Zorunluluktan ve bunun kavranmasından, yani gönüllülükten…
Ahlak kelimesi Arapça kökenli bir kelimedir ve kökü HULK (doğuş) tur. Dilimizdeki halk kelimesi de buradan türemiş ve “DOĞANLAR” anlamına gelir. Ahlak da aynı kökenden ve doğuma, doğumuna (yani genetik kodlarına ve evrimine ) uygunluktur.
Bu açıdan baktığımızda ahlak kavramının aslında tüm canlılar için geçerli olduğu ve tek kıstasın söz konusu canlının var oluşu süresince, doğasına uygun (genetik kodlarına ve evrimine) yaşam sürüp sürmediğidir.
“Birine Ahlaksız demek hakaret midir, küfür müdür?” sorusuna çok az da olsa bu minvalde cevap veren vardır.
Ancak ekseriyet, dinlerin doğuşu ile birlikte , ahlak kavramının özünden uzaklaştırılarak, harici bir güç tarafından istenen normlar bütünü olarak insanlık tarihinin sahnesine girişine vesile olan inanç bağlamında cevap verme eğilimindedir ve hakaret, küfür sayar.
Burada iradi veya değil din olgusu ahlak kavramını çarpıtarak, özünden uzaklaştırarak ve fakat aynı anlama geliyormuş gibi, doğuş yerine yaratılış arka planı ile doğma eylemini bir yaratıcıya bağlamıştır.
İlk bakışta bu anlamıyla da olsa; doğma ile yaratılma sanki aynı şeymiş gibi algılansa da esasında aralarında asla uzlaşamayacak denli fark vardır. Biri doğanın yasalarını temel alır. Aklı ve bilimi önceler. Buna bağlı olarak evrim der ve bu kavramı ( AHLAK KAVRAMINI) insan ile sınırlamaz.
Diğeri ise inanç temelli bir yaratıcıyı işaret eder ve ahlakı doğuşa değil yaratılışa uygunluk olarak tarif edip “en üstün vasıflı” insan ile sınırlar. Burada ahlaka dair kural ve kaideler artık kutsaldır, tartışılamaz, sorgulanamaz…
Ancak buna rağmen modern toplumlar her yeni konumlanışlarına denk gelecek şekilde ahlakı yeniden tanımlasalar da, toplumdan topluma ve aynı toplum içinde zamanla değişebileceğine kanaat getirseler de son noktada işaret edilen yer yaratılıştır ve dolayısı ile yaratıcıdır.
Ve evet son söz olarak; kavramların doğuş kökenine ( ki kavramlar kaynağını doğadan ve yaşamdan alır. Yaşamdan derlenen karışık verilerin zihnimizdeki derli toplu, alanlarına göre düzenlenmiş bütünlüklü kasaların şifreleridir, çağırdığımızda ilgili kasayı derli toplu önümüze getiren. Tıpkı bir kütüphane ve işinin uzmanı memuru gibi) sadık kalacaksak, ahlak canlılığa ve türe özgüdür, göreli değildir ve ancak evrime paralel değişir.
Nasıl ortaya çıktığına gelirsek: Ahlak doğuşa uygunluk olarak var olmanın zorunlu bir koşuludur. Bu zorunlu koşul hayatı aynı zamanda güven içinde sürdürebilmenin koşuludur. Haliyle bizler de toplumsal varlıklar oluşumuzdan kaynaklı bir arada yaşama zorunluluğu olan varlıklar olarak, bir arada yaşamanın kurallarını inşa etmemiz gerekir.
Bu kurallar öyle kurallar olmalı ki: Bir taraftan bizi güçlü kılacak birlikteliğimizin hem çimentosu olmalı hem de değişen koşullarımıza bağlı olarak değişimimize paralel değişebilecek esneklikte dinamik olmalı. Fakat her zaman amacı ve hedefi bizi bir arada tutmak ve güçlü kılmak olmalı.
İşte türümüzü bir arda tutan en önemli şey değerler silsilesidir. Bu değerler silsilesinin literatürdeki karşılığı ahlaktır. Yani doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ve nicesini nicesinden ayırmanın ortaklaşılmış kurallarıdır.
Bu kurallar aynı zamanda doğamıza da uygun olmalı ve değişen doğamız ile uyumlu olarak değişebilmelidir. Nitekim bugün tüm dünyada her ne kadar farklı farklı olsa da ahlak kurallarının tamamının temel özellikleri bunlar.
*Toplumsaldır.
*Toplumdan topluma ve aynı toplumda zamanla değişir.
*Yazısızdır.
*Toplumun çimentosudur.
*Tanrıyla da, dinle de alakası yoktur. (Çünkü onların kaideleri “değişmez”)
*Mesleklere yönelik modern karşılığı da etiktir.
Dolayısıyla çıkış kökeninde toplumsal olmanın zorunluluğu vardır ve ilk zamanlarda zayıf olan türümüzün doğa ve diğer hemcinsleri karşısında birbirini kollamasının zorunluluğunun yazılı olmayan anayasasıdır ve her tür hukuk metninden de eskidir. Hem de insanlık tarihi (en az 300 bin yıl) kadar. Oysa dinlerin tarih sahnesine çıkışı birkaç bin yılı bile geçmez.