İnsan bilgisinin, ufak bir esintiyle yıkılması istenmiyorsa, üzerine kurulacağı dayanaklı bir temele oturtulması zorunludur. 17. yüzyılda, Orta Çağ değerler sistemine bir başkaldırı olarak tarih sahnesine çıkan “Rönesans” kendi düşünce sistemini geliştiriyordu. Düşüncelere otoriteye bağlanmadan düşünülebilme, anlaşılabilme ve açıklanabilme imkanını veren tek yöntemse gözlem ve deneydi. Ancak dönemin önemli düşünürlerinden olan ve Immanuel Kant’a kadar Orta Çağ “varlık” yorumunu taşıyacak olan Rene Descartes ne kadar deney ve gözlemle ilişkili olabilirdi?
17. yüzyılda, deney ve gözlemin nasıl yapılacağına ilişkin yöntem ve ilkelerin konulmaması, bu yöntemin yanlış bilgiler barındırmasına sebep oluyordu. Bu nedenle 17. yüzyıl sağlam bir yöntem bulma arayışlarına sahne oldu. Johannes Kepler, elips yörüngeleri keşfetmişti, ancak keşfini kinemanyetik olarak, yani salt matematiğe dayalı biçimde açıklamıştı. Galileo Galilei’nin eğilimi de aynı yöndeydi. Matematiğe olan bu yöneliş Rene Descartes için de ilgi çekiciydi ve o da Rönesans’ın otoriteye değil, bireyin kendi aklına güvenmesi gerektiğine inanıyordu. Bu sayede bireyden çıkan, bireyden çıkıp doğayı en net şekilde açıklayabilen tek şeyin bilginin temeli olması gerektiğini belirledi. Bu şey de matematik olmalıydı. Otoriteye bağlı eski düşünce temelleri artık reddedilmeli ve düşünsel miras kullanılmamalıydı. Rene Descartes yaptığı incelemeler sonucunda doğaya ilişkin bilgilerinde umulanın çok ötesinde yanlışlara sahip olduğunu gördü. Rene Descartes, gerçeği arayanların bir kez olsun her şeyden şüphe etmesi gerektiğini1 işte bu yüzden söylemiştir.