Aslen 17. yüzyıl'da doğmuş ve yaşamış, 18. yüzyılın ilk yıllarında ölmüş olan Britanyalı empirist filozof John Locke’u, düşünceleri ve araştırma alanı sebebiyle 18. yüzyıl içinde değerlendirmek daha doğrudur. Locke, insanın bilgisinin sınırlarını sorgulamış, neleri bilip neleri bilemeyeceğimize ve bilgimizin kaynağına ilişkin bir soruşturma yapmıştır, yani “insanın anlama yetisini [anlık (understanding)]” soruşturmuştur. Bu soruşturma ise, onun ünlü yapıtı "An Essay Concerning Human Understanding" (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme) adlı yapıtında ortaya konulmuştur. Locke’a göre, bu konuyu araştırmak, zevkli ve yararlıdır çünkü insanı diğer varlıklardan ayıran şey “anlama yetisi”dir ve bu konu sırf bu sebeple bile araştırılmaya değer bir şeydir.[3] Locke’un bu araştırmaya girmekteki amacı insan bilgisinin kaynağını, kesinliğini ve genişliğini, bununla birlikte sanının, inancın ve onaylamanın temellerini araştırmaktır. Bu araştırma, Locke’a göre yararlı bir araştırmadır çünkü insanın zihninin sınırlarını bilmesi, kavrayışını aşan şeylere karşı daha sakınımlı davranmasını sağlar; insan bu yolla sınır noktasında durur ve sınır dışına çıktığında, bilgisizlik içinde kalacağını bilir.[3] insan zihninin sınırlarını bildiğinde aslında neleri bilip neleri bilemeyeceğini de bilmiş olur. Locke, bu araştırmaya ilk olarak ideler ve onların kökenlerini sorgulayarak başlamıştır. Bu yazıda onun, doğuştan idelerin olduğu görüşüne ilişkin eleştirisi, idelerin kökenine ilişkin söyledikleri ve birincil-ikincil nitelikler ayrımı ele alınacaktır.
Akılcı apriori bilgi yapısının köşe taşlarından biri, zihnin doğuştan itibaren bazı temel ilkeler ya da fikirlerle donatılmış olduğu anlayışıdır.[2] Bu anlayışın en net biçimini ise Descartes’ta yakalamak mümkündür. Locke, bu düşünceyi irdelemiş ve böyle bir şeyin söz konusu olmadığını söyleyerek insanın doğuştan herhangi bir ideye sahip olmadığını dile getirmiştir. Kimi insanlarda, zihnin başlangıçta kazanmış olduğu ve kendisiyle birlikte dünyaya getirdiği birtakım doğuştan idelerin bulunduğu görüşü yerleşmiştir. Eğer insanların sadece doğal yetilerini kullanarak doğuştan idelerin yardımı olmadan bütün bilgilerini nasıl edindiklerini gösterebilirsem, bunun, ön yargısız okuyucuları bu kabulün yanlışlığına inandırmaya yeteceğini sanıyorum.[3] Doğuştan ideler düşüncesine göre insanlar, dünyaya doğuştan ideler taşıyarak gelmektedir ve bu sav neredeyse her insan tarafından kabul görmektedir. Doğuştan idelerin olduğunu savunanlar tarafından en çok kullanılan uslamlama, “evrensel kabul uslamlaması”dır. Buna göre, tüm insanların doğru olarak kabul ettiği bazı temel ilkeler vardır (Cottingham, 2003: 83)[2]. Locke, bu genel kabulün, yine de idelerin doğuştan olduğuna dair bir kanıt oluşturmadığını söylemiştir.[3] Cottingham der ki: