisinin kazısında bulunan William Kelso, yiyecek kalıntıları arasında bir insan kafatası çıkarmıştır. Bu kafatasında tuhaf kesik izleri olduğunu fark eden Kelso, Smithsonian Enstitüsü'nde çalışan bir adli antropolog olan Dougles Owsley'i yanına çağırmış ve bu izlerin ne anlama gelebileceğini sormuştur. Owsley, bu izlerin keskin bir bıçakla kafatasının kasıtlı olarak doğranması sonucunda meydana geldiğini; iskeletin ölümünden sonra diğer göçmenler tarafından yenilen 14 yaşında bir kıza ait olduğunu bulgulamıştır. Olaya yönelik getirilen bu yorum, 1609 - 1610 yılında gerçekleşen çetin kışın kolonide ciddi bir açlığa sebep olduğu yönündeki tarihi kanıtları destekler niteliktedir.
Arkeoloji
Arkeoloji, insanların ardında bıraktıkları eser ve fosilleri kullanarak çevresel ve tarihi koşulların bu kültür çeşitliliğinin nasıl ortaya çıktığı sorusunu yanıtlamaya çalışır. Eser, insanlar tarafından üretilen alet veya çömlekler; fosil ise organizmaların çevrede korunmuş kalıntılarıdır. Arkeologlar, yazının icadından önce ve sonra insanların nasıl yaşadığına yönelik mümkün ölçüde en fazla bilgiye ulaşmak amacıyla özenli kazı (fosil ve eserlerin yüzeye çıkarılması) yöntemleri geliştirmiştir. Arkeologlar, insanların giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını nasıl karşıladıkları sorusunun yanında toplumlarını aile grupları, ticaret ağları ve liderlik sistemleri çerçevesinde nasıl organize ettikleri sorusuyla da ilgilenir. Birçok arkeolog, insanların bu insanları çevreleyen doğal dünya ile nasıl bir ilişki içinde yaşadıklarını; çevrelerini nasıl değiştirdiklerini ve çevrelerinin onların evrimine ve sosyal gelişimlerine nasıl yön verdiğini anlamaya çalışır.
Tom Dillehay'in önderliğinde bir grup antropolog, Kuzey Peru bölgesinde bulunan bir dizi alanın kazısında yedi yıl harcamış; bölgede 14 bin yıllık bir periyodda insan toplumunun nasıl geliştiğini belgelemiştir.[7] Araştırma bulguları, toplumun erken yaşam emarelerinden şehirlerin ve erken devletlerin ortaya çıkışına kadar uzanmakta ve burada bulunan insanların balık tutma, tarım ve gütme stratejilerini nasıl geliştirdiğine, bunların da nasıl karmaşık bir sosyokültürel yapıya önayak olduğuna ışık tutmaktadır. Araştırma ekibi, bölgede bulunan bitki ve hayvanların yanı sıra insanlar tarafından üretilmiş yapılar, aletler ve sepetlere dair veri toplamış ve bölgede yaşamış insanların iş birliğine ve doğa ile uyum içinde yaşamaya büyük önem atfettiklerini bulgulamıştır.
Bazı arkeologlar ise daha yakın zaman aralıklarında daha özel konular üzerine çalışmaktadır. Örneğin arkeolog Eric Tourigny, Birleşik Krallık'ta 1881 - 1981 arasında yapılan mezarları ve bu mezarların üzerindeki mezar taşlarını incelemiştir.[8] Tourigny, evcil hayvanların Viktoryen dönemin başında bir arkadaş olarak ele alındığı düşünce biçiminden aile üyeleri olarak görüldüğü düşünce biçimine doğru bir kayma olduğunu belgelemektedir. Araştırma bulguları arasında mezar taşlarında evcil hayvan sahibi insanların ahirette evcil hayvanlarıyla tekrar bir araya gelecekleri yönünde bir inanç olduğu ve bu inancın giderek arttığı da yer almaktadır.
Kültürel Antropoloji
Kültürel antropoloji, antropolojinin merkezini oluşturan yorumları meydana getiren geniş kültür yelpazesinin tanımlanmasına ve anlaşılmasına adanmış bir alandır. Kültür antropologları, farklı kültürlere ait insanların gündelik düşünceleri, hisleri ve eylemlerinin yanında bu insanların önemli bulduğu kültürel ve tarihi olayları inceler; toplumsal söylem ve eylemlere bakarak dile getirilmeyen norm ve değerlere, ekonomik değişim ve politik hükümdarlık gibi büyük güçlere ışık tutar. Kültür antropologları, aynı zamanda toplumsal hayatın organizasyonunda rol oynayan görev ve kuruluşlar da dahil olmak üzere farklı toplumların nasıl yapılandırıldığını da incelemektedir.
Kültür antropologları genellikle çalıştıkları toplumların içinde aylar veya yıllar geçirir ve bu yerel kültürün nasıl yaşadığı, neler yediği ve giydiği, nasıl konuştuğu konularını mümkün oranda isabetli bir şekilde benimsemeye çalışır. Bu uygulamaya saha çalışması adı verilmektedir. Bu gibi bir saha çalışmasında bulunan antropologlar, içinde bulundukları toplumun detaylı bir dökümünü, yani bir etnografisini yazabilirler. Erken 20. yüzyıl dönemde yazılmış klasik etnografilerde batılı olmayan insanların kültürleri genellikle doğa ile uyum içinde ve zamana boyun eğmez kültürler şeklinde tasvir edilmektedir. Bununla beraber uzun vadeli saha çalışması yönteminin öncülerinden Bronislaw Malinowski, Yeni Gine'nin kuzeydoğusundaki Kiriwina ada zincirinde yaşayan Trobriand halkları arasında ticaret ve büyü üzerine yaklaşık iki yıl çalışmış ve 1922 tarihinde Batı Pasifik'teki Argonotlar (İng: "Argonauts of the Western Pacific") isimli etnografisini yazmıştır.[9] Bu etnografi, Trobriandlıların "kula halkası" olarak da bilinen bir takas sisteminde kanolarla nasıl ada ada gezdiğini; gezerken farklı ada gruplarından nasıl beyaz kabuklu bilezik ve kırmızı kabuklu kolyeler alıp verdiklerini aktarmaktadır. İlginç bir şekilde büyük değer atfedilen bu nesnelerin herhangi bir kullanımı yoktur; yani hiçkimse bunları giymemektedir. Ancak bu bilezik ve kolyelerin takası, bunları veren kişinin toplumsal statüsünü artıran ve ticaret ilişkilerini geliştiren bir unsur olarak fonksiyon göstermektedir. Kula halkasını detaylı bir şekilde inceleyen Malinowski, Trobriand kültürünün alet ve kano yapımı, tarım uygulamaları, cinsiyet rolleri, cinsellik, büyü inancı ve uygulamaları gibi birçok alanına dair bilgi edinmiştir ve bu takas sisteminin savaşın yerini aldığını savunmaktadır.
Bununla beraber kültür antropologları, günümüzde Afganistan'da intihar bombacıları, Kentucky'de yaratılışçı bir tema park, Danimarka'da sperm bağışı ve Rio de Janeiro'da çöp toplayan insanlar gibi çatışma ve değişim içeren sorunlara odaklanmaktadır.[10], [11], [12], [13] Zira antropologlar, genellikle tartışmalı konularda gözden kaçan veya marjinalize perspektifleri keşfeder ve kültürel yapı, güç dinamikleri gibi konulara ışık tutarlar. Örneğin antropolog Tracey Heatherington, İtalya'nın Sardinya adasında bir koruma parkının oluşturulmasına karşı çıkan insanlar üzerine çalışmıştır.[14] Sardinya'nın orta dağlık bölgeleri, nesli tükenmekte olan birçok türe ve yaşlı ormanların yanında yaşadıkları bölgenin imara açılmasına şiddetle direnen yerel çoban halklara da ev sahipliği yapmaktadır. Heatherington'un araştırmasında küresel çevre kuruluşları, İtalya ulusal hükümeti ve Sardinya'nın yerel halkı olmak üzere üç çatışmalı bakış açısı olduğu bulgulanmıştır. Uluslararası çevre kuruluşları, Sardinya'nın yaylalarını çevre uzmanları tarafından korunması ve kontrol edilmesi gereken hassas bir ekosistem; İtalya hükümeti ise aynı bölgeyi ekoturizmin geliştirilmesi ve İtalya'nın çevreciliğe yönelik bağlılığını kanıtlamak için bir fırsat olarak görmektedir. Sardinya'nın yerel halkı ise memleketlerini hayatlarının temeli, tarih ve kültürel değerlerinin yuvası olarak görmektedir. Bölgeye yönelik tartışmalar bu üç bakış açısını birbirine yaklaştırmış; batı tarafından desteklenen uluslararası çevre kuruluşları ulusal hükümet ile birleşerek yerel bilgi birikimi ve bölge halkının otoritesini sarsmaya oynamıştır. Heatherington, Sardinyalıların cahil ve kültürel bağlamda geri olduğu klişelerinin koruma parkının kurulmasına karşı direnişlerini nasıl gayrimeşru bir bağlama oturtulmakta kullanıldığını tanımlamakta ve küresel çevre hareketinin karanlık taraflarında gezinen ekolojik ırkçılığa dikkat çekmektedir.
Dilbilimsel Antropoloji
Dilbilimsel antropoloji, tahmin edebileceğiniz üzere dile odaklanır. Dilbilimci antropologlar, insanların çeşitli kültürlerini oluştururken dili birincil araç olarak kullandıklarını savunur. Zira dil, biyolojik ve sosyal unsurları bir araya getiren bir olgudur. Bazı dilbilimci antropologlar dilin kökenleri üzerine çalışır ve biyolojik evrimimizde, sosyokültürel gelişimimizde dilin nasıl ortaya çıktığı; dilin hangi bileşenlerinin erken homininlere evrimsel bir avantaj vermiş olabileceği sorularını sorar. Bazı diğer dilbilimci antropologlar ise dilin düşünce süreçlerimizi ve dünya görüşlerimizi nasıl şekillendirdiği konusu ile, bazı diğerleri ise insanların dili toplum ve kimlik oluşturmak, güç gösterisinde bulunmak ve otoriteye baş kaldırmak amacıyla nasıl kullandığı konusu ile ilgilenir. Bu unsurların yanında dilin aynı zamanda bir şeyleri başarmak için güçlü bir araç olduğu da unutulmamalıdır.
Dilbilimci antropologlar da sık sık kültür antropologlarının gerçekleştirdiği uzun vadeli ve yoğun araştırmalarda bulunurlar. Örneğin Christopher Ball, Brezilya'nın yerli bir grubu olan Waujalarla bir yıl yaşamış ve seyahat etmiş; bu toplumun birçok rutin ve törensel konuşma şekillerini tanımlamış ve her bir konuşma türünün nasıl belirli türde sosyal eylemler ile sonuçlandığını bulgulamıştır.[15] "Şef konuşması" liderler tarafından kullanılır; "ruh çağırma" ise hasta kimseleri iyileştirirken kullanılır. Törensel dil ise insanlara isim verirken ve farklı yerli gruplar arasındaki takaslarda kullanılmaktadır. Ball da diğer birçok dilbilimci antropoloğa benzer şekilde Wajua liderlerinin yakınlarda bir nehire kurulacak bir barajı eleştirdiği kamu konuşmaları gibi örnekleri incelemiş; kamu görevlileri ve kalkınma işçileri gibi kişilerin Wajua gibi halkları ötekileştirmek ve boyun eğdirmek amacı güderek kullandıkları dil biçimlerini analiz etmiştir.
Dil, kendimizi ve hayatımızı kavramsallaştırma şeklimizin temelinde yer alır. Size hiç bir okul ödevi olarak veya bir başvuru sırasında kim olduğunuz hakkında bir kompozisyon yazmanız söylendi mi? Eğer söylendiyse siz de yeni tanıştığınız biriyle konuştuğunuzda kullanacağınız sözcük ve kavramlardan farklı sözcük ve kavramlar kullanmış olabilirsiniz. Özetle, dil kullanımımızın amacı ve hedef kitlesi, kendimizi ve eylemlerimizi nasıl temsil ettiğimizi belirleyen etmenlerdir.
Bunun bir örneği antropolog Summerson Carr'ın 2011 tarihli çalışmasında karşımıza çıkmaktadır.[16] Carr, Amerika'nın orta-batı bölgesinde yaşayan evsiz kadınlar için oluşturulmuş bir bağımlılık iyileştirme programını incelemiştir. Terapi seansları ve kişisel gelişim buluşmalarını gözlemleyen Carr, bağımlılık üzerine uzmanlaşmış danışmanların özbenlik ve sorumluluk alanlarında derin kültürel unsurlar taşıyan belirli bir tür "sağlıklı konuşma" sergilediğini öne sürmüştür. Hastalar, kendileri ve bağımlılıkları hakkında yalnızca belirli şekillerde konuşarak bu "sağlıklı konuşma tarzını" benimsemekte ve hastalıkları konusunda ilerleme göstermektedir.
Dört Alan Bir Arada Nasıl Çalışır: Irk Örneği
Antropolojinin dört alanı, kendilerine has yöntem ve odaklandığı konular göz önünde bulundurulduğunda tamamen bağımsız disiplinler gibi görünebilir. Bu dört alana dahil antropologların da sosyokültürel araştırmalara ilişkin en iyi yaklaşım hususunda da her zaman aynı fikirde olmadığı da bir gerçektir. Örneğin biyolojik antropologlar, kendilerini genellikle "sert" bilim insanları olarak görmektedir, nihayetinde kendilerini insanlığı bilimsel yöntem ile araştırmaya adamışlardır. Öte yandan kültür antropologları daha "yumuşak" gözlem, katılım ve röportaj yöntemleriyle araştırma yürütür. Dolayısıyla kan gruplarının genetik dağılımını inceleyen bir kimse ile bir bağımlılık tedavi programını inceleyen bir kimsenin ortak bir çatı altında buluşması elbette zor olmaktadır.
Bununla beraber eşitsizlik ve iklim değişikliği gibi acil dikkat gerektiren konular, insanlığı konu alan çalışmalarda bütünleşik bir yaklaşımın günbegün artan bir şekilde gerekli olduğunu gözler önüne sermektedir. Bunun iyi bir örneği ırksal eşitsizliktir. Birçok antropolog, antropoloji disiplinin kültürel tarafından gelen bir yaklaşımla ırk kavramı hakkında ne bildiğimiz (veya ne bildiğimizi düşündüğümüz) sorusu ile yola çıkar. Sizce dünyada kaç ırk kategorisi vardır? Bir insanın ırkının ne olduğunu nereden anlayabilirsiniz? Kendi ırkınıza dair neler biliyorsunuz?
Biyolojik antropolog Jada Benn Torres ve kültür antropoloğu Gabriel Torres Colón, genetik soy testlerini kullanarak insanların kolektif bir tarih ve ırksal aidiyet kavramlarını nasıl inşa ettiğini aydınlatmak üzere bir araya gelmiştir.[17] Genetik testler neticesinde atalarınızın Nijerya'dan göç ettiğini keşfettiğiniz bir senaryo hayal edelim. Bu senaryoda Nijerya ve Afrika kıtasıyla kendinizi bir miktar özdeşleştirebilir; vatandaşlığınızın bulunduğu ülkede yaşayan diğer insanlarla daha az ortak noktanızın olduğunu, Nijeryalı insanlara daha çok benzediğinizi düşünebilirsiniz. Bu ırksal bağlantı, sizin için vatanınızın sosyokültürel unsurlarından daha önemli bir rol oynayabilir. Torres ve Colón, ırk kategorileri konusunda yanlış anlaşılmaların yayılmasından da bir miktar çekinerek ulusları aşan boyutta bir ırk kimliğinin sosyal adalet için ülkelerarası hareketleri tetikleyebileceğini belirtmektedir. Bu tür araştırmalar, kendimize dair edindiğimiz biyolojik bilgileri kullanarak nasıl aktif bir şekilde ırkla ilgili kavramlarımızı inşa ettiğimizi göstermektedir. Nihayetinde hepimiz ırk dediğimiz şeyin doğada bulunan, doğal bir ayrım, bir kavram olduğuna inanırız.
Bu konu hakkında önemli bir nokta da biyolojik antropolojinin ırka dair bildiğimiz genel bilgilerin isabetsiz olduğunu gösteriyor olmasıdır. Biyolojik antropolog olan Agustín Fuentes (2012) ve Nina Jablonski (2006), diğer belirteçlerin yanında ten rengi, yüz özellikleri, saç yapısı, kan grubu gibi insan özelliklerinin küresel dağılımlarını dikkatlice inceleyerek insanların gerçekten ırk temelinde farklı kategorilere ayrılıp ayrılmadığı sorusunu sormuştur.[18], [19] Bu sorunun kısa cevabı ne mi dersiniz? Biyolojik açıdan bakıldığında gerçek bir "ırk kategorisi" yoktur.
Her bir insan özelliği bir spektrum üzerinde dağınık halde bulunur ve birçok özellik, insanlar arasında öyle bir şekilde karışır ve eşlenir ki ırk temelinde yapılacak ayrımların isabetli olmasını imkânsız kılar. Örneğin birçok insanın ırk bazında ayrım yaparken kullandığı ilk özellik olan ten rengini ele alalım. Jablonski, ten renginin pembemsi bir bejden koyu kahverengiye kadar uzanan bir spektrumda bulunduğunu ve dünyanın dört bir yanında yaşayan insanların bu iki uç arasında tüm tonlarda olduğunu göstermektedir. Koyu ten rengi, Afrika kıtasında evrimleşen insanları güneşin doğrudan yaydığı mor ötesi ışıktan korumuştur; erken dönem insanlarının bir kısmı kuzeye, daha az gün ışığının bulunduğu çevrelere göçtükçe ten renkleri açılmış, böylelikle daha az gün ışığından D vitamini alabilmişlerdir.
Günümüzde belirli coğrafi bölgelere karşı derin tarihi bağlar hisseden insanlara baktığımızda ten renginin de bölge ile kademeli olarak değiştiğini görebiliriz. Orta Afrika'da ekvatorun yalnızca birkaç derece güneyinde yer alan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin başkenti olan Kinşasa'dan Kuzey Kutup Dairesi'nin kuzeyinde bulunan Norveç - Tromsø kentine kadar bir araba yolculuğuna çıktığınızı hayal edin. Bu 157 saatlik yolculuk sırasında Nijerya, Nijer, Cezayir, İspanya, Fransa, Almanya, Danimarka ve İsveç'ten geçersiniz. Yolculuk sırasında arabanızın camından dışarı baktığınızda insanların ten renklerinin Kinşasa'da koyu kahverengi, Cezayir'de açık kahverengi, Güney İspanya'da koyu bej ve İsveç'te açık bej rengi olduğunu görebilirsiniz. Bu değişikliklerin yanında Avrupa'nın kuzeyine çıktıkça daha fazla yeşil ve mavi göz rengi ve daha fazla kızıl ve sarı saç görmeniz de mümkündür. Bu çerçevede yolculuğunuz sırasında hiçbir noktada "Burada bu ten rengi bitiyor, bu ten rengi başlıyor." şeklinde bir sınır çizgisi göremezsiniz. Bunun yerine göreceğiniz şey bir değişim spektrumudur.
Biyolojik antropologlar, gerek ten rengi gibi görünebilir özellikler olsun, gerek kan grubu gibi genetik belirteçler olsun, insanları ırk kategorileriyle sınıflandırmanın bilimsel açıdan kabul edilebilir hiçbir yolu olmadığını defalarca ve defalarca göstermiştir. Sınır çizgisini nereden çekerseniz çekin, bir sınıf içinde bulunan çeşitlilik, sınıflar arası çeşitlilikten daima daha fazla olacaktır.
Peki bu ırk kavramının olmadığı anlamına mı gelir? Eğer biyolojik açıdan bakıyorsak evet. Ancak sosyal gerçeklik boyutunda işin rengi daha farklıdır. Doğada ırk yoktur; ancak ırk, akıllarımızda, uygulamalarımızda ve kuruluşlarımızda mevcudiyetini sürdüren bir kavramdır. Amerika Birleşik Devletleri'nde içlerinde Çinlilerin, İrlandalıların ve Afrika'dan köle olarak getirilen insanların bulunduğu çeşitli grupların materyal yaşamlarını aydınlatmak üzere yapılmış arkeolojik kazılar, ırk kavramının bu insanların yaşadığı binaları, giydikleri kıyafetleri, sahip olduğu mülkleri ve aile yapılarını şekillendirdiğini göstermektedir.[20], [21] Çağdaş toplumlarda, ABD, Dominik Cumhuriyeti, Brezilya, Japonya, Kenya ve Zimbabve dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanında ırk eşitsizliği üzerine çalışan kültür antropologları, bahsi geçen bu toplumların her birinin ırksal kategorileri farklı şekillerde inşa ettiğini ve belirli bir kişiye ırk atamak (ve bazen bir başka ırk atamak) için çeşitli kriterler kullandığını ortaya çıkarmıştır.
Bunlara ek olarak kapsamlı etnografiler, Amerika Birleşik Devletleri ve başka bölgelerde derisi renklilerin gündelik hayatta karşılaştığı ciddi boyutlardaki ırkçılığa ışık tutmaktadır. Antropolog Laurence Ralph, Chicago'nun batı yakasında gerçekleştirdiği üç yıllık bir saha çalışması sonucunda Siyahi mahallelerde yaşayan insanların ayrımcılık, ekonomik fırsatların bu kimselere sunulmaması, çete şiddeti ve politik marjinalizasyon konularında verdiği savaşı ve çektikleri acıları belgelemiştir.[22] Ralph, gözlemlediği insanların tüm bu zorluklara rağmen kendileri ve çocukları için daha iyi bir hayatın hayalini kurduğunu ve bu insanların birçoğunun mahallelerini mahallelerinde yaşayan insanlar için daha iyi bir hale getirmek amacıyla sosyal ve politik aktivizme yöneldiğini belirtir.
Dilbilimci antropologlar da konumuz çerçevesinde dil ile ırk kavramının nasıl inşa ve ifade edildiği ile ilgilenmektedir. Marcyliena Morgan, Los Angeles'in underground hip-hop sahnesi üzerine çalışmış; Siyahi müzisyenlerin deneyimlediği polis şiddeti, kamusal huzursuzluk, çete faaliyetleri ve soylulaştırma (İng: "gentrification", Tür: "mutenalaştırma, seçkinleştirme, burjuvalaştırma, nezihleştirme, kibarlaştırma") eylemlerini nasıl dilbilimsel kodlarla yansıttığını incelemiştir. Morgan da Ralph gibi Siyahi Amerikan toplumlarının Amerikan toplumu içinde boy gösteren ırkçılığın karşısında yaratıcılıklarını ve dayanıklılıklarını vurgulamaktadır.
Tek bir yaklaşım yerine tüm bu antropolojik yaklaşımların bir araya ele alınması ile çok daha fazla öngörü edinmenin ve kavrayışa ulaşmanın mümkün olduğu görülmektedir. Bir biyolojik mit olan ırk kavramının aşılması, insan çeşitliliğinin karmaşık gerçekliğini anlama yönünde atılacak bir adımdır; ancak yalnızca bir adım böylesi büyük bir hedef için yeterli olmayacaktır. Irk kavramının biyolojik bir temele dayanmadığı gerçeğini temel alarak ırk kategorilerinin varolmadığına inanmak bir hatadır; zira arkeologların, kültür antropologlarının ve dilbilimci antropologların çalışmaları, mitik bir kavram olan ırkın tarih boyunca ve günümüzde belirli insanları suistimal etmek ve ötekileştirmek amacıyla kullanıldığını gözler önüne sermektedir. Bunun yanında insanların ırkçılığa nasıl yaratıcılık ve dayanıklılık ile cevap verdiği; direnişin kültürel formlarının meydana geldiği ve sosyal aktivizm yoluyla toplumların bu eşitsizlik karşısında baş kaldırdığı da gözlerden kesinlikle kaçmamalıdır.
Etnosentrizm ve Ötesi
Hiç dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden biriyle tanıştınız mı? Hep kendisi hakkında konuşan ve sizinle veya hayatınızla ilgili hiçbir soru sormayan biriyle? Kendi fikirlerini yerlere göklere sığdıramayan ve kendi yolundan başka doğru yol bilmeyen birisi? Bu türde insanları tanımlamak için kullanılan terimi biliyor olabilirsiniz; egosentrik. Egosentrik bir insan, dünyayı yalnızca kendi bakış açısıyla gören, diğer insanların ne düşündüğüyle pek ilgileniyor gibi gözükmeyen insanlardır. Bireysel özellikleriniz ve başarılarınızdan gurur duymanız elbette önemlidir; ancak diğer insanların özelliklerini ve başarılarını da önemsemek ve takdir etmek aynı oranda önemlidir.
Aynı "sentrik" hal, kültür düzeyinde de çalışan bir olgudur. Bazı kültürlerde bazı insanlar, kendi kültürlerinin getirdiği dünyayı kavrayış ve bir şeyler yapma yollarının en iyisi olduğu, diğer yolları düşünmeye gerek bile olmadığı inancındadır. Hatta bununla da kalmaz, kültürlerinin getirdiği inanç, değer ve uygulamaların dünyada yaşayan diğer tüm insanlara dağılması (veya zorla benimsetilmesi) halinde dünyanın çok daha güzel bir yer olacağını düşünürler. Bu düşünceye etnosentrizm adı verilir.
Enkültürasyon ve Etnosentrizm
Hepimiz belirli bir kültür içinde, belirli norm, değer ve bir şeyler yapma yolları ile yetiştiriliriz. Ebeveynlerimiz veya vasilerimiz, toplumsal durumlarda nasıl davranmamız gerektiğini, bedenimizle nasıl ilgilenmemiz gerektiğini, nasıl iyi bir hayat süreceğimizi, neye değer vereceğimizi ve neyi düşüneceğimizi bize öğretir. Öğretmenlerimiz, kanaat önderlerimiz ve patronlarımız bizlere hayatımızda oynadığımız roller, üstlendiğimiz sorumluluklar ve ilişkilerimiz konusunda direktifler verir. Onlu yaşlarımızın sonunda veya erken yirmili yaşlarımızda toplumumuzun nasıl çalıştığı ve bize ne rol biçtiği konusunda kayda değer boyutta bir bilgi birikimimiz olur.
Antropologlar, bu kültür edinme sürecine enkültürasyon adını verir. Tüm insanlar bu süreçten geçer; nihayetinde geçirdiğimiz enkültürasyon süreci neticesinde edindiğimiz bilgiye değer vermek doğaldır. Bu bilgi, hayatta kalmamızı sağlar. İyi bir yaşam sürmemizi isteyen ebeveynlerimiz ve öğretmenlerimizin direktiflerine saygı göstermek doğaldır. Olduğumuz kişi ve vatanımız konusunda gururlanmak iyidir. Tüm bunlarla beraber egosentrizmin insanı hayattan bezdirebildiği gibi kendi kültürünü diğer kültürlerin üstünde görmek ve bu nedenle diğer kültürlerin eşsiz özellik ve başarılarını anlamlandıramamak da zararlı bir hal alabilir. Bir insanın kendi kültürünü daha ileri, ahlakî açıdan üstün, verimli veya herhangi bir başka kültürden temel düzeyde iyi olarak görmesi etnosentrizmdir. Etnosentrik insanlar, diğer kültürlerdeki insanların düşüncelerine değer vermez ve doğru bildiği yollar hariç başka hiçbir yola veya akla başvurmaya tenezzül etmezler.
Etnosentrizm, kaba bir davranışlar silsilesine sebep olmanın ötesinde bir grubun bir başka gruba zarar vermesine, bu grubu suistimal etmesine veya üzerinde bir hükmü altına almasına neden olabilir, ki etnosentrizmin gerçekten bir sorun haline geldiği nokta budur. Tarih penceresinde Avrupalıların ve Avrupa-Amerikalıların sergilediği etnosentrizm; Afrika, Orta Doğu, Asya ve Amerikalı insanlar üzerinde fetih ve şiddeti gerekçelendirmek ve haklı kılmak amacıyla kullanılmıştır. Avrupalılar, bu coğrafi bölgeleri sömürme amaçlarına uygun olarak iki temel etnosentrizm türü ortaya atmıştır. Bu türler, geçtiğimiz ikiyüz yıl boyunca popüler hayalgücünü domine etmiştir ve kültürel bir Avrupalı "benliğinin" yanında dünyanın belirli bir bölgesinde bulunan bir kültüre ait bir kişi, yani "diğer kültür" çerçeveside kurgulanmaktadır. Etnosentrizmi "ben" ve "diğerleri" çerçevesinde şekillendiren Avrupalılar, kendi tutarlı öz kimliklerini diğer kültürlerin bu çarpıtılmış imajları ile bir kontrast oluşturacak şekilde stratejik olarak oluşturmuşlardır.
Primitivizm ve Oryantalizm
Afrikalı ve Amerikan Yerlilerine yönelik görüşler, 18. yüzyıldan bu yana primitivizmin dar perspektifi ile şekillenmektedir. Zira bu tarihlerde kendilerini aydınlanmış ve medeni olarak tanımlayan Avrupalılar, Afrikalıları cahil ve vahşi, entelektüel açıdan alçak ve kültürel olarak geri kalmış olarak tanımlamaya başlamıştır. Henry M. Stanley gibi 19. yüzyıl kaşifleri, Afrika'yı "kara kıta, vahşiliğin ve yokluğun kol gezdiği bir yer" olarak tasvir etmektedir.[23] Benzer şekilde Avrupalı misyonerler, Afrikalıları günaha batmış, Hıristiyan tarafından kurtarılmaya ihtiyaç duyan basit kafirler olarak görmüştür. Primitivizm, seyyah ve tüccarların yazılarında da abartılarak Afrikalıları ve Amerikan Yerlilerini egzotik, basit, libidosu yüksek, şiddet potansiyeline sahip ve doğaya daha yakın olarak tanımlamaktadır. Halbuki zamanın Afrika ve Amerikan Yerlisi toplumları oldukça organize ve iyi yapılandırılmış toplumlardır. Primitivizmin bir başka yorumunda da Afrikalılar ve Amerikan Yerlileri "soylu vahşi"; saf ve basit, doğa ile uyum içinde huzurlu toplumlarda yaşayan kimseler şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Diğer primitivizm tanımına kıyasla daha kibar olsa da "soylu vahşi" tanımı, yine ırkçı bir sterotiptir ve batılı olmayan insanların cahil, geri kalmış ve izole olduğu düşüncesini destekler.
Avrupalılar, Orta doğu ve Asyalı insanlara karşı oryantalizm olarak bilinen farklı bir tür etnosentrizm ile yaklaşmaktadır. Edebiyat eleştirmeni olan Edward Said, Asya ve Orta Doğu'da yaşayan insanların oryantalizm çerçevesinde irrasyonel, fanatik ve kontrolden çıkmış şeklinde tanımladığını belirtmektedir.[24] Doğu Asya ve Orta Doğu'nun "oryantal" kültürleri, mistik ve çekici olarak tasvir edilmektedir. Tüm bu kavramlar ile biyoloji ve doğadan ziyade tensel ve duygusal aşırılık ön plana çıkarılmaktadır. Orta Doğu toplumları kanunsuz olarak görülmemekte; "despot" olarak değerlendirilmektedir. Bu bölgelerde yaşayan erkekler ve kadınlar arasındaki ilişki yalnızca cinsel değil, aynı zamanda patriyarkal ve sömürüye dayalıdır. Edward Said, Asya ve Orta Doğu halklarına yönelik bu görüşün Avrupa halklarının rasyonel, ahlaklı ve demokratik olarak görülmesi amacıyla stratejik olarak oluşturulduğunu savunmaktadır.
Said, oryantalizmi eleştirdiği eserinde ana akım Amerikan filmlerinde yer alan Müslüman ve Orta Doğulu kimselerin sık sık irrasyonel ve vahşi olarak tasvir edildiği konusuna değinir. 1992 tarihli bir Disney filmi olan Alaaddin'in ilk dakikasında tema şarkısı, Alaaddin'in "uzak bir yer / karavan develeri gezer / yüzünü sevmeyen kulağını keser / barbar, ama ev" şeklinde tanımlanan bir yerden geldiğini belirtir. Ayrımcılık karşıtı gruplar tarafından eleştirilen Disney, filmin video sürümlerinde bu şarkıyı değiştirmek zorunda kalmıştır. Başrolünde Arnold Schwarzenegger'in yer aldığı 1994 tarihli "Gerçek Yalanlar" filmi de dahil olmak üzere birçok gerilim filminde Araplara "Amerika'dan nefret eden, bomba ve rehin alma üzerine planlar yapan kötü karakter" rolleri verilmekte; Arap kadınlar ise sık sık dansöz olarak cinsellikleriyle ön plana çıkarılmakta veya sessiz, ezilmiş ve peçeler ardına gizlenmiş mağdur rolleriyle portre edilmektedir. Bu temsil ürünleri, oryantalist klişelerden beslenmekte ve bu klişeleri beslemektedir.
Primitivizm de, oryantalizm de Avrupalıların dünyanın bu köşelerini kolonize ederken geliştirilmiş kavramlardır. Amerikan Yerlilerin primitivist olduğu yönündeki bakış açısı, bu insanlara boyun eğdirmenin ve göçe zorlamanın bir gerekçesi olarak kullanılmıştır.
Popüler Kültürde Primitivizm ve Oryantalizm
Afrikalı birinin fotoğrafını en son ne zaman gördüğünüzü düşünün. Aklınızda bir kalkınma ajansı adına cömert bir bağış bekleyen, yırtık kıyafetler giyen şaşkın bakışlı bir kadın mı canlanıyor? Veya aklınıza Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nde veya bir başka Afrika ülkesinde yaşayan, bir çatışma bölgesinde AK-47'si ile poz veren bir çocuk asker mi geliyor? Afrika hala popüler olarak yoksunluk ve krizden geçilmeyen karanlık bir yer; Afrikalılar ise Batılı ve Beyaz insanların yardımına ve himayesi altına girmeye ihtiyaç duyan basit çocuklar olarak temsil edilmektedir. Elbette Afrika'da yoksulluk ve şiddetli çatışmaların hala kol gezdiğini, bu temsilin bir dereceye kadar doğru olduğunu düşünebilirsiniz.
Afrika kıtasında bulunan en sorunlu bölgeler, aynı zamanda Avrupa sömürgeciliğinin en güçlü ve şiddetli yaşandığı yerlerdir. Örneğin Belçika kralı Leopold II, günümüzde Demokratik Kongo Cumhuriyeti olarak bilinen bölgede yerel halklar üzerinde bir tiranlık kurmuş ve kârlı kauçuk ticareti amacıyla bu halkların köleleştirilmesine önayak olmuştur. Sömürgeci Avrupa devletleri, Afrika'nın diğer bölgelerinde belirli etnik gruplara ayrıcalık tanıyarak ve diğerlerini baskılayarak şiddet tohumları ekmiş; yerel halktan toprak çalmış, bu insanları rezervasyonlara hapsetmiş ve sömürgeci devlete vergi vermeleri için zorla çalıştırmıştır. Günümüzde Afrika'da şiddet ve çatışma gördüğünüz her yerde tüm sorunların kökenleri genellikle sömürgeci döneme kadar uzanmaktadır. Peki bu acı dolu geçmiş, Afrika'nın Amerika'daki temsillerinde kendine bir yer bulmakta mıdır?
Bunun yanında Afrika'da gelişmekte olan ekonomileri ve istikrarlı demokrasileri ile öne çıkan Gana ve Botsvana gibi parlak yerler de yok değildir. Gana'nın bir uzay programı olduğunu duymak sizi şaşırtır mı? Peki ya Kenya'da insan sayısından fazla cep telefonu olması? Birçok elektrikli aracın Afrika'da üretiliyor olması?
Benzer çarpıtmalar Amerikan Yerlilerine de uygulanmış ve bu insanlar tarihin bir kurbanı, fakir ve çaresiz, diğer ülkelerin yardımına ihtiyaç duyan kimseler olarak tasvir edilmiştir. Primitivist bakış, Amerikan Yerlilerinin müzelerdeki temsillerini şekillendirmektedir; bu müzelerde genellikle taş aletleri, geyik derisi kıyafetleri ve çadırlarıyla doğaya yakın, basit bir hayat yaşayan veya kabile savaşlarına katılan, vücutları canlı renklerle boyanmış mütevazı insanların dioramaları yer alır. Bu insanlar elbette günümüzde bu şekilde yaşamamaktadır; ancak herhangi bir insana "Amerikan Yerlileri nasıl insanlardır?" gibi bir soru sorulduğunda gözlerinde bu popüler imgeler canlanır. Aslen Amerikalı olmayan kimselerin Amerikan Yerlilerinin Avrupalı yerleşimcilerle temasları öncesinde ve bu temas sırasında ne gibi bir kültüre sahip olduğunu öğrenmeleri elbette önemlidir. Bununla beraber Amerikan Yerlisi toplumların çağdaş yaşam koşullarının ve uygulamalarının bu tarihi miraslarından ne kadar ve nasıl etkilendiğini anlamak da bir o kadar önemlidir. Popüler kültür, bu insanları pasif kurbanlar olarak görmek yerine bu insanlara karşı uygulanan kültürel şiddet türlerine karşı verdikleri dinamik ve yaratıcı tepkileri de içermelidir.
Örneğin Amerika'da Amerikan Yerlisi kamplarına ve metropollere kadar uzanan bir Amerikan Yerli mutfağı hareketi olduğunu biliyor muydunuz? Karlos Baca ve Sean Sherman gibi Yerli Gıda aktivistleri, kızarmış geyik bacağı ve akçaağaçlı kırmızı mısır pudingi gibi yemeklerle atalarının dengeli ve sağlıklı mutfak alışkanlıklarını hayata döndürmekte ve yeniden keşfetmektedir. Sherman ve ortağı Dana Thompson, bu amaca uygun olarak kâr amacı gütmeyen ve Yerli yemek kültürünü korumaya adanmış Kuzey Amerika Geleneksel Yerli Gıda Sistemleri (NATIFS) grubunu kurmuştur ve kabilelere Yerli mutfağı restoranları kurmaları için fırsatlar sunmakta; işsizliğin yüksek olduğu topluluklara iş ve kazanç sağlamaktadır.
Primitivizme benzer olarak oryantalizm de Amerikan ve Avrupa kültürlerinden nasibini almıştır. El Kaide'nin 11 Eylül 2001'de Amerikan hedeflerine yönelik saldırılarını takip eden yirmi yılda, Amerikan kültüründe oryantalizmin en belirgin örneği, tüm İslam halklarının fanatik ve şiddet yanlısı olduğu klişesi olmuştur. Bu klişenin Ortadoğu'daki İslami halklara ayrım gözetmeksizin uygulanması, 11 Eylül saldırılarıyla hiçbir ilgisi olmayan Irak'ın 2003'te Amerika tarafından işgal edilmesine büyük katkıda bulunmuştur. Siyasetçiler, bu işgali gerekçelendirmek için Irak'ın kitle imha silahları stoklayan vahşi ve irrasyonel bir ülke olduğunu öne süren oryantalist sava sığınmıştır. Bahsedilen kitle imha silahlarının olmadığı görülmüş, ancak savaş ilerledikçe Iraklı insanlar ya "yasadışı savaşçı", ya da zalim bir diktatörün pençesindeki kurbanlar olarak kategorize edilmiş; Amerikalı yetkililer ise Iraklıların kendilerini özgür kılmak ve demokrasiyi öğrenmek için Amerikan birliklerinin yardıma ihtiyaç duyduğunu öne sürmüştür.
Bu etnosentrik önyargı türleri, birçok Avrupalı ve Amerikalının yerkürenin büyük coğrafi bölgelerinde yaşayan insanlara yönelik görüşlerini çarpıtmaktadır. Diğer kültürleri bu şekilde yanlış anlamak, istenilen/beklenen şekilde sonuçlanmayan politikaların ve askeri harekatların başlatılmasına neden olabilir. Etnosentrik önyargı, bunların yanında çok kültürlü toplumlarda toplumsal gruplar arasındaki eşitsizliğe katkıda bulunur ve güçlendirir. Böylelikle belirli bir etnik kökene veya ırk kimliğine sahip insanlar çaresiz veya vahşi olarak görülebilmekte; eğitimlerinde, iş hayatlarında ve hukukta ayrımcılık ile karşılaşabilmektedir.
"Gericilik" Önyargısı
Primitivizm ve oryantalizmin buluştuğu bir ortak nokta, Avrupa ve Avrupa-Amerika kültürlerinin diğer kültürlere kıyasla daha ileri ve medeni olduğu düşüncesidir. Dünyanın çeşitli kültürlerinin bir sosyokültürel gelişmişlik ölçeğinde "en az gelişmişten en çok gelişmişe" doğru değerlendirilebileceği fikri, en az 19. yüzyıldan günümüze kadar Avrupa-Amerika düşüncesini domine etmiş; bu düşünceye bağlı olarak da Amerikan Yerlisi ve Afrika kültürleri en ilkel, Asya ve Orta Doğu kültürleri ise biraz daha gelişmiş, ancak Avrupa toplumları kadar medeni olmayan toplumlar olarak addedilmiştir. Nihayetinde Avrupa, insan gelişiminin zirvesi olarak görülmektedir.
Antropoloji, ilk zamanlarında bu etnosentrik düşünce biçminin güç kazanmasında rol oynamış; 19. yüzyıl antropologları, Avrupa medeniyet idealine ulaşmak için her kültürün belirli gelişim aşamalarından geçeceğini öne sürerek çeşitli gelişim hipotezleri ortaya atmıştır. Bu şemaların güçlü bir örneği, İngiliz antropolog Edward Tylor tarafından ortaya atılmıştır. Tylor, her bir kültürün "vahşilikten barbarlığa, barbarlıktan medeniyete" doğru ilerlediğini öne sürer. Bir aşamadan diğerine geçişin araştırmacılar tarafından gözlemlenememesi nedeniyle bu "evrimsel" şemalar büyük oranda hipotetik varsayımlara dayandırılmaktadır. Böylesi varsayımlar "koltuktan teori" olarak da adlandırılır.
Bazı antropologlar bu düşünce biçminin popülerleşmesinde rol oynarken bazı diğerleri ise bu düşüncenin yersiz ve yanlış olduğunu ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Örneğin Amerikan antropolog Franz Boas, yazılarında hiçbir kültürün gelişime bağlı değişim sürecinde izole olmadığının altını çizerek fikirler bir kültürden diğerine geçtikçe, kültürler birbirleriyle etkileşimde bulundukça geliştiğini öne sürer. Bunun yanında kültürel gelişim, Avrupa örneği ile tanımlandığı şekliyle bir "gelişim doğrusunu" takip ederek gerçekleşmemektedir. Kültürler, bazen bir şeyler yapmanın yeni yollarını benimseyerek, bazen eski yolları canlandırarak ve hayatlarına katarak birçok farklı şekilde değişir ve çeşitli yollarla kendi eşsiz tarihlerini yazar.
Antropolojinin 19. yüzyıl şemaları her ne kadar çürütülmüş olsa da bu şemaların temelinde yer alan Avrupa-Amerikan idealine doğru sosyokültürel ilerleme fikri antropolojinin dışına taşan yaygın bir etnosentrik önyargı olarak karşımıza çıkmaktadır. Birçok insan hala bazı ülkeleri "gelişmiş" ve "modern"; bazı diğer ülkeleri ise "gelişmemiş" ve "geri kalmış" etiketleriyle tanımlamaktadır. Burada bir dakika düşünün. Hangi ülkeler genellikle modern olarak değerlendirilir? Hangi ülkelere "gelişmemiş ülke" deriz? Bu etiketler ile ne kast edilmektedir?
Bu etiketler de köklerini Avrupa-Amerika değerlerinden almaktadır. Kapitalizm ve teknolojinin başını çeken bu ülkelerde maddi servet üretimi, herhangi bir toplumun birincil başarı kriteridir. Bu yaklaşım dahilinde daha çok ve daha az "gelişmiş" ülkeler arasındaki temel ayrım, aslında "daha zengin" ve "daha fakir" ülkeler arasındaki ayrımdır. Küresel ticaret ve endüstriyel kapitalizmin gelişmesi sayesinde zenginleşen Avrupa ve Amerika toplumları bu ölçüte göre en başarılı toplumlar olarak kabul edilmekte; Avrupa-Amerikan endüstriyel kapitalizmiyle ilişkilendirilen refah ve teknoloji düzeyine ulaşamamış toplumlar ise genellikle "gelişmemiş" olarak değerlendirilmektedir. Hiçbir endüstriyel faaliyeti bulunmayan toplumlar ise bazen "premodern" veya basitçe "geleneksel" etiketleriyle ele alınır.
Eski evrimsel şemalarda olduğu gibi bu düşünce şekli de her bir toplumun ekonomik kalkınmayı diğer toplumlardan izole bir şekilde kovaladığı fikrine dayanır. Fakir ülkelere "Eğer sıkı çalışır ve doğru ekonomik politikaları uygularsanız Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallıklar ve Almanya gibi siz de zengin olabilirsiniz!" mesajı verilir. Peki bu ülkeler nasıl zengin olmuştur? Kesinlikle kendilerini diğer toplumlardan izole ederek değil. Boas'ın öne sürdüğü kültürel etkileşim, ekonomik değişim konusunda da geçerliliğini korumaktadır. Avrupa ve Amerika toplumları, büyük oranda diğer toplumlar üzerinde baskı kurarak ve bu ülkeleri fakir bırakarak zengin olmuştur. Avrupa ükeleri, sömürgelerinden hammadde ve işgücü çıkarma yoluyla zenginleşecekleri bir küresel kapitalizm sistemi ortaya atmıştır. Bu sistem, sömürgeciliğin temelinde yer alır.
Kültür antropoloji Sidney Mintz, bu olguyu inceleyen birçok antropologdan birisidir. Mintz, Avrupalı tüccarların nasıl şeker üretimi ve tüketiminin temel alındığı oldukça kârlı bir sistem geliştirdiği sorusunu inceler.[25] Avrupalı tüketicilerin 17. yüzyılda şekere olan aşinalığının artmasıyla bu tüccarlar, Yeni Dünya'da Batı Afrika'dan taşınan kölelerin işgücünü kullanarak şeker kamışı tarlaları oluşturmuştur. Bu tarlalarda üretilen şeker, Avrupa'ya ve dünyanın diğer bölgelerine ihraç edilmiş; sistemi tasarlayan Avrupalı tüccarlara geniş bir kâr marjı bırakmıştır. Bu ticaretin tarlaların bulunduğu bölgelerde yaşayan insanlara bir faydası olmamış; bu amaç uğruna birçok köle acı çekmiş ve hayatını kaybetmiştir. Kakao, kahve, çay ve pamuk gibi küresel emtiaların imalatı için de benzer sistemler geliştirilmiştir. Bu ürünlerin bazılarının üretiminde köle işgücü, bazılarında ise küçük ölçekli çiftçiler kullanılmıştır; ancak sistem temelinde aynıdır. Birçok Güney Asya ve Afrika ülkesinin ekonomileri tamamen birincil emtia ihracatı çerçevesinde şekillenmiştir ve bu emtiaların üretimi, küresel boyuttaki ticaretinden kâr elde eden Avrupalı tüccarlar tarafından kontrol edilmektedir. Bu ülkelerin birçoğunun ekonomisi, sömürgecilik sonrası dönemde bile hala bu birincil emtiaların ihracatına dayanmaktadır.
Peki bu tarihi süreçler günümüz dünyasına yönelik kavrayışımızda ne gibi bir rol oynamaktadır? Avrupalı tüccarlar ve hükümetler, dünyanın işgal ve kolonize etmek istedikleri parçaları konusunda düşüncelerimizi stratejik yollarla şekillendirmiş; köle ticareti, plantasyon sistemi ve sömürgecilik yönetiminin gelişimini meşrulaştırmak amacıyla birçok Avrupalı olmayan toplumu "Avrupa hükümdarlığının medenileştirici gücüne muhtaç gerici insanlar" olarak yaftalamıştır. Bu önyargı, günümüzde dünyanın daha yoksul kesimlerine ve insanlarına yönelik yaklaşımlarda halen karşımıza çıkmaktadır.
Tüm bunlara karşın hakikat bambaşkadır. Sömürgecilik sistemi, Avrupalı tüccarların ve hükümetlerin dünyanın başkaca bölgelerinden kâr etmesi amacıyla oluşturulmuş küresel bir mekanizmadır. Avrupalı tüccarlar, bu yüksek kârlı ticaret üzerindeki kontrollerini sürdürebilmek için büyük bir çaba harcamış, yerel tüccarları pazarın dışına itmiş ve yerel rekabeti yasaklamıştır. Bu sistemin bıraktığı mirası günümüzde de, ticaretteki küresel Avrupa-Amerikan egemenliğinde de görebiliriz. Dünyanın zengin ve yoksul olarak ikiye ayrılması, bazı ülkelerin sıkı çalıştığı ve diğerlerinin "gerici" olması sebebiyle değil; küresel sistemlerin günümüze kadar varlığını korumuş eşitsizlik ilkeleri temelinde kurulmuş olmasıdır.
Antropolojide Önemli İsimler: Franz Boas (1858-1942)
Kişisel Tarih: Franz Uri Boas Almanya'da orta sınıf bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir (Peregrine 2018). Fizik ve matematik alanında doktorasını tamamladıktan sonra Kanada Kuzey Kutbu'na yapılan bir keşif gezisinde coğrafyacı olarak çalışmış; Baffin Adası'ndaki Yerli Inuit halklarıyla birlikte yaşamıştır. Boas, Amerikan yerlilerinin kültürüne duyduğu tutkuyla bir müzede çalışmak üzere Almanya'ya dönmüş ve yerli gruplar arasında etnografik ve dilbilimsel araştırmalar yapmaya başlamıştır. 1887 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ne gelir ve Massachusetts'teki Clark Üniversitesi'nde ilk antropoloji bölümünü kurar. Kariyerinin büyük bir kısmını Columbia Üniversitesi'nde antropoloji profesörü ve New York'taki Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nde küratör olarak geçirir.
Antropoloji Alanları: Boas, antropolojinin dört alanını birleştiren bütüncül bir yaklaşımı desteklemesine rağmen birincil olarak Kuzey Amerika'nın Kuzeybatı kıyısındaki Yerli halklar konusunda uzmanlaşmış bir kültür antropoloğudur. 1886-1900 yılları arasında Vancouver Adası'ndaki Kwakiutl halkına odaklanarak bölgede 29 aylık bir saha çalışması yürütmüştür. Yerli dillerindeki mitleri, şarkıları ve folklorü kaydetmiş ve yiyecek toplama ve sanat tarzları gibi kültürel faaliyetleri tanımlamıştır. Bu zengin etnografik verilerin dilbilimsel ve psikolojik yönlerine odaklanan Boas, yerlilerin bakış açılarını ve değerlerini anlamaya çalışır. Zamanının önde gelen antropoloğu olan Boas, etnografik gözlemleri titiz ayrıntılarla kaydetme yönündeki Amerikan geleneğini oluşturmuş ve kültürün içinden gelen bir bakış açısına ulaşma hedefini desteklemiştir.
Alandaki Başarıları: Boas, geç 19. ve erken 20. yüzyılda sosyal bilimler alanında dolaşan etnosentrik ve ırkçı teorilere güçlü bir şekilde karşı çıkmıştır. O dönemde yaşamış antropologlarının bazıları, her bir kültürün izole bir biçimde ortak "medeniyet" hedefine doğru ilerlediğini savunmaktadır ve bazı kültürleri bu doğrultuda "ilkel" veya "vahşi" olarak tanımlar. Bu modeli reddeden Boas, kendi çalışmalarından elde ettiği etnografik verileri kullanarak kültürlerin ortak bir amaç çerçevesinde izole bir biçimde gelişmediğini gösterir. Zira her bir kültürün eşsiz bir tarihsel gelişimi vardır ve kültürler, birbirleri arasında yeni fikir ve uygulamaları paylaşmakta olup devamlı bir değişim halindedir.
Çalışmalarının Önemi: Boas, Beyaz Irk Ayrıcalığı kavramına ilişkin teori ve uygulamaları desteklemek amacıyla antropolojik yöntemlerin kullanılmasından son derece rahatsızdır, ve hatta bu durum onu dehşete düşürmektedir. Bazı Amerikalı araştırmacılar, 19. yüzyılda çeşitli etnik gruplara ait kafataslarını ölçmüş; Amerika Birleşik Devletleri'ne Kuzey Avrupa'dan göçen insanların kafataslarının daha büyük olduğunu, dolayısıyla entelektüel açıdan daha üstün olduklarını öne sürmüştür. Boas, 1907 yılında ABD Göç Komisyonu için bir çalışma yürütmüş, 17.821 Amerikan göçmenin ve çocuklarının kafataslarını ölçmüştür. Bu ölçümlerin ardından ebeveynlerin ve çocukların kafa şekillerini karşılaştırmış ve çocukların yeni yaşam alanlarına ilişkin diyet ve sağlık hizmeti gibi çevresel faktörlere bağlı olarak kafataslarının daha büyük olduğunu bulgulamıştır. Bu bulgular, ırk teorisine güçlü bir darbe indirmiştir.
Boas, kariyeri boyunca ırkçılığa karşı durmuş; biyolojik farkların kültür, dil veya başarı konularıyla hiçbir ilgisi olmadığını savunmuştur.
Antropolojinin Eşsiz Yaklaşımı: Bütüncülük (Holizm)
2020 yılında COVID-19, dünyayı süpürüp geçmiş; 2021 Ağustos'a kadar neredeyse 210 milyon insan hastalanmış ve 4 milyondan fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Araştırmacılar, bu hastalığı atlatan insanların akciğer ve beyinlerinde hastalığın uzun vadeli etkilerini hala araştırmaktadır. Bazı araştırmacılar hastalığın artmış depresyon, anksiyete ve şizofreni riski gibi psikolojik etkileri olduğunu da keşfetmiştir.
Hastalığın etkileri tıp dünyası ile sınırlı kalmamış, topluluğumuzun tüm bileşenlerine ve gündelik hayatımıza tesir etmiştir. Dünyanın dört bir yanında bulunan toplumlarda insanlar evlerinden çıkamamış; kendilerini bu hastalık tehlikesine karşı "cephe alarak" korumuştur. İşyerleri halka kapılarını kapatmış, bazıları faturalarını ödeyemediği için iflas etmiştir. 2020 yılının mayıs ayına kadar neredeyse 50 milyon Amerikalı, pandemi sebebiyle işlerini kaybetmiştir. Hastalığın epidemisi, birçok insanın ölen insanların yasını tutması ve hastalar hakkında büyük endişeler duyması nedeniyle bir anda yas epidemisine dönüşmüştür. Hayatlarındaki bu değişim ve kesintiler nedeniyle stres seviyeleri yükselen yetişkinler alkole ve uyuşturucuya sığınmış; buna bağlı olarak bağımlılık oranları yükselmiştir. Aile içi şiddet artmıştır. Bazı Amerikalıların bu hastalığın ortaya çıkması ve yayılmasından Çin'i sorumlu tutmasıyla Asya-Amerikalılara karşı ırkçı şiddet artmıştır. Dünyanın her yerinde insanlar kendilerini daha yalnız hissettiklerini, arkadaşlarından ve aile bireylerinden koptuklarını bildirmiştir.
Tüm bu olumsuz gelişmeler arasında olumlu gelişmeler de yok değildir. Karantinalar nedeniyle insanlar arabalarını daha az kullanmış, bunun da bir sonucu olarak birçok kent bölgesinde hava kalitesi artmış ve birçok astım hastası rahat bir nefes alabilmiştir. Gece gökyüzüne bakan bazı insanlar, hayatlarında ilk defa yıldızları görmüştür. Bazı diğer kimseler ise karantina sırasında bir arada vakit geçiremediği arkadaş ve akrabalarının değerini anlamış; Zoom gibi yeni teknolojiler popülerleşmiş ve birçok insan FaceTime ve Skype gibi halihazırda mevcut teknolojilerden faydalanmayı öğrenmiştir. İnsanlar hastane ve huzurevlerinin yanında eczanelerde, hırdavatçılarda ve marketlerde çalışan "kilit çalışanların" topluma yaptığı değerli katkıların farkına varmıştır.
Peki bir virüs nasıl bu kadar fazla değişikliğe sebep olabilir? Toplumu oluşturan çok sayıda bileşen, karmaşık bir bütün meydana getirir. Bir alanda yaşanan büyük bir değişiklik, örneğin kamu sağlığı alanında yaşanan bu hastalık; aile, ekonomi, din ve politik sistem gibi diğer toplumsal boyutlarda zincirleme şekilde bir dizi değişimi tetikleyebilmektedir.
Bir Bütün Olarak Toplum
2010'lı yıllarda Afrika'nın belirli kırsal bölgelerinde bebek ölümü oranları büyük oranda azalmıştır. Araştırmacılar da bu olumlu trendi mutlulukla karşılamış, ancak başta herhangi bir açıklama getirememiştir. Anneler ve babalar, bebeklerinin sağlığı için farklı bir şey mi yapmaya başlamıştır? Afrika devletleri bebekler için daha iyi bir sağlık hizmeti mi sunmaya karar vermiştir? Yardım kuruluşları daha fazla kaynak mı sağlamaktadır? Tüm bu alanlarda herhangi bir anlamlı değişiklik yoktur.
Ancak bu bebek ölümlerinin azaldığı kırsal alanlarda değişen bir şey vardır; telefonların yaygınlaşması. Bu değişikliğin bebek ölümlerindeki düşüşle bir ilgisi var mıdır? Varsa nasıl bir ilgisi vardır? Araştırmacılar fark yaratan unsurun bir telefona sahip olma veya bir telefon kullanma olgusu olmadığı; telefonlar sayesinde mobil para transferi ve diğer finans işlemlerinin gerçekleştirilebildiği gerçeğinin bir fark yarattığı üzerine bir hipotez oluşturmuştur. İşin aslı gerçekten de böyledir! Gecenin bir yarısı bir bebeğin ateşlenmesi halinde bebeğin annesi, kendi ailesine mesaj atabilmekte; bebeğini hastaneye götürmesi ve tedavi ettirmesi için gereken parayı bu sayede bulabilmektedir. Nihayetinde daha hızlı bir tedavi, daha yüksek iyileşme olasılığı anlamına gelir. Bebek sağlığı ile doğrudan ilgili olmayan bir alan, bu alan üzerinde büyük etkilere neden olabilmektedir.
Antropolojinin kapsamı oldukça geniştir. Diğer disiplinler toplumun tıp veya teknoloji gibi tek bir alanına odaklanırken antropoloji, insan düşüncesinin ve faaliyetinin tesir ettiği tüm alanlar üzerine çalışır. Antropologlar da bütüncülük tekniğine başvurarak toplumsal hayatımızın görünüşte alakasız bileşenlerinin nasıl beklenmedik yollarla birbirlerini etkilediğini aydınlatmaya çalışır.
Amerikan ve Avrupa toplumlarında en yaygın evlilik şekli iki insanın birleşmesidir. Amerika'da birçok evlilik boşanma ile sonuçlanır. Birçok insan, boşandıktan sonra tekrar evlenerek bir "boşanma-evlenme-yeniden evlenme" döngüsüne, yani seri tekeşlilik döngüsüne girer. Bununla beraber diğer kültürlerde bir erkeğin birden fazla eşi olabilir. Bu konuya bir kültürdeki dominant evlilik şeklinin ahlak veya cinsiyet rolleri tarafından belirlendiği yönünde bir açıklama getirmek ilk bakışta cazip gelebilir. Ancak evlilik örüntüleri üzerindeki büyük etkilerden birisi, belirli bir kültürün gıda edinme yönünde takip ettiği stratejidir. Küçük ölçekli tarım kültürlerinde bir erkeğin iki veya daha fazla kadın ile evlenmesi zararlı otları yolma, sulama, gübreleme ve ekinleri koruma konularında yardımcı olacak daha fazla çocuğun dünyaya gelmesini sağlar.[26], [27] Dolayısıyla gıda üretimine çocukların katkıda bulunduğu kültürlerde bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi daha yaygındır. Ancak bunun da istisnaları bulunur; zira bir kültür içinde takip edilen evlilik biçimlerini etkileyen başkaca faktörler de bulunmaktadır.
Günümüz Amerika'sında ise insanlar tarlalarda değil; ofislerde, mağazalarda ve fabrikalarda çalışmaktadır. Çocuklar hane işgücü kaynağı olarak görülmemekte ve maaşlı işçi olarak çalıştırılmaları yönünde yasal izin verilmemektedir. Hatta buna da ek olarak her bir çocuk, sağlık, çocuk bakımı, özel ekipman, eğitim fırsatları ve pahalı oyuncaklar bakımından büyük bir kaynak yatırımı gerektirmekte ve buna uygun olarak hane bütçesinde bir delik olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, birden fazla kadın ile yapılan evliliğin beraberinde getirdiği doğum artışı, bir haneyi zenginleştirmek yerine yoksullaştıracaktır. Bunun yanında hızlı ve kapitalist ekonomi, esnek ve hareketli bir işgücünü gerektirmektedir. Amerikan işçiler işlerini her an kaybedebilir; dolayısıyla yeni bir iş bulmaya, taşınmaya ve tekrar bir eğitim almaya daima hazır olmak zorundadır. Birçok Amerikalı, çalışma hayatlarında belirsiz ve tehlikeli dönemler deneyimlemekte; bu koşullar da hane refahını, evlendiği partnerleri ve çocukları ile olan ilişkilerini etkilemektedir. Böylesi bir bağlam da daha küçük ailelere ve kırılgan evlilik bağlarının yaygınlaşmasına katkıda bulunur. Amerikan çalışma hayatındaki istikrar ve istikrarsızlık dönemleri; seri tekeşlilikte gözlemlenen evlilik ve boşanma döngüleri ile örtüşmektedir.
Bu iki örnek, antropologların üzerinde çalıştıkları kültürlere neden bu denli geniş bir bakış açısıyla yaklaştıklarını gösteren sayısız örnekten yalnızca ikisidir. Bir toplumun çeşitli boyutları, araştırmacının ilk bakışta anlayamayacağı şekillerde birbirlerini etkiliyor ve birbirlerinden etkileniyor olabilir. Dolayısıyla bir araştırmacının dar bir yaklaşım benimseyerek tek bir boyut üzerinde uzmanlaşması, çalıştığı boyutu şekillendiren daha büyük resmi kaçırmasına neden olabilir.
Tartışmanın, Çatışmanın ve Değişimin Kaynakları
Bütüncül analiz, yalnızca bir kültürün çeşitli özelliklerinin nasıl bir araya geldiğiyle değil, bir özellikte yaşanan bir değişimin diğerlerinde nasıl peş peşe değişikliklere sebep olduğu konusuyla da ilgilenir. Antropologlar genellikle analizlerine belirli bir kültürel grubun yaşamlarında deneyimlediği bir önemli değişikliğe odaklanarak başlar. Ardından, bu değişikliğin kültürün diğer boyutlarında dallanıp budaklanan etkilerini ortaya çıkarır.
Attiya Ahmad, 2017 tarihli çalışmasında Orta Doğu'ya hizmetçi olarak iş bulmak üzere göçen Güney Asyalı kadınları ve bu kadınların Kuveyt'te yeni bir kültüre ve yaşam koşullarına nasıl adapte olduğunu; ailelerine, kendi kültürlerine döndüklerinde yaşadıkları kopuşu konu almaktadır.[28] Bu ev hizmetçileri, Kuveyt'te çalışırken Arapça konuşmayı, ev gereçlerini kullanmayı, tamamen farklı bir mutfak yemeklerini yapmayı, İslamî norm ve uygulamalara saygı göstermeyi ve bir Kuveyt hanesinin kadın üyelerine biçilen uygun cinsiyet rollerini yerine getirmeyi öğrenmek zorundadır. Bu kadınlar, kadınların naram (yumuşak ve boyun eğen) olmasını gerektiren kültürel gereksinimlerle karşı karşıyadır ve hane üyeleriyle duygusal açıdan hassas ilişkiler kurar. Tüm bu etmenler, bu kadınlarda ciddi boyutlarda kişisel değişimleri tetikler; zira onlar, bir taraftan başarılı bir şekilde evlerine ekmek götürmekte, diğer taraftan insanlara boyun eğen kültürel "öteki" rolünü oynamaktadır.
Göçe yönelik motivasyon başta mali kaygılardır; okul, evlenme, sağlık ve diğer aile giderlerinin bir şekilde karşılanması gerekir. Kadınlar Kuveyt'te çalışırken aile üyeleriyle olan duygusal bağları zayıflasa, bu bağları korumak giderek zorlaşsa bile aileleri gönderdikleri paraya ekonomik açıdan bağımlı hale gelir. Kuveyt'te edindikleri deneyim çerçevesinde ciddi seviyede değişmiş bu kadınların içine doğdukları veya kurdukları aileler, bu kadınlar eve döndüklerinde evden ayrılmadan önce nasıl davranıyorlarsa o şekilde davranmalarını; hanelerinde uygulanan cinsiyet ve yaşa bağlı normlara riayet etmelerini bekler. Bu durumun yarattığı iç çatışma hissi ile kadınlar, aileleriyle tam manasıyla tekrar bütünleşememektedir. Bazıları özel da'wa (tebliğ) derslerine katılır ve aynı durumda olan diğer kadınlarla tanışır, İslam öğretilerinde ahlakî bir anlam bulanlar ailelerinin ve Kuveytli işverenlerinin itirazlarına karşı din değiştirir.
Tüm kültürler sürekli olarak değişmekte, bir alandaki küçük değişiklikler kartopu gibi büyüyerek o kültürün içinde ve ötesinde daha büyük değişikliklere yol açmaktadır. Bunun bir başka örneği de "Me Too" (Tür: "Ben de") hareketidir. Amerikan aktivist Tarana Burke'ün 2006 yılında cinsel taciz mağdurlarına yönelik bir empati ve dayanışma çağrısıyla başlayan bu hareket, Amerikan toplumunun pek çok alanına ve dünyanın dört bir yanına yayılmış bir hareket halini almıştır. Başta iyi bilinen ünlülere ve film endüstrisine odaklanan bu hareket, moda, kiliseler, finans sektörü, spor, tıp, siyaset ve askeriye alanlarında yaygın cinsel taciz ve saldırı konusunda bir farkındalık yaratılmasına aracı olmuştur. Aktivistler, hareket kapsamında özellikle uygunsuz cinsel davranışları ihbar eden çalışanlar başta olmak üzere tüm çalışanları korumaya yönelik yasal değişikliklerin yapılması için bir baskı uygulamaktadır. Bu kurumsal boyutlardaki patriyarkal ve şovenistik davranışlara ilişkin yapılan değerlendirmeler, gayrimeşru Amerikan romantizm ve flört alışkanlıklarının ciddi bir şekilde incelenmesine yol açmıştır. Hareket, Amerikanların erkek ve kadınların cinsiyet rolleri, uygun konuşma ve jestleri, sosyal ve özel hayat arasındaki ayrımlarına yönelik düşüncelerine meydan okumaktadır.
Hareket, Afganistan, Çin, Nijerya ve Filipinler de dahil olmak üzere en az 28 ülkede diyalog ve değişim süreçlerini tetiklemiştir. Ancak Amerikan aktivistlerin amaçlarının yerel cinsiyet ve cinsellik normlarıyla çelişmesi, bu küresel hareketin bu kültürel bağlamların her birinde farklı bir şekilde yorumlanmasına neden olmuştur. Buna bağlı olarak bazı kimseler, Me Too hareketini etnosentrik olarak eleştirmektedir. Örneğin hareket kapsamındaki değişim çağrıları, Fransız feministlerde bir yankı uyandırmış olsa da birçok Fransız harekete tepki göstermiş; bazı erkek ve hatta kadınlar, Fransız erkeklerin kamuya açık alanlarda cinsel açıdan kışkırtıcı yorumlar yapma ve kadınlara sürtünme hakkına sahip olması gerektiğini savunmuştur. Antropoloji, bu bağlamda bir kültürün sahip olduğu veya sahip olabileceği değer yargılarından bağımsız olarak incelediği olgulara tarafsız ve bilimsel bir açıklama getirme amacı güder. Dolayısıyla, birçok antropolog elbette Me Too hareketini desteklemektedir; ancak kültürlerarası karşılaştırma yöntemleri, bu cinsiyet temelli istismar ve saldırına karşı doğmuş kültürlerarası hareketin çeşitli kültürel bağlamlar çerçevesinde nasıl yorumlandığının ve uygulamaya konulduğunun anlaşılması amacıyla geçici olarak kişisel değerlerini bir kenara bırakmasını gerektirmektedir. Zira kişisel değerlerin bu şekilde bir kenara bırakılması, dış baskılar da dahil olmak üzere belirli bir kültürü oluşturan bileşenlerin birbirleriyle nasıl bir etkileşimde bulunduğunun anlaşılmasında temel bir rol oynamaktadır.
Kültürlerarası Karşılaştırma ve Kültürel Relativizm
Kültürel relativizm kavramı, bir kültürün her bir bileşeninin bu kültürün kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini öne sürer. Bu kavram, bir kültür içinde bulunan her bir inanç veya uygulamanın aynı kültür içindeki diğer inanç ve uygulamalar ile bir ilişki içinde olduğu anlamına gelir. Antropolojinin bu kavrama olan bağlılığı, antropologların belirli inanç ve uygulamaları izole bir şekilde ele almak yerine bu bileşeni oluşturan ve güçlendiren kültür bileşenlerini daha geniş bir pencerede ele almalarını gerektirir. Antropologlar, korsanlık ve gerilla savaşı gibi tartışmalı konuları incelerken bile yaptığımız şeyleri neden yaptığımızı belirleyen karmaşık kültürel ağa ışık tutmak amacıyla kişisel değerlerini bir kenara bırakır.
Relativizm "Her Yol Mübah" Demek Değildir
Relativizm kavramını eleştiren kimseler, kendi kültürlerine güçlü bir şekilde bağlı ve bu bağları geçici olarak bile bir kenara bırakmayan kimseler olup relativizmin ahlaksız olduğunu, bir kültürün zararlı ve yanlış olduğu düşünülen yönlerini kınamayı reddetmemize sebep olduğunu savunur. Bu kimseler için relativizm, "her yol mübah" anlamına gelir.
Bununla beraber kültürel relativizm, antropologlar için keşif ve analiz amaçlarıyla kişisel değerlerin kısa süreliğine askıya alınmasını gerektiren kapsamlı bir analiz biçimidir. Antropologlar elbette şiddet içeren veya sömürgeci kültürel uygulamaların iyi şeyler olduğunu düşünmezler, ancak bu uygulamaların ardında tahmin edebileceğimizden çok daha karmaşık yapılar olabileceğini göz önünde bulundurarak hareket ederler. Bu ifadeye uygun olarak da etnosentrik yabancıların yargı barındıran müdahalelerinin istemeden sık sık yarardan çok zarar getirdiği de altı çizilmesi gereken bir gerçektir.
Kültürel Relativizmin de Sınırları Var: Ahlak ve Aktivizm
Antropolojide kültürel relativizmin uygulanmasına yönelik çarpıcı bir örnek, kadın sünneti olarak da bilinen kadın genital mutilasyonunu (KGM) çevreleyen tartışmalardır. KGM, yaşlı bir kadının genç bir kadının cinsel organını keserek klitoris ve labiayı tamamen veya bir kısmını çıkardığı kültürel bir uygulama olup Afrika'nın ve Orta Doğu'nun bazı bölgelerinde yaygın olarak uygulanmaktadır. Uygulama, son derece acı verici olmakla kalmamakta; enfeksiyon, idrar sorunları, kısırlık ve doğumda komplikasyonlara da yol açabilmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler, KGM uygulamasını çocuklara yönelik bir şiddet biçimi, kadın sağlığına yönelik bir tehlike ve temel insan haklarının bir ihlâli olarak değerlendirmekte ve kınamaktadır. Bu uygulama, bu kuruluşlar nezdinde kadınlara karşı bir ayrımcılık biçimidir ve cinsiyetler arasında aşırı düzeyde bir eşitsizliği beraberinde getirmektedir. Uygulamanın yasaklanmasına yönelik çabalar, ebeveyn ve çocukları uygulama ile ilişkilendirilen tıbbi zararlar konusunda bilgilendirmeye odaklanmakta; bu bağlamda yerel yönetimler KGM'yi yasaklayan yasalar çıkarma ve bu faaliyette bulunan yaşlılara karşı cezai yaptırımlar uygulama yönünde teşvik edilmektedir.
KGM'ye karşı onlarca yıldır yürütülen kampanyalara rağmen bu uygulama yaygınlığını korumaktadır. KGM'ye yönelik kınamalar, yürütülen bu kampanyalar ve faaliyetler herhangi bir azalma sağlamıyorsa ne yapılabilir? Antropolog Bettina Shell-Duncan, kişisel fikirlerini bir kenara bırakarak bu konuya daha relativist bir bakış açısıyla yaklaşmış; KGM'nin bu denli kalıcı bir uygulama olmasını sağlayan daha geniş kültürel norm ve değerleri mercek altına almış, KGM'nin uygulandığı Afrika toplumlarında uzun süreler geçirerek KGM'nin neden bu insanlar için önemli olduğunu aydınlatmaya çalışmıştır. Kenya'nın kuzey bölgesinde yaşayan Rendille halkında birçok kişi erkek ve kadın bedenlerinin doğal olarak androjen olduğuna, yani kadın ve erkek parçalarının bir karışımı olduğuna inanmaktadır. Bir kız çocuğunun kadın olabilmesi için kadın cinsel organının erkek penisine benzeyen kısımlarının çıkarılması; bir erkek çocuğunun erkek olabilmesi için de erkek cinsel organının kadın cinsel organının kıvrımlarını andıran sünnet derisinin çıkarılması gerekmektedir.
KGM, diğer toplumlarda ise farklı nedenlerle değer görmektedir. Örneğin bazı Müslüman toplumlar, KGM'yi bir hijyen biçimi olarak değerlendirmektedir ve bir kadının Allah'a dua edebilmesi için temizlenmesi gerekir. Bazı toplumlar ise KGM'yi evlilik önceki seks ve evlilik dışı ilişkilerden caydırıcı bir yol olarak görmektedir. KGM'nin sömürgeci devletler tarafından yasaklandığı sömürge döneminde ise bazı Kenyalı kadınlar, sömürge otoritesine karşı bir başkaldırı olarak kendilerine KGM uygulamıştır. Bunun yanında KGM'nin birçok bağlamda yaşlı kadınlar tarafından teşvik ediliyor ve uygulanıyor olması, KGM'yi bu kadınların toplum içinde güç ve nüfuz edinmesinin bir yolu haline getirmektedir.
KGM uygulamalarında bulunan toplumlardaki insanlar, dış grupların bu uygulamayı yasaklamaya yönelik çabalarının ve enfeksiyon riski gibi tıbbi komplikasyonların genellikle farkındadır. Bununla beraber dış grupların uyarıları genellikle bu insanlar tarafından yeterli görülmemektedir; zira bu uyarılarda KGM'nin uygulanmasına yönelik kültürel gerekçeleri büyük oranda gözardı edilmektedir. KGM uygulayan insanlar, bu uygulamayı kadınlardan nefret ettikleri veya çocuklara zarar vermek istedikleri için yapmamaktadır. Shell-Duncan, bu çerçevede ebeveynlerin KGM'nin risk ve faydalarını tarttığını; genellikle bu prosedürün uygulanmasının çocukları için daha faydalı olacağını sonucuna vardıklarını öne sürmektedir.
Shell-Duncan, kişisel olarak KGM'yi eleştirmekte ve Nüfus Konseyi ile birlikte bu uygulamanın yaygınlığını büyük oranda düşürmeyi hedefleyen bir proje üzerinde çalışmaktadır. Kültürel relativizm, kendi değer sistemlerimizden kalıcı olarak vazgeçmemiz anlamına gelmemekte; başka kültürlerde bulunan tartışmalı uygulamaları tam manasıyla kavrayabilmek için kendi kültürümüzün norm ve değerlerini geçici bir süreliğine bir kenara bırakmamızı gerektirmektedir. Shell-Duncan da buna uygun olarak hareket etmiş ve iki önemli şey öğrenmiştir. Bunlardan ilki, KGM'nin bırakılmasına yönelik kampanyalarda genellikle anneler hedef alınırken ve bu kampanyalar dahilinde annelere tıbbi risklerin açıklandığı eğitim materyalleri sağlanırken sürecin uygulanmasına yönelik kararın yalnızca ebeveynler tarafından alınmadığı, geniş bir akraba ve arkadaş ağının kızın ailesine kızın iffetini, evlenebilirliğini ve doğurganlığını korumak amacıyla baskı yapabileceği gerçeğidir. Shell-Duncan'ın öğrendiği ikinci şey ise KGM uygulamasında bulunan insanların kızları için en iyi kararın bu olduğuna inandığıdır. Zira bu anne babalar da kızlarına saygı duyulmasını, hayranlıkla bakılmasını, temiz ve güzel kabul edilmesini, evliliğe ve çocuk doğurmaya uygun bulunmasını istemektedir.
Shell-Duncan, farkındalık kampanyalarının yerel norm ve değerleri KGM kültürünün bir parçası olarak görülüp göz ardı edilerek kınanması yerine bu kampanyaların bu norm ve değerleri de içerecek şekilde hazırlanmasının kampanyaları daha etkili kılacağını öne sürmekte; dış kuruluşların sarf ettikleri eforu tekrar gözden geçirmelerini ve bu kuruluşların birey boyutunda ebeveynlerden öte toplum boyutuna odaklanmaları gerektiğini önermektedir. Bazı kuruluşlar da bu çerçevede anti-KGM aktivistlerini bölgede yaşayan kadınların güçlendirilmesi ve KGM karşıtı hareketin yerelleşmesi amaçlarıyla yerel feminizm ve kadın grupları ile iletişim kurmaya yöneltmektedir. Konuya ilişkin bazı alternatif yaklaşımlarda uygulamanın klinik ve hastaneler gibi daha hijyenik ortamlara taşınması ve sürecin daha küçük kesikler veya sembolik çentikler gibi işlemlerle yapılarak şiddetinin azaltılması gibi aşamalı değişim biçimlerinin benimsenmesi yönünde baskı uygulanmaktadır.
Bu örnekte de görüldüğü üzere kültürel relativizm, ahlak dışı bir "her yol mübah" yaklşımı değil; kültürlerarası ilişkilerin oluşturulması ve daha derin bir kavrayış edinilmesine yönelik bir stratejidir. Bu temel oluşturulduktan sonra antropologlar, sahip oldukları aktivizm hedeflerini gözden geçirebilmekte ve diğer kültürden insanlarla ortak bir amaç çerçevesinde daha etkili bir şekilde çalışabilmektedir.
Kültüre İçeriden Bir Bakış
Bettina Shell-Duncan'ın KGM üzerine yaptığı çalışmalar, kendi değer ve fikirlerimizi bir kenara bırakıp bir konuyu doğrudan bu konudan etkilenen insanların bakış açısıyla görebilmemizin önemini gözler önüne sermektedir. Bu türde bir çalışma, bir başka grup veya bir başka kültürü çalışırken bağlam farklarını gözetmenin de gerekli olduğu anlamına gelir. Antropolojinin dört alanında çalışan antropologların tümü bu tekniği uygular. Örneğin kültür antropologları, kültürel yaşama ışık tutabilmek için insanlarla konuşur ve sosyal faaliyetlere katılır, arkeologlar ise tarihte farklı yerlerde yaşamış insanların sosyokültürel yaşantılarını yeniden yapılandırabilmek için eser ve fosillerden faydalanır. Antropologların tümü, bu farklı yöntemlerle aynı amaca ulaşmaya çalışır; belirli bir kültürü yaşayan insanların bakış açılarını anlamak; yani kültüre içeriden bir bakış atabilmek.
"Ötekinin" Temsili
Antropolojinin "kültüre içeriden bir bakış" sunmaya yönelik amacı tartışmalı bir konudur. Nihayetinde kendi kimliğimizi bir kenara bırakıp bir başka bakış açısını gerçekten anlamamız ne kadar mümkündür? Belirli bir kültür ile yetişmiş bir araştırmacı, bir başka kültürün üyesi olmanın neler hissettirebileceğini bilebilir mi? Kendi kültürleri üzerine çalışan antropologlar bile kendilerini diğer sınıf, etnik köken veya cinsiyet kategorilerinden insanlar üzerine çalışırken bulabilir. Kendi hayatınızdan çok daha farklı hayatlar süren insanların bakış açılarını isabetli bir şekilde temsil etmek gerçekten mümkün müdür? Peki ya etik midir? Böyle bir çalışma ne kadar geçerli olacaktır?
Beyaz Avrupalı ve Amerikan antropologlar, onyıllar boyunca kendi kültürlerinden çok daha farklı kültürleri temsil etme konusunda bu endişelerden hiçbirini gözetmeksizin araştırmalar yapmış ve etnografiler yazmıştır. Birçok erken dönem antropolog, Beyaz Irk Ayrıcalığı ve etnosentrizm düşüncelerine dayanarak uzun vadeli ve yoğun saha çalışmalarının yeterli olacağına, bu çalışmalar neticesinde çalıştıkları insanların bakış açılarını, kültürlerini benimseyebileceklerine inanmıştır.
Bu duruma bağlı olarak bu antropologlar, çalıştıkları batılı olmayan kültürlerin karmaşıklığını bu kültürleri yaşayan toplumlarda her bir insanın kültürel kaidelerini aynı şekilde anladığını ve yorumladığını; kurallar konusunda hiçbir zaman fikir ayrılıklarına düşmediklerini veya bu kuralların hiçbir zaman değişmediğini düşünerek yalnızca tek bir bakış açısına indirgemiştir. Antropolog Ruth Benedict, Japon kültürü hakkında 1946 tarihli kitabı Krizantem ve Kılıç'ta (İng: "Chrysanthemum and the Sword") Japonları imparatora saygı, utanç duygusunun rehberlik ettiği bir ahlak duygusu gibi ortak kişilik özellikleri çerçevesinde tanımlar.[29] Eleştirmenler, Benedict'in tümü II. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında hapsedilen birkaç kişinin ifadelerine fazla güvenmesi nedeniyle eserini eleştirmekte ve vardığı sonuçların çarpık olduğunu öne sürmektedir. Buna karşın her bir kültürün içinde genellikle birbirleriyle çelişen ve bu sayede sosyokültürel çatışma ve değişime önayak olan birçok farklı bakış açısı bulunmaktadır. Bu durumun bilincindeki çağdaş antropologlar, genellikle araştırmalarını birkaç farklı alt grup ve coğrafi bölgede gerçekleştirerek bu farklı arenalardan elde ettiği öngörüleri kapsamlı, dinamik ve karmaşık bir kültür potasında buluşturur.
Bu sorunun yanında karşımıza çıkan bir başka sorun da yerleşmiş önyargı sorunudur. Bu önyargı, araştırmacılar ve üzerinde çalıştıkları insanları kendileri fark etmeksizin etkiler. Örneğin yukarıda ele alınan bir Beyaz Amerikalı antropoloğun önceden Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmiş bir Afrika ülkesinde yaptığı araştırmayı ele alalım. Avrupa sömürgeciliği, sömürgecilik sonrası Afrika ülkelerinde Beyaz Irk Ayrıcalığına yönelik bir miras bırakmıştır. Erken dönem antropologları, ırk tabanlı güç dinamiklerinin araştırmalarını ve yazılarını ne yönde şekillendirebileceğinden ve çalıştıkları halkların temsillerini nasıl çarpıtabileceğinden genellikle birhaberdir. 1960'larda ise antropologlar, içeriden bir bakış açısının asla mükemmel bir şekilde elde edilemeyeceğinin farkına varmış ve bu sorunlar üzerine daha dikkatli düşünmeye başlamıştır. Nihayetinde insanlar olarak bakış açılarımız kendi enkültürasyon sürecimiz, etrafımızdaki dünyayı görme ve biçimlerimizden etkilenmektedir.
Peki içeriden bir bakış elde etmek mümkün değilse alanın bu ilham verici amacını tamamen göz ardı mı etmeliyiz? Bu soruya "evet" cevabını vermek, araştırmacıların yalnızca kendileri ile aynı sosyokültürel kategorilerde bulunan insanlar üzerine araştırma yapması ve makale yazması anlamına gelecektir. Bir başka deyişle bu görüşe göre Amerikalı antropologlar yalnızca diğer Amerikalılar hakkında araştırma yapabilir ve makale yazabilir. Peki tüm Amerikanlar aynı sosyokültürel kategoriye mi aittir? Manhattan'lı zengin bir Asya-Amerikan, Güney'in derinliklerinde yaşayan yoksul bir Siyahi topluluk hakkında araştırma yapıp makale yazabilir mi? Latin kökenli bir erkek, tüm toplumsal cinsiyetleri kapsayan bir Latinx/Latina/Latino grubu hakkında bir makale yazabilir mi? Bu kimlik çeşitliliği yalnızca Amerika'ya özgü bir durum değildir. Tüm kültürlerde insanlar, birden fazla sosyokültürel kategoriye dahildir ve birden fazla kimliğe sahiptir. Siz de kendi kültürünüzde belirli kriterler çerçevesinde "içeride", belirli kriterler çerçevesinde "dışarıda" olabilirsiniz. Dolayısıyla kimin kimi temsil edeceği sorusu, beraberinde birçok etik zorluk getirmektedir.
Bunun yanında "kendi insanlarımızı çalışmak" üzere bir köşeye çekilmek, aynı zamanda kültürlerarası araştırma ve genellikle bu araştırmaların sonucunda edinilen içgörü, empati, diyalog ve değişimlerden vazgeçmemiz anlamına gelecektir. Antropolojik kavrayış, Amerika'da diğer birçok önemli konunun yanı sıra cinsellik, aile ve ırk konularının baştan düşünülmesine ve incelenmesine önayak olmuştur.
Günümüzde kültürlerarası araştırma becerilerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Farklı toplum ve kültürlerin mükemmel düzeyde temsilleri belki mümkün olmayabilir; ancak birçok antropolog, disiplinin temelinde bulunan tarihi ve iktidara ilişkin sorunları ele almak üzere yenilikçi yöntemler keşfetmiştir. Bu antropologların hedefi "mükemmel etnografiye" ulaşmak değildir; etik bir şekilde ve işbirliği halinde çalışarak çağdaş bir kültür antropoloğu olan Nancy Scheper-Hughes'in ifadesiyle "yeterince iyi etnografiye" ulaşmaktır.
İşbirlikçi Temsil Yöntemleri
Temsil konusunda yukarıda ifade edilen zorluklarla karşı karşıya olan birçok antropolog, çalıştıkları birey ve gruplarla işbirlikçi yöntemlerle yaklaşmaktadır. İşbirlikçi etnografi, kültürel antropoloji içinde kökenleri Amerikan Yerlilerini konu alan Avrupa-Amerikan etnografilerine kadar uzanan köklü bir geçmişe sahiptir. Antropologlar genellikle çalışmalarına çevirmen veya saha asistanı tutarak başlar; bu ilişki de zaman içinde çok daha işbirlikçi bir hal alır.
20. yüzyılın başlarında Omaha halkları üzerinde çalışan antropolog Alice Cunningham Fletcher, genç bir Omahalı olan Francis La Flesche ile çalışmaya başlar. Bu işbirliği sayesinde La Flesche de bir etnograf olmuştur. O zamanların birçok antropoloğu yerel işbirlikçilerine yalnızca bir atıfta bulunmakta, hatta bazen bunu bile çok görmektedir. Ancak La Flesche, Fletcher ile yaptığı çalışmalar sonucu yazılan Omaha Kabilesi (1911) (İng: "The Omaha Tribe") isimli etnografinin ortak yazarı olmuştur.[30]
Günümüzde ise antropologlar, çalıştıkları kişilerle birçok şekilde işbirliğinde bulunurlar. Örneğin bazı antropologlar, bu kişilere çalışmalarını okutmakta veya editörlük yaptırmakta ve bazen yayınlanmış etnografilerine halkın yorumlarını dahil etmektedir. Bazı diğerleri ise etnografilerinin belirli bölümleri hakkında yerel bir geribildirim almak üzere odak gruplar oluşturmaktadır. Bazıları, çalışmalarının ana tema ve çıkarımları hakkında fikir alışverişinde bulunmak amacıyla topluluk buluşmaları veya forumlar düzenlemekte; Fletcher gibi diğerleri ise yerel halk üyelerini kitap ve makalelerine eş yazar olarak dahil etmekte ve işbirliği yapmaktadır. Bu yöntemler etnografileri daha isabetli kılarak, birden fazla bakış açısını destekleyerek ve etnografileri çalışılan toplumlar ile daha alakalı bir hale getirerek etnografiyi güçlendirir.
İşbirliği çalışmaları aynı zamanda etnografinin kişisel boyutlarına da dikkat çeker. Birçok çağdaş antropolog, saha çalışması sürecinden "gerçekleri" çıkarmak yerine araştırmalarında karşılarına çıkan belirli insanları, içgörülü konuşmaları ve işbirliğine dayalı uygulamaları tanımlamaya odaklanır. Bu tür bir temsil neticesinde kültür, her biri ilgili kişinin toplumdaki yeri tarafından belirlenen bir dizi kişisel bakış açısının yer aldığı bir takım yıldızı şeklinde temsil edilir. Antropologlar bununla da kalmamakta, etnografinin araştırmanın amacı ve hedef kitlesinin yanında araştırmacının kişisel geçmişi ve kimliği tarafından da şekillendiğini kabul etmektedir. Buna bağlı olarak işbirliği içinde bulunan antropologlar, araştırmalarını genellikle birinci tekil şahısta tanımlamakta ve kendi kişisel ve kültürel önyargılarının araştırmalarını nasıl etkilediğini açıkça kabul etmektedir.
Antropolog Luke E. Lassiter, Güney Oklahoma bölgesinde yaşayan çağdaş Kiowa topluluklarının şarkı ve dansları üzerine yaptığı çalışmada işbirlikçi bir yaklaşım benimser. Henüz çocukken izciliğin bir kolu olan Ok Nişanı (İng: "Order of the Arrow") sayesinde Kiowa şarkılarıyla tanışan Lassiter, İzci Öğretilerinde yer alan Amerikan Yerlisi temsillerini aşarak powwow'lara (Tür: "kabile toplantısı") katılmaya başlamış, şarkıcılarla tanışmış ve Kiowa kültürü hakkında daha fazla bilgi edinmiştir. Lassiter, ünlü Kiowa sanatçısı Billy Evans Horse ile yakın arkadaş olmuştur. Horse, Lassiter'a Kiowa şarkılarını söylemeyi öğretmiş ve Lassiter'ı Kiowa kültürüne olan ilgisini lisansüstü düzeyde de sürdürmesi yönünde desteklemiştir. Lassiter, çalışmasında Kiowa şarkı ve danslarına yönelik kendi tanımlarına öncelik vermek yerine yerel işbirlikçilerinin bireysel deneyim ve düşüncelerini; şarkıların topluluk içinde nasıl yaratıldığını, aktarıldığını ve yorumlandığını ön plana çıkarır.[31]
İşbirliğine dayalı antropoloji, daha etik ve isabetli olmakla kalmaz, aynı zamanda sosyal açıdan daha hassas ve daha politiktir. Antropologlar bir çalışmaya eşit düzeyde katkıda bulunduklarında genellikle çalıştıkları toplumların refahına toplumsal ve politik düzeyde de dahil olurlar. Bu durum angaje antropoloji, halk antropolojisi, antropolojik savunuculuk ve uygulamalı antropoloji (İng: "engaged anthropology", "public anthropology", "anthropological advocacy", "applied anthropology") gibi terimlerle de ifade edilmektedir. Çalışılan toplumlar toprak, gıda güvenliği, sağlık veya insan haklarının ihlali gibi zorluklarla karşılaştığında birçok antropolog, genellikle halka açık konuşmalar yaparak, duygu yüklü etnografiler yazarak, mahkemelerde tanıklık ederek, protestolara katılarak ve somut yardım yapabilecek kuruluşlarla koordinasyon sağlayarak bu insanların çıkarlarını çeşitli şekillerde destekler. Örneğin antropolog Stuart Kirsch, Papua Yeni Gine'de bulunan bir Yonggom köyünde büyü ve büyücülük üzerinde araştırma yaparken yakınlarda bulunan bakır ve altın madenlerinden kaynaklanan kirliliğe yönelik bir endişe duymaya başlamış; çalıştığı topluluk, çevrelerini korumak üzere harekete geçtiğinde madenin Avustralyalı sahiplerine karşı açılan davaya dahil olmuş; bir sosyal ve çevresel etki çalışmasına katkıda bulunmuş, etkilenen toplumları temsil eden avukatlara danışmanlık sağlamış; yerel medya ve akademik yayınlarda konuşmalar yapmış ve madenden kaynaklanan kirliliğin neden olduğu çevresel sorunlara bir açıklama getirmiştir.[32]
Kültürlerarası Yollar, Ortak Hedefler
Paylaştığımız bu dünyada karşı karşıya olduğumuz sorunları bir düşünelim. İklim değişikliği, insanların yaşamını ve bitkilerin, hayvanların biyoçeşitliliğini tehlikeye atmaktadır. Derinliklerimize işlemiş eşitsizlik, ülkeler içinde ve arasında ırk, etnik ve sınıf çatışmalarını alevlendirmektedir. Bunlar küresel, ülkelerarası, kültürlerarası sorunlardır ve insanlar, bizi ayıran sosyokültürel sınırları aşarak iletişim kurmanın ve işbirliği yapmanın yollarını bulmalı ve bu süreçte güç dinamiklerini daima göz önünde bulundurmalıdır.
Peki böylesi bir amaca nasıl ulaşılabilir? Antropoloji, bize bir başka kültüre veya kendi kültürümüz içinde bir başka gruba ait olmanın nasıl bir şey olduğunu asla tam manasıyla anlayamayacağımızı söyler. Ancak, eğer bu küresel sorunları çözmek istiyorsak farklı sosyokültürel arkaplanlardan gelen insanlarla beraber çalışmalı ve birbirimizi mümkün ölçüde anlamaya çalışmalıyız. Uzun vadeli saha çalışmaları ve kültürlerarası işbirlikleri, kültürlerarası kavrayışın zorluklarına getirilmiş mükemmel çözümler değildir; ancak bunlar, iyi birer başlangıç noktasıdır. Antropolojik yöntemler ve içgörüler insanı ve insanlığı değiştirecek güce sahiptir ve insanları küresel sorunların çözülmesi yönünde gerekli empati ve diyalog kurma becerileri ile donatabilir.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 2
- 1
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- Çeviri Kaynağı: Libre Texts | Arşiv Bağlantısı
- ^ W. R. Haas, et al. (2015). Hunter-Gatherers On The Eve Of Agriculture: Investigations At Soro Mik’aya Patjxa, Lake Titicaca Basin, Peru, 8000–6700 Bp. Cambridge University Press. doi: 10.15184/aqy.2015.100. | Arşiv Bağlantısı
- ^ D. Miller. (2021). The Global Smartphone. ISBN: 9781787359611. Yayınevi: UCL Press.
- ^ M. Brown, et al. (2022). Wins And Losses In Intergroup Conflicts Reflect Energy Balance In Red-Tailed Monkeys. The Royal Society. doi: 10.1098/rstb.2021.0152. | Arşiv Bağlantısı
- ^ J. Halvaksz, et al. (2015). Another Kind Of Gold: An Introduction To Marijuana In Papua New Guinea. Wiley, sf: 209-219. doi: 10.1002/j.1834-4461.2006.tb03051.x. | Arşiv Bağlantısı
- ^ C. Schaik. (2004). Among Orangutans: Red Apes And The Rise Of Human Culture. Bibliovault OAI Repository. | Arşiv Bağlantısı
- ^ L. A. Isbell. (2009). The Fruit, The Tree, And The Serpent: Why We See So Well. ISBN: 9780674033016.
- ^ P. G. T. Dillehay. (2018). Where The Land Meets The Sea: Fourteen Millennia Of Human History At Huaca Prieta, Peru. Austin: University of Texas Press, sf: 1122-1124. doi: 10.15184/aqy.2018.121. | Arşiv Bağlantısı
- ^ E. Tourigny, et al. (2020). Humanity’s Best Friend: A Dog-Centric Approach To Addressing Global Challenges. MDPI. | Arşiv Bağlantısı
- ^ B. Malinowski. (2014). Argonauts Of The Western Pacific (Routledge Classics). ISBN: 9780415738644.
- ^ D. B. Edwards. Caravan Of Martyrs: Sacrifice And Suicide Bombing In Afghanistan. ISBN: 9780520303461.
- ^ J. S. Bielo. Ark Encounter: The Making Of A Creationist Theme Park. ISBN: 9781479842797.
- ^ S. Mohr. Being A Sperm Donor: Masculinity, Sexuality, And Biosociality In Denmark. ISBN: 9781785339462.
- ^ K. M. Millar. (2018). Reclaiming The Discarded: Life And Labor On Rio's Garbage Dump. Yayınevi: Duke University Press.
- ^ T. Heatherington. (2010). Wild Sardinia. ISBN: 9780295989990. Yayınevi: University of Washington Press.
- ^ C. G. Ball. Exchanging Words: Language, Ritual, And Relationality In Brazil's Xingu Indigenous Park. ISBN: 9780826358530. Yayınevi: University of New Mexico Press.
- ^ E. S. Carr. (2010). Scripting Addiction: The Politics Of Therapeutic Talk And American Sobriety. Scripting Addiction. doi: 10.1515/9781400836659. | Arşiv Bağlantısı
- ^ J. B. Torres, et al. Genetic Ancestry (New Biological Anthropology). ISBN: 9780367026240.
- ^ A. Fuentes. Race, Monogamy, And Other Lies They Told You: Busting Myths About Human Nature. ISBN: 9780520269712.
- ^ N. G. Jablonski. (2006). Skin: A Natural History. Yayınevi: University of California Press.
- ^ SpringerLink. Encyclopedia Of Global Archaeology. Alındığı Tarih: 10 Haziran 2024. Alındığı Yer: SpringerLink doi: 10.1007/978-3-030-30018-0. | Arşiv Bağlantısı
- ^ A. Singleton. (2016). Code And The City. ISBN: 9781315685991. Yayınevi: Routledge.
- ^ L. Ralph. Renegade Dreams: Living Through Injury In Gangland Chicago. ISBN: 9780226032719.
- ^ H. M. Stanley. (1878). Through The Dark Continent. Yayınevi: Harper and Brothers Publishers.
- ^ E. W. Said. (1979). Orientalism: Western Conceptions Of The Orient. ISBN: 9780394740676. Yayınevi: Vintage Books/Random House US.
- ^ S. W. Mintz. (1985). Sweetness And Power: The Place Of Sugar In Modern History. Yayınevi: Viking Adult.
- ^ E. F. Fabiyi, et al. (2007). Role Of Women In Agricultural Development And Their Constraints: A Case Study Of Biliri Local Government Area, Gombe State, Nigeria. Pakistan Journal of Nutrition, sf: 676-680. | Arşiv Bağlantısı
- ^ F. Dovring. (1977). Production And Reproduction: A Comparative Study Of The Domestic Domain. By Jack Goody. Cambridge: Cambridge University Press, 1976. Pp. Xiii, 157. 4.95 Paper.. The Journal of Economic History, sf: 1064-1065. doi: 10.1017/S0022050700095012. | Arşiv Bağlantısı
- ^ A. Ahmad. (2017). Everyday Conversions: Islam, Domestic Work, And South Asian Migrant Women In Kuwait. Duke University Press. doi: 10.1215/9780822373223. | Arşiv Bağlantısı
- ^ R. Benedict, et al. (1946). The Chrysanthemum And The Sword: Patterns Of Japanese Culture. ISBN: 9780618619597.
- ^ A. C. Fletcher, et al. (1911). The Omaha Tribe, Volume 1. ISBN: 9780803268760.
- ^ L. E. Lassiter. The Power Of Kiowa Song: A Collaborative Ethnography. ISBN: 9780816518357.
- ^ S. Kirsch. Engaged Anthroplogy: Politics Beyond The Text. ISBN: 9780520297951.
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/12/2024 18:50:40 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/16662
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.
This work is an exact translation of the article originally published in Libre Texts. Evrim Ağacı is a popular science organization which seeks to increase scientific awareness and knowledge in Turkey, and this translation is a part of those efforts. If you are the author/owner of this article and if you choose it to be taken down, please contact us and we will immediately remove your content. Thank you for your cooperation and understanding.