Osmanlı Devleti'nde Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemi Modernleşme Çabaları: Değişim Rüzgarları ve Bilimsel Düşünce, Osmanlı'yı Nasıl Etkiledi?
Tanzimat devri Osmanlı’da genel olarak devlet ve toplum ilişkilerinin yeniden düzenlendiği bir zaman dilimini temsil etmektedir.
1839’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak da bilinen bir ferman ile devlet ve toplum arasında siyasal ve sosyal alanda birçok yeni düzenleme yapılmıştır. Bu ferman, padişahın eliyle değil dönemin önde gelen etkili devlet adamları tarafından yönetilmiştir. Tanzimat devrinde Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa gibi devlet adamları, bu süreçte oldukça ön plana çıkan figürler olarak karşımıza çıkmaktadır (Tanör, 1985: 13). Bu kişiler fermanın içeriği ve yürütülmesi ile ilgilendiği kadar, bunların benimsetilmesi ve halka aktarımı konusunda da çalışmalar yapan kişilerdir.
Reformcu devlet adamları arasında da Mustafa Reşit Paşa ön plana çıkmıştır. Reşit Paşa, 1834’de Paris’e tercümanların da arasında olduğu bir grup ile büyükelçi olarak gönderildi. Paşa, Paris’te iken, Fransızca dilini ve kültürünü öğrenmek için oldukça büyük bir çaba göstermiştir. Abdülmecit tahta geçtiği sırada ise Londra’da görev yapıyordu (Lewis, 1998: 106). Yurtdışı görevleri sebebiyle kendisi Batı kültürünü yakından tanıma fırsatını bulmuştur.
Tanzimat Fermanı ve Osmanlı'da Modernleşme Çabaları
Tanzimat Fermanı, temel olarak bazı haklar ve sorumluluklardan oluşuyordu. Bunun dışında padişahın tebaasına karşı olan tutumu ve durumu üzerinde bazı düzenlemeler yaparak, toplumsal parçalanmanın önüne geçme çabasını temsil etmektedir. Fermana göre Padişah:
- Halkın can, namus ve malını güvence altına alacaktır.
- Vergilendirme sistemi üzerine yeni bir düzenleme getirilerek toplumdaki azınlıkların aidiyetleri arttırılmaya çalışılacaktır.
- Zorunlu bir askerlik sistemi kurulacak ve din, dil, ırk gözetmeksizin tüm Osmanlı halkının yasa önünde eşit olması yönünde hükümler getirilmiştir.
Fermanın ilan edilmesi üzerinde, iki temel kaygı dikkatimizi çekmektedir: Birincisi; Mısır sorunu ile ilgili olarak, Avrupalı devletlerin desteğini kazanma kaygısıdır. İkinci durum ise; Batı’da görev yapan Reşit Paşa’nın kültürel olarak Batı’daki azınlıklara yaklaşım tarzından etkilenmesidir (Zürcher, 1995: 79-80). Ayrıca Reşit Paşa’nın Paris ve Londra’da görev yaptığı sıralarda, orada azınlıklara sağlanan temel hak ve özgürlüklerden yola çıkarak, bunları Osmanlı topraklarına taşıma isteğini görmekteyiz. Paşa, bu şekilde, bağımsız olma yönünde kışkırtılan azınlıkların devlete olan bağlılığını güçlendirmeyi amaçlamıştır.
Bu dönemde reformların önündeki bir başka engel de Mısır sorununun devam etmesidir. Daha önce kendisine Mısır valiliğinin babadan oğula geçmesi hakkı verilen Mehmet Ali Paşa, bu tavizi daha da ileri götürerek kendisine Suriye ve Adana valiliklerinin de verilmesini talep etti. Bu problem de yine iki taraf arasında kalmayıp, konuya 5 devletin dâhil olduğu bir sorun haline gelmiştir. Nitekim, tarafların bu işin sonucunda, mevcut durumun sadece Mısır için geçerli olması şeklinde karara bağlanmıştır. Yani sadece Mısır için yönetimin babadan oğula geçmesi konusunda anlaşmaya varılmıştır. Osmanlı Devleti, kendisine bu konuda destek aradığı zamanlarda Avrupalı devletlere Tanzimat süresince yenilikçi adımlar atılacağını da taahhüt ediyordu (Shaw & Kural, 1983:88). Fakat tüm gelişmelere rağmen Mısır sorunu bu dönemde gündemde olmaya devam etmiştir. Modernleşme çabasında olan Osmanlı Devleti de sorunu çözmek adına mevcut durumunu Avrupalı devletlerin desteğini almak şeklinde kullanmıştır.
Eğitim Alanındaki Reform Çabaları
Toplumsal ve siyasi alanlarda bu gelişmeler olurken Osmanlı eğitim dünyasında da çok önemli reformlar yapılmaya çalışılıyordu. Bu reformlar değişik amaçlara hizmet edecek şekilde yapılıyordu. Yenilikler, genel olarak, Avrupalı devletler tarafından eski dünya düzenine devam etmeye çalışan bir devlet olarak görülen Osmanlı Devleti’nin artık sistematik olarak batılılaşma çabası içinde olduğunu göstermek ve bu sebeple yapılan baskıyı azaltmak amacıyla yapılıyordu.
Eğitim konusu, bu dönemde devletin içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarma aracı olarak da görülmüştür. Batılı devletlerin bilim ve teknolojideki ilerlemelerinin eğitim sayesinde olduğu net olarak anlaşılmıştır. Dolayısıyla eğitim meselesi devletin ana meselelerinden biri haline gelmiştir ve bu amaca hizmet edecek şekilde reformlar yapılmaya çalışılmıştır.
Eğitime Bilimsel ve Modern Bakış Çabası
Bu doğrultuda medreseler dışında ilk, orta ve yüksek eğitim şeklinde bir derecelendirmeye gidilip, düzenli bir eğitim süreci izlenilmeye çalışılmıştır ve eğitimin sadece İstanbul’da değil, taşrada da yapılması gerektiği anlaşılmıştır. Bu dönemde eğitim konusu, bir bilim dalı olarak değerlendirilip, bugünkü anlamda eğitim bilimi diyebileceğimiz tarzda kitaplar yazılmaya başlanmıştır. Yeni eğitim teknikleri, araç ve gereçleri temin edilip uygulanmaya başlanmıştır.
Bu dönemde de eski ve yeni kurumlar birlikte yürütülmeye çalışılmıştır. Eğitim, devletin parçalanmaması için gerekli olan birleştirici güç için de bir araç olarak görülmeye başlanmıştır. Osmanlıcılık ideali ile yurttaşlık bilinci ve bakış açısı, okullarda benimsetilmeye çalışılmıştır. Bu adımları ileri dönemlerde daha da ileriye taşımak adına, memurlar ve yöneticiler yetiştirilmeye çalışılmıştır.
Yine bu dönemdeki önemli gelişmelerden bir diğeri de meslek okullarının açılmasıdır. Bu okullarda öğrenciler belirli bir alanda teknik eğitime tabi tutulup bu sayede alanında uzman olabilecek niteliklere sahip kişiler yetiştirilmeye çalışılmıştır.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Tüm okullar için geçerli olan önemli bir diğer adım da 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi (Genel Eğitim Yönergesi) ile atılmış ve Osmanlıca, Türkçe eğitim dili olarak uygulanmıştır. Buradaki amaç ise modernleşme aşamasında olan bir devletin yabancı dillerin öğrenilmesi aşamasını beklemeden, bilim ve tekniğe kendi dilinde acil bir şekilde adapte olma isteğidir. Bu adım, daha sonra Cumhuriyetin ilanı ile Harf Devrimi’ne giden bir sürecin ilk kıvılcımıdır. Osmanlıcanın bir eğitim dili olması konusundaki eksiklik görülmeye başlanmış ve dilde sadeleşme çabaları başlamıştır.
Yapılan düzenlemelerden bir diğeri de öğrenci ve öğretmenlerin kıyafetlerinin düzenlenmesidir. Eğitim içerisinde daha önce bir ceza olarak uygulanan falaka cezası da bu düzenlemeler ile kaldırılmıştır.
Bu dönemde Osmanlı yöneticilerinin, halkın eğitiminin devletin yararına olacağını net olarak anlaması, tüm yeniliklerin temelini oluşturmaktadır (Akyüz, 2013: 157-159)
Tanzimat devri eğitim düzenlemeleriyle ilgili gözden kaçırılmaması gereken en önemli konulardan biri, devletin eğitime bakış açısında olan devrimsel değişimdir. Önceki dönemlerde devlet, kendi ihtiyaçları doğrultusunda yetenekli öğrencileri özel olarak oluşturduğu kurumlarda yetiştirip, eğitim sonrası görevlendirirdi. Toplumun eğitim ihtiyacı ve gerekliliği söz konusu olmayıp, sadece devletin ihtiyacı göz önünde bulunduruluyordu.
Tanzimat devrinde atılan hızlı modernleşme çabaları ile birlikte Avrupa bilim ve tekniği bir an önce yakalanmaya çalışılmıştır. Fakat atılan hızlı adımların kalıcı olması da istenen bir durumdur. Bu sebeple eğitim, toplumun tamamına yayılmalıydı. Gerçek anlamda önem verilen eğitim meselesi için devlet, bu dönemde cesur ve çağdaş adımlar atmaya çalışmıştır. Halkın cehaletini gidermek için birçok çalışma yapılması da kalkınmanın ve gelişmenin eğitim ile olacağının anlaşıldığını göstermektedir.
Zorunlu Eğitim
Tanzimat döneminde yapılan eğitim düzenlemeleri arasında en önemlilerinden biri de 1847 Talimatı ile birlikte 7 yaşına giren her çocuğun okula gitmesi zorunluluğudur. Aksi takdirde çocuğun velisi durumundaki kişiler cezalandırılacaktı. 7 yaşına basan çocuk, 4 yıl sıbyan mektebine ("ilkokula") ve 2 yıl Rüştiye mektebine ("ortaokula") gitmek zorundaydı.
Tüm bu yükümlülükler, 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile genişletilmiştir: Her mahallede Müslümanlar ve Hristiyanlar için ayrı olacak şekilde bir mektep bulunacaktı. Bu okullarda, dini derslerin yanı sıra, Osmanlı tarihi ve coğrafya vb. sosyal ve fenni dersler de verilecekti. Kızlar 6-10 ve erkekler 7-11 yaşlarında mektebe devam etmek zorunda olacaktı. Karma eğitim konusunda da bazı düzenlemelere gidilmiştir: Eğer bir yerde sadece bir sıbyan mektebi varsa, kız ve erkek çocuklar birlikte okuyabilecekti; fakat karışık oturmamaları şart koşulmuştur (Nurdoğan, 2016: 17-23).
Sıbyan mektebi ile ilgili yapılan bu değişikleri takiben, eğitimin bir sonraki aşaması olan Rüştiyeler ile ilgili de değişiklikler yapılmıştır. Osmanlı’da rüştiyeler, ortaöğretimin en alt düzeyindeki okullar olarak değerlendirilmiştir. Başlangıçta erkekler için açılan bu okullar, kızlar için de 1859’da İstanbul’da “Cevri Kalfa İnas Rüştiyesi” adıyla açıldı (Nurdoğan, 2016: 255). Bu okul, kızlar için açılan ilk orta dereceli eğitim mektebiydi.
Genel olarak, mekteplerde dini derslerin yanı sıra tarih, coğrafya, Osmanlı dili, Arapça ve Farsça ile birlikte seçmeli olarak Fransızca dersi verilmiştir. Osmanlı’da orta öğretimin en alt sınıfında rüştiyeler vardır. Burada alt düzeyde öğrenciler yer almış ve eğitimlerini sürdürmüşlerdir. İdadiler ise, ortaöğretimin orta düzeyindeki öğrenciler için uygun görülen sınıftır. Mekteb-i Harbiye öğrencileri bir sınava tabi tutulur ve orta düzeydekiler bu düzeyde eğitim görürlerdi. Bu okullarda kimya, resim, mantık, coğrafya ve Fransızca gibi dersler verilirdi (Akyüz, 2013: 164-168).
Bunlara ek olarak kurulan ve üst düzeyde eğitim veren ve Osmanlı’da kurulmuş olan ilk lise olan Mekteb-i Sultani bugünkü adıyla Galatasaray Lisesi 1 Eylül 1868’de açılmıştır. Okulun eğitim dili de Fransızca olarak belirlendi. Bu okulun kurulmasında Fransa’nın hem teşviki hem de zorlaması vardır. Fakat bunlara rağmen, Gayrimüslim ve Müslüman aydın sınıfının oluşmasında bu okulun büyük bir rolü olmuştur. Sultaniler, rüştiye okullarının üstüne 6 yıllık bir eğitim daha vereceklerdi. Okul tüm Osmanlı tebaasına eşit olarak açıktı.
Sultani seviyesinde açılan bir sonraki okul olan “Darüşşafaka”, ancak 1873 yılında açılmıştır. Bu okul ise başarılı fakat yoksul çocukların kabul edildiği bir lisedir. Bu okulda eğitim dili Türkçe olmuştur. Okulda Türk Subay öğretmenleri ücret almadan görev yapmışlardır (Ergin, 1977: 487-494).
Osmanlı’da ortaöğretimin kendi içinde sınıflara ayrıldığını görmekteyiz. Öğrenciler başarı seviyelerine göre ortaöğretim görmüşlerdir. Eğitim müfredatları birbirine yakın olmakla birlikte içerik ve kalite olarak birbirinden ayrılmıştır. Önemli derecelerden mezun olan kişiler daha sonra memur olmuş ya da çeşitli devlet görevlerinde bulunmuştur.
Tanzimat dönemindeki yükseköğretim kurma çabası ile ilgili teşebbüslerle ilgili olarak 1846’da bir karar alınır; fakat kurum ancak 1863’te açılabilmiştir (İhsanoğlu, 1992: 699-738). Bu okulda hem gayrimüslimler hem de Müslümanlar okuyacaktı ve okul dini öğretilerin dışında seküler bir yapıda olup, modern bilimlerinin öğretildiği bir yer olacaktı. Fakat okula her kademede rüştiyeleri bitiren öğrenciler alınınca, okul yükseköğretim kurumu olmaktan zorunlu olarak uzaklaşmıştır (Ergin, 1977: 545-563). Çünkü ortaöğretimi temsil eden rüştiyeler dahi kendi arasında 3 gruba ayrılmasına rağmen, bu okula alınacak öğrenciler genel olarak seçilmiştir. Bu okullara nitelikli öğrenci akışı sağlanamaması, okulun da niteliğinin zorunlu olarak gerilemesine sebep olmuştur.
Darülfünun, 1869’da tekrar yeni düzenlemelerle açılmıştır fakat bu girişim de çeşitli sebeplerle başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Başarısızlığın sebebi ise yetersiz olan mali kaynaklar, niteliksiz öğrenci kaynağı, hoca ve kitapların yetersizliğinin yanında, seküler eğitim vermeye çalışan bu okulda bazı grupların medrese zihniyeti ile hareket etmesi olarak gösterilebilir.
Yine bu dönemde kurulan ve muhtemelen en verimli okullar arasında Mekteb-i Mülkiye ve Mekteb-i Tıbbıye-i Mülkiye olarak gösterilebilir. Bu okullardan mezun olanlar sadece kendi alanlarında değil birçok bilimsel ve düşünsel alanda etkili olmuşlardır (Akyüz, 2013:170). Türk modernleşmesinin ivme kazanmasında çok büyük rollere sahip olanların, genel olarak tıbbiye ve mülkiyede iyi eğitim almış kişilerden oluştuğunu görmekteyiz.
Islahat Fermanı ve Modernleşme Çabaları
Osmanlı Devleti 1856’da ayrılıkçı isyanların önüne geçmek ve bir yurttaşlık bilinci kurmak amacıyla önemli bir adım atmıştır.
Islahat Fermanı, direkt olarak Hıristiyanlara ve bunun yanında diğer azınlık gruplara yönelik bir yenilik çalışmasıdır. Islahat Fermanı ile tekrardan verilen sözlerden anladığımız kadarıyla, Osmanlı’daki klasik millet sistemi değişmiş ve gayrimüslim tebaa ile devlet arasında yeni bir ilişki kurulmuştur. Zımmi olarak nitelendirilen tebaa, artık Müslüman tebaa ile eşit haklara sahip olmuştur. Bu durum, tabii ki geleneksel düzene alışkın Müslüman tebaa için pek hoş bir durum olarak görülmüyordu.
Çok gecikmeden konuyla ilgili halk arasında birçok problem çıkmıştır. Uzun bir süredir alışkın oldukları düzen korunamamış ve kendilerini zımmi tebaadan ayıran ayrıcalıklardan artık yoksun kalmışlardı (Bozkurt, 1996: 49-57). Gelenekçi yaşam biçimine ve düzenine alışkın bir toplum için yapılan her yenilik şaşkınlık yaratmaktadır. Atılan yeni adımlar Müslüman tebaayı iyice sinirlendirdi ve birçok toplumsal karşıtlık yarattı. Cidde olayları ve Suriye bunalımı gibi olaylarda duruma çok sert bir şekilde müdahale edilmek zorunda kalındı fakat artçı çatışmaların önüne geçebilmek, yapılan tüm düzenlemelere rağmen mümkün olmamıştır (Uçarol 1995: 212-216).
Özetleyecek olursak Tanzimat devrinde Osmanlı modernleşmesi çok büyük bir hızla devam etmiştir. Gelenekçi bir yapıda olan Osmanlı toplumu için, "radikal" denilebilecek birçok yenilik yapılmıştır. Bu dönemde eğitim alanında da dönemin siyasi atmosferine rağmen oldukça olumlu adımlar atılmıştır. Çeviri faaliyetleri ise belki de en çok dikkat çeken konuların başında gelmiştir. Eğitim ile paralel bir şekilde ilerleyen çeviri faaliyetleri sayesinde Osmanlı’da Batı’daki birçok gelişme hem tanıtılmış hem de tartışılmıştır.
Osmanlı'da Çeviri Faaliyetleri Yoluyla Modernleşme Çabaları
Çeviri faaliyetleri Osmanlı’da da olduğu gibi genel bir mantık olarak sizden daha uygar veya yüksek bir medeniyetin fikir, düşünce, bilim veya sanat alanında ortaya çıkardığı ilerlemeleri takip etmek adına yapılmıştır. Toplumlar, kendinden daha gelişmiş olarak gördüğü medeniyetlerden çeviri yaparak, bunu kendi kültür miraslarına katmak istemişlerdir. Bunun için kendi topraklarında da benzer çalışmaları tanıtıcı ve teşvik edici adımlar atmışlardır.
Bu mantıkla Dünya tarihinde çeviri hareketlerine genel olarak göz attığımızda, çeviri faaliyetlerinin toplumların köklü değişimler geçirmesine sebep olduğunu gözlemlemekteyiz. Örneğin Antik Yunan eserlerinin Araplar tarafından çevrilmesi, benimsenmesi ve geliştirilmesi ile birlikte 8. ve 11. yüzyılda İslam dünyasında çok önemli bilimsel gelişmeler olmuştur. Antik Yunan medeniyetinin, Arap dünyasına etkisiyle birlikte yaşanan aydınlanma son derece etkili olmuştur. Öyle ki Araplar, belli bir süre modernitenin ve uygarlığın temsilcisi konumuna gelmişlerdir.
Aynı şekilde Avrupa medeniyetinin oluşumunda da yine aynı izleri görmek mümkündür. Arap dünyasına geçişiyle inanılmaz bir değişim yaşatan Antik Yunan medeniyeti bu kez Arap dünyasından Avrupa’ya geçmiştir. Bu değişim ile birlikte Avrupa’da Descartes ve Francis Bacon ile başlayan aydınlanmacı düşünceye geçebilmiştir ve bunun sonucunda Rönesans ve Reform gibi birçok yenilik olabilmiştir. Fakat aynı medeniyet, İslam dünyasında kalıcı olamamıştır. Bunun sebebi ise İslam dünyasının bu medeniyeti yabancı görmesi ve benimseyememesidir (Sayılı, 1963: 5 - 15).
Osmanlı’da köklü değişimler yaratacak olan çeviri hareketleri ise matbaanın yerleşmesi ve gelişmesiyle başlayabilmiştir. Çeviri faaliyetlerinin önemini anlayan aydın sınıf, Cumhuriyet'in ilanı sonrası dahi bu faaliyetlere hız kesmeden devam etmiştir. Hasan Ali Yücel döneminde dünya klasikleri gibi eserlere yönelik yapılan birçok çeviri çalışması, bu faaliyete verilen önemin ne kadar fazla olduğunu anlamamız açısından önemli olmuştur. Çeviri eserler sayesinde toplumlar birbirleri arasında gerçekleşen sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmelerden haberdar olabilmişlerdir. Bu etkileşim sayesinde aydınlanma fikri dünya ulusları arasında ve Osmanlı topraklarında hızla yayılabilmiştir.
Tanzimat döneminde gerçekleşen önemli hususlardan bir diğeri de toplumu bir arada tutacak araçların aranmaya başlamasıdır. Çok uluslu bir toplum olan Osmanlı Devleti, bunun için birleştirici ya da toplumsal aidiyet duygusunu güçlendirecek birçok adım atmıştır. Fakat zamanın ruhu kaçınılmaz olarak ayrılıkçı fikirlerin güçlenmesine yol açmıştır. Tanzimat devri gelişmeleri, sonuç olarak kendinden sonra gelecek olan Meşrutiyet döneminin ve Cumhuriyetin ilanı ile sonuçlanacak tarihsel sürecin düşünsel temellerinin hazırlayıcısı olması sebebiyle de çok önemli bir dönemi temsil etmektedir.
Meşrutiyet Dönemi'nde Modernleşme Çabaları
Meşrutiyet Dönemi, genel olarak Osmanlı Devleti’nin parlamenter sisteme geçmeye çalıştığı bir dönem olarak değerlendirilmektedir. Parlamenter sisteme geçerek hem reformların yaptırılmasını bahane edip Osmanlı’nın iç işlerine karışma hakkını kendinde gören Avrupalı devletler engellenecek, hem de daha özgürlükçü bir sistem kurularak bağımsızlık isyanlarının çıkmaması sağlanacaktı. Öncelikli olarak bu amaçlarla hareket edildi ve dönemin aydınlarının da artık parlamenter sisteme geçmenin kaçınılmaz olduğunu söylemeleri ve bu düşüncelerinin Osmanlı üst bürokrasisinde karşılık bulması da gözden kaçırılmamalıdır.
Osmanlı'da Anayasa Arayışları ve Başarısızlık
Bu koşullara rağmen dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamit, parlamenter sisteme geçmek konusunda pek istekli gözükmüyordu. Sultan Abdülhamit, sorunların çözümünün tekrardan gücün tamamen sarayın eline geçmesiyle çözüleceğini düşünmekteydi. Ayrıca bu dönemde modernleşmenin temel unsurlarından biri olan, devletin vatandaşlarına vatandaşların da devlete karşı olan sorumluluklarını net olarak belirten bir anayasanın da gerekliliği vurgulanıyordu.
Bunun için ilk adım, 7 Ekim'de sultanın bir anayasa taslağının hazırlanması için izin vermesi ile atılmış oluyordu. Anayasa taslağı hazırlamak için Anayasa Komisyonu kurulmuş ve başkanlığına Mithat Paşa getirilmiştir. Komisyon, toplamda 28 üyeden oluşuyordu ve bunlar içerisinde kapsamı arttırmak adına bürokrat, ulema ve asker sınıfına ait kişiler vardı. Bu adımlar neticesinde taslak onaylandı ve hem Hristiyan hem Müslümanlardan oluşacak ve 3 yılda bir üyelerinin bir kısmının yenileneceği bir parlamentonun kurulması kararlaştırıldı. Bununla birlikte Osmanlı Devleti, ilk anayasasına 23 Aralık 1876’da kavuşmuş oldu.
Anayasa, toplamda 12 bölümden ve 119 maddeden oluşuyordu. Anayasanın 3. ve 4. maddeleri, padişahın ve halifeliğin mevcudiyetinin devamını garanti altına alıyordu. 5. maddesi ise padişahlık kurumunun kutsiyetini hatırlatıp, padişahın yaptıklarından dolayı sorumlu tutulamayacağını belirtiyordu. Yani padişahı herhangi bir şekilde kısıtlayan bir durum gözlenmiyordu. Padişah, bakanları atama ve görevden alma gibi yetkilere de sahipti. Padişahın yasa çıkarmak için parlamentoya danışması veya onayını alması da söz konusu değildi ve keyfi olarak yeni yasalar çıkarabiliyordu. Bunun dışında padişahın olağanüstü hal ilan etme hakkı da bulunuyordu ve bu hakkı kullanarak istediği zaman anayasal güvenceleri rafa kaldırabilirdi.
Görüldüğü üzere, anayasal hükümet sistemine geçme aşamasında olan Osmanlı Devleti, bu girişimine rağmen padişahın yetkilerinde herhangi bir kısıtlamaya gitmiyordu. Meclisten çıkacak her şey padişaha bağlıydı; fakat padişah, herhangi bir iradesinde meclisin onayı olmadan hareket edebilmekteydi. Yani meclisin padişah üzerinde herhangi bir denetim hakkı bulunmuyordu.
Bu şekilde ilerleyen bir süreç içerisinde, meclis 2 ayrı gruptan oluşmuştu. Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan olarak oluşturulan meclis, padişahın da katılımıyla birlikte açılmıştır. Meclis-i Ayan üyelerini doğrudan padişah seçerken, Meclis-i Mebusan üyelerini de halk seçmiştir. Meclis üyeleri, içerisinde bulundukları meclis grubunun kurallarının dışına çıkmadıkça, düşündüğü şeyi söylemekte özgürdü.
Bu şekilde anayasal sisteme geçmeye çalışan Osmanlı Devleti, içerisinde bulunduğu halkları bütünleştirici bir adımı da çıkarılan anayasanın 8. maddesine koymuştur. Buna göre, Osmanlı toprakları içerisinde yaşayan herkes Osmanlı devletinin bir vatandaşı olarak kabul görecekti. Bu yenilik ile birlikte yüzyıllardır devam eden millet sisteminin yeni düzende uygulanmayacağının da bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Ayrıca kişisel hak ve özgürlükler ve din seçme özgürlüğü de anayasal olarak güvence altına alınmıştır. Anayasada devletin resmi dini İslam ve resmi dili Türkçe olarak belirlenmiştir.
Bu anayasa ile devletin yüzyıllardır devam ettirdiği birçok yapı, yerini yeni düzene bırakmıştır. Tüm bu düzenlemeler ile birlikte Osmanlı Devleti içerisinde daha özgürlükçü bir ortam oluşmuştur. Ne kadar padişahın yetkileri kısıtlanmamış olsa da, eski anlayışın yıkılmasının önündeki engelleri kaldırdığı da göz önünde tutulmalıdır.
İmparatorluğun topraklarında parlamenter sisteme geçiş çalışmaları sürerken, gerek askeri, gerek sosyal sebepler ile padişah meclisi kapatma kararı aldı. Bu hak, kendisine anayasa tarafından tanınmıştı ve padişah yine anayasaya dayanarak meclisi kapatma kararı aldı. Bu kararının ardından Sultan II. Abdülhamit, otuz küsür yıl ülkeyi tek başına aldığı kararlarla yönetmiştir (Shaw & Kural, 1983:219-235).
Anayasal Dönemde Eğitim Alanındaki Gelişmeler
Bu dönemde eğitim alanında atılan en önemli adım, sanat ve meslek okullarının sayısının arttırılmasıdır. Özel eğitim denilince akla gelen ve Osmanlı topraklarındaki en zeki çocukların eğitim gördüğü Enderun mektebi dışında; çeşitli engellere sahip çocuklar için dilsiz, kör ve sağırlar için okullar açılmıştır. Eğitimin daha yaygın hale getirilmesi için birçok çalışma yapılmış ve kızların eğitime katılımı arttırılmıştır.
Eğitim alanında müfredatlar, öğretmenler ve kitaplar üzerinde çok sıkı bir denetim uygulanmıştır. Sakıncalı görülen fikirlere izin verilmemeye çalışılmıştır. Yine bu düşünce doğrultusunda özel okulların da denetim altına alındığını görmekteyiz. Buradaki anlayış değişikliği, eğitim vasıtasıyla Osmanlı vatandaşlığı kimliğini benimsetmektir. Yine bu dönemde eğitimin yetiştirmeyi umduğu "ideal insan" tipi, itaatkâr olan ve Tanzimat döneminde ortaya atılan Osmanlılık düşüncesini benimsemiş ve padişaha bağlı kişiler yetiştirmektir. Bu sebeple eğitim ve öğretimin tüm araçları bu amaca hizmet edecek şekilde düzenlenmiştir (Akyüz, 2013: 225-226).
Sultan II. Abdülhamit’in, değişimi ister istemez erteleyen tavrına rağmen aradan geçen 30 küsür senede, imparatorluk içerisinde ilerici düşüncelere sahip fikir hareketleri ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında en etkili fikir hareketi olarak Jön Türkler gösterilebilir. Jön Türkler, Sultan Abdülhamit döneminde parlamenter ve anayasal sistemi savunan aydın bir sınıfı temsil etmektedir. Bunlar arasında dönemin en etkili fikir adamları olarak gösterebileceğimiz Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Tunalı Hilmi ve Mizancı Murat gibi birçok önemli kişi vardır. Jön Türk hareketi, bulabildiği her imkânla birlikte, gerek dergilerde, gerek gazetelerde anayasal ve parlamenter sistemin gerekliliğini savunmuştur. Bu kişiler, çağın en etkili felsefi akımlarından biri olan pozitivizmi de son derece benimsemiş kişilerdi. Bu görüşlerini de çıkardıkları Meşveret ve Şura-yı Ümmet gibi birçok yayın organında dile getirmişler ve halkı aydınlatmaya çalışmışlardır (Hanioğlu, 2001: 584-587).
2. Meşrutiyet Dönemi
1908’e gelindiğinde, bir dizi askeri, siyasi ve sosyal gelişmeden sonra, 23 Temmuz 1908’de ikinci kez meşrutiyet ilan edilmiştir (Karpat, 1988: 37). Meşrutiyetin ilanı ile birlikte, halkın yönetimdeki temsil değeri artmıştır. Denetim sistemleri üzerinde, meclise karşı sorumlu olacak şekilde kurum ve yapılanmalara gidilmiştir. Sivil haklar ve özgürlükler arttırılmış, toplantı ve dernek kurma gibi haklar tanınmıştır. Yasama hakkı meclise, yürütme hakkı ise hükümete verildi (Birecikli, 2008: 219).
Meşrutiyetin ilanı sonrasında aydınlar sınıfı için ülkede benimsenen özgürlükçü anlayış bir fırsat olmuş ve batı medeniyetindeki birçok kültürel yenilik halkla buluşabilmiştir. Bu doğrultuda kadın hakları açısından birçok yenilik de yine bu dönemde meydana gelebilmiştir. Belediye nikâhı şartı ve 1917 Aile Hukuku Kararnamesi ile ikinci eş için ilkinin rızasının alınması şartı getirildi. Verilen haklar sayesinde farkındalık kazanan ve modern dünyada kadının sahip olduğu hakların bilincine varan Osmanlı kadınları, yeni hak ve özgürlük istemlerini gazete ve dergiler yayınlayarak duyurmaya başlamışlardır (Çakmak, 2011: 52-62).
II. Meşrutiyet döneminde eğitim alanında çok büyük ilerlemeler kaydedilememiştir. Çünkü imparatorluk, savaşlar ile meşgul olmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı sebebiyle eğitime yeterince önem verilememiştir. Bunlara rağmen kızlar için bir yükseköğretim kurumu açılabilmesi mümkün olabilmiştir. Orta ve yükseköğretimde kız çocuklarının eğitim alması için gerekli çalışmalar yürütülmüştür. Bu durumun zorlayıcı sebebi olarak, savaşlarda azalan erkek nüfusu yerine boşalan işgücü için eğitimli kadınlardan faydalanmak gibi bir düşünce yatmaktadır.
Ayrıca kütüphane sayılarında da önceki yıllara nazaran dikkate değer bir gelişme görebiliriz. Halkın eğitimi ve bilgiye erişimi için kütüphaneler yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Okul öncesi eğitime de önem verilerek anaokulları resmi olarak açılmıştır. Müfredatlar modernize edilmiş ve niteliği arttırılmaya çalışılmıştır. Daha önce eğitim sisteminin ortaya çıkartmak istediği ideal insan tipi ise Osmanlılık yerine Türkçülük olarak değişmiştir.
Tüm bu gelişmelerin ardından meşrutiyetin ilanıyla oluşan özgürlükçü ortam sayesinde fikir adamları yayın özgürlüğünü de kullanarak toplumun farkındalık seviyesini arttıran yayınlar yapabilmişlerdir. Avrupa bilim ve medeniyetini ellerinden geldiğince toplumlarına taşımaya ve tanıtmaya çalışmışlardır (Akyüz, 2013: 265-266).
Meşrutiyet Dönemi'nde meydana gelen Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı sebebiyle, dönemin şartları neticesinde reformlar arka planda kalmıştır. Osmanlı reformları genel olarak iyi bir amaca hizmet etse de yetersiz kalmıştır. Batının yakalamış olduğu bilimsel ivme, Osmanlı fikir ve düşünce dünyasında tam olarak karşılık bulamamıştır. Osmanlı Devleti yeni dünya düzenine ayak uydurma konusunda çağdaşı olan devletlerin gerisinde kalmıştır. Ayrıca gerek geleneksel görüşlerin aşılmasının zorluğu gerek reformlar için gereken halk desteğinin bulunamaması da bu durumun temel sebepleri arasında gösterilebilir.
Osmanlı’da Bilimsel Düşüncenin Gelişimi
Osmanlı’da bilimsel gelişmeler, 19. yüzyıl öncesinde daha yüksek bir kültür olarak görülen Doğu dünyasının takip edilmesiyle başlamıştır. Mısır, Suriye, İran ve Türkistan gibi dönemin bilimsel faaliyetlerde ileri düzeyde olan ülkeleri takip edilmiştir. Buradan alınan ilimler ise, medreselerde işlenmiştir. Medreselerde ise başlangıçta sadece dini eğitim verilirken Fatih ve Kanuni zamanındaki düzenlemeler ile hem dini hem fenni ilimlerin öğretildiği bir şekilde eğitim vermeye devam etmiştir.
Fakat modern Batı bilimi geliştikten sonra eski anlayış terk edilmiş ve bilimsel reformlarda örnek alınan medeniyet Batı medeniyeti olmuştur. Avrupa’daki bilimsel devrim ile birlikte Sanayi Devrimi, Osmanlı Devleti’nin yüzünü Doğu biliminden Batı bilimine doğru döndürmüştür. Batı medeniyetinin takip edilmeye başlanması ile birlikte yabancı dil öğrenimi Osmanlı’nın eğitim ve kültür dünyasına girmiştir. Osmanlı Devleti, başlangıçta sadece batıdaki askeri bilime ve teknolojiye yönelmiştir. Bu yönelimin sebebi Osmanlı’nın eski yıkıcı gücünden uzaklaşıp savaşları kaybetmeye başlaması veya fetih hareketlerinin uzun sürmeye başlamasıdır.
Tercümeler Sayesinde Dönüşen Algılar
Osmanlı’da bilim dili ise genel olarak Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere 3 dil olarak sürdürülüyordu. Bu durum matbaanın Osmanlı topraklarına girmesiyle değişmiştir ve bilim dili Türkçe olarak belirlenmiştir. Türkçenin bilim dili olarak belirlenmesinden sonra tercümeler daha rahat yapılabilmiştir.
Avrupa dünyasında çok büyük fikri değişimlere yol açan gelişmeler bu şekilde Osmanlı dünyasına biraz gecikmeli de olsa girmeye başlamıştır. Örneğin; Kopernik Devrimi olarak nitelendirilen ve Avrupa’da çok büyük tartışmalara yol açan bilimsel buluş, Osmanlı dünyasına ancak 17. yüzyılın ikinci yarısında girebilmiştir. Osmanlı âlimleri Zigetvarlı Tezkereci Köse İbrahim Efendi'nin Fransız astronom Noel Durret’in çalışmasını tercüme etmesiyle yeni dünya görüşü ile tanışmıştır. Koperniğin güneş merkezli evren görüşü ile Osmanlı’daki yerleşik görüş olan Batlamyus’un dünya merkezli sistemi yer değiştirmiştir.
Koperniğin görüşü, kilisenin kutsadığı dünya merkezli evren görüşüyle çatıştığı için bilim ve din gibi iki ayrı yapıyı karşı karşıya getirmiştir. Avrupa’da bu görüşün yerleşmesi için büyük bedeller ödenmiştir. Kopernik dışında Giordano Bruno, Galileo Galilei gibi birçok kişi güneş merkezli evren modelini benimsedikleri için kilise tarafından büyük cezalara çarptırılmıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nde bu durum Avrupa’da olduğundan farklı cereyan etmiştir. İslam dünyasında bu durum için kutsiyet yüklenen bir görüş olmadığı için daha yumuşak bir geçiş sağlanabilmiştir. Osmanlı aydınları, bu durumu eski yanlış görüşün terk edilip, yeni ve daha doğru olan görüşün benimsenmesi olarak değerlendirmiştir.
Osmanlı’da din-bilim çatışması genel olarak 19. yüzyılda evrim teorisi ve yaratılış gibi hem bilimin hem de kutsal kitabın bilgi iddiasında bulunduğu konular sebebiyle olmuştur (İhsanoğlu, 1999: 17-21). Bunun dışında bilimsel gelişmelere paralel olarak yapılan felsefi sorgulamalar ya da değişen dünya bilgileriyle birlikte, geleneksel olarak kabul edilen bilgilerin tekrardan değerlendirilmesi sebebiyle Osmanlı materyalizmi de ortaya çıkmıştır.
Osmanlı'da Fransız Pozitivizmi
19. yüzyılda Osmanlı aydın sınıfı gözleminde, Avrupa’da da karşı karşıya gelen iki görüş vardır. Bunlar; Fransız pozitivizmi ve Alman idealizmidir. Dönemin koşulları sebebiyle Osmanlı aydınları, kendilerini Fransız pozitivizmine daha yakın hissetmişlerdir. Bunun sebebi ise, dönemin siyasi atmosferinde Fransız İhtilali etkisiyle özgürlük ve milliyetçilik gibi konuların ağırlıklı olarak konuşulması ve tartışılmasıdır. Bu durum sebebiyle Fransız aydınlanmasının Osmanlı aydınları üzerindeki etkisi büyük ölçüde yerleşmiştir. Aydınların daha önceki kişisel eğitimleri de Fransız aydınlanması etkisiyle olduğu için bu durumun gerçekleşmesi gayet doğal bir durum olarak değerlendirilebilir.
Tüm bu doğal durumların dışında atılan reform adımlarında izlenen yol da bu tercihte etkilidir. Modernleşme çabalarının başından beri örnek alınan model Fransız aydınlanması olmuştur. Bu sebeple Avrupa’ya gönderilen öğrenciler ağırlıklı olarak Fransa’ya gönderilmiştir. Osmanlı topraklarında en yaygın bilinen yabancı dilin de Fransızca olması muhtemeldir. Eğitim-öğretim içerisinde ağırlıklı olarak Osmanlı talebeleri Fransızca öğrenmişlerdir. Bunlara ek olarak modern eğitimi uygulamak için Avrupa’dan getirilen uzmanların da ekseriyeti Fransız aydınlanmasını temsil eden kişilerden oluşmuştur (Işın, 1985: 352-356).
Osmanlı’da gitgide artan çeviri çalışmalarında da yine hedef model Fransız aydınlanması ve dili olmuştur. Bunlara örnek olarak 1843 yılında Münif Paşa’nın Voltaire, Fontenelle ve Fenelon gibi önemli kişilerin eserlerini çevirmesi gösterilebilir. Şinasi de yine aynı anlayışla La Fontaine, Racine ve Lamartine gibi aydınların eserlerini çevirmiştir. Meşrutiyet döneminde etkin karakterler olan Jön Türkler ve İttihat ve Terakki gibi yapılar da işleyiş ve yapı olarak pozitivizmi içselleştiren teşkilatlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar (Korlaelçi 1986: 201-205).
Anlaşıldığı gibi Osmanlı modernleşmesi içerisinde yetişen aydınlar Fransız aydınlanması ve fikirleriyle yetişmiş kişilerdir. Bu sebeple buradan etkilendikleri için yazılarında, fikir dünyalarında ve hayat görüşlerinde Fransız aydınlanmasının izlerini takip etmek mümkündür. Bu yönelimde, tabii ki ikili devlet ilişkilerinin de payı vardır. Meşrutiyet döneminde sadece fikirsel anlamda değil siyasal anlamda da bir yakınlaşma vardır. Buna dayanılarak Fransa’dan eğitimin modernleşmesi için uzmanlar getirilebilmiştir. Bu etkileşimin doğal sonucu olarak Fransız aydınlanması ve fikirleri dışında toplumsal ve kültürel olarak da Batı medeniyeti ve kültürü Osmanlı topraklarına Fransız kültürü ile harmanlanarak girmiştir. Hem fikirsel hem siyasal olarak etkileşim içerisinde bulunan iki kültür ve medeniyet için bu durum kaçınılmaz olarak gerçekleşmiştir.
Osmanlı'da Kritik-Rasyonalizm
Osmanlı’da özellikle Meşrutiyet ile ortaya çıkan ve Tanzimat’tan itibaren Batı medeniyetine maruz kalan bir aydın sınıfı yetişmiştir. Bu aydınlar, çağımızın da bilimsel görüşlerinden biri olan kritik-rasyonalizm düşüncesiyle hareket eden kişilerden oluşmaktadır. Deney ve gözleme önem veren ve eleştirel akılla hareket eden kişilerden oluşan bu kitle, hem Avrupa’nın bilimsel buluşlarını Osmanlı topraklarına taşımıştır, hem de kendi toplumlarının kültürel, sosyal ve siyasi eleştirisini yapmıştır.
Avrupa’dan taşınan fikirlerden biri olan evrim teorisi, Osmanlı aydınları arasında hem savunucusunu hem de reddedicisini bulmuştur. Bu teori ile aynı zamanda Osmanlı’da ve Avrupa’da büyük bir kitleye ulaşan biyolojik materyalizm de Osmanlı fikir dünyasında kendine yer bulmaya başlamıştır. Avrupa’dan taşınan bilimsel bilgi ile birlikte zooloji, kimya, fizik, biyoloji vb. birçok bilim dalında, Osmanlı topraklarındaki geleneksel bilgiler terk edilerek modern bilimin bulguları benimsenmeye başlamıştır. Bununla birlikte Osmanlı aydınları da dünyanın yaşı, evrim teorisinin geçerliliği, sosyal darwinizm ve materyalist felsefi görüşler vb. şekilde başlıklarla meseleleri tartışmışlardır. Bu bilgiler ile toplumda genel-geçer olarak kabul edilen bilgiler sorgulanmış ve bunun sonucunda yeni bakış açıları kazanılmıştır (Işın, 1985: 363-370).
Osmanlı aydınları da Avrupa’daki bilimsel bilgiyi kullanıp geliştirmişlerdir. Bu duruma örnek olarak astronomi ve matematik alanlarında Kadızade-i Rumi, Ali Kuşçu, Mirim Çelebi ve Takiyüddin gibi kişiler gösterilebilir. Tıp alanında ise Mümin B. Mükbil, Sabuncuoğlu Şerafettin ve Emir Çelebi gibi isimler örnek gösterilebilir.
Osmanlı’da yetişen aydınlar Doğu ve Batı kültürlerinin sentezi oldukları için iki kültürü de birbirleriyle karşılaştırma imkânı bulmuşlardır. Batı bilimindeki deney gözlemle doğrulanmış bilgilerin Osmanlı topraklarına gelmesiyle birlikte, birçok bilim alanı da ortaya çıkmıştır. Mevcut bilim dallarındaki yanlış bilgiler de terk edilmeye başlanmıştır.
Osmanlı'da Bilim: İhtiyaç Değil, Zorunluluk...
Osmanlı’daki tüm bu bilimsel çalışmaların asıl gayesi ve hedefi, bilim ve teknik alanında gelişip eskisi gibi savaşlarda galip gelebilme isteğidir. Çünkü 18.yy’dan itibaren, Osmanlı Devleti’nin Avrupalı devletler ile yaptığı savaşları kaybetmesinin temel sebebi olarak, teknik donanımdaki eksiklikler dikkat çekmiştir. Batı bilimi de bu çerçevede teorik bilgiden daha çok pratik bilgiye yardım edecek şekilde taşınmaya çalışılmıştır. Bu sebeple Tanzimat’tan itibaren Osmanlı’da özellikle teknik ve askeri okulların sayısında dikkate değer bir artış olmuştur (Kahya, 1999: 28-34). Osmanlı bilimi, bir ihtiyaçtan ziyade bir zorunluluk olarak bir gelişme ortamı bulabilmiştir. Bu zorunlulukların kaynağında sosyal, siyasi ve kültürel problemler yatmaktadır.
19. yüzyılda bilimsel gelişmeler askeri, tıp ve kimya gibi birçok alana eşlik ederek gelişmiştir. Aynı zamanda bu dönemde bilimsel bilgiler sadece teorik bilgiler olmaktan çıkıp uygulamalı alanlara da yardım etmiştir. Devletler için bilim ve teknolojideki gelişmişlik seviyesi, bir üstünlük olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Yani bilimsel ilerlemeler ile askeri ve savunma sistemleri ve sanayi vb. birçok alan birbirine eş tutulmaya başlanmıştır.
Mühendislik ve Fizik Alanındaki Gelişmeler
Osmanlı Devleti, bilimsel gelişmeler adına en ciddi adımı 18. yüzyılda top dökümü ve topçuluk alanlarındaki gelişmeleri orduya aktarmak adına Baron da Tat ve Humbaracı Ahmet Paşa gibi kişiler getirterek atmıştır. Yine 18. yüzyılda kimya ve tıp alanında Paracelsus’un düşünceleri tercüme edilerek modern tıp ve kimya ile tanışılmıştır. Bu çeviriden sonra Osmanlı âlimleri bilgilerini tazelemiş ve yeni çalışmalarında eski bilgilerinin daha geçerli hallerini kullanmışlardır. Osmanlı’da tıp eğitimi ise 1827’de kurulan Tıphane-i Amire ile var olmuştur. Bu kurumun eğitim dili de yine diğer çoğu kurumda olduğu gibi Fransızca olmuştur. Bu sebeple Jean Baptiste Lamarck, evrimle ilgili görüşlerini paylaştığında bu fikri tartışmak ve Osmanlı dünyasına tanıtmak olanaklı hale gelmiştir. Askeri alandaki bilimsel gelişmeleri de takip etmek ve uygulamak isteyen Osmanlı yöneticileri, bunun için Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (1776) ve Mühendishane-i Berr-i Hümayun (1795) gibi yapıları da kurmuşlardır. Ordu modernizasyonu için Fransa’dan alanında uzman kişiler de getirilmiştir.
Tıp Alanındaki Gelişmeler
Osmanlı’da fizik, tıp kimya, matematik, astronomi, jeoloji, mineraloji, zooloji ve botanik gibi alanlarda da çeviri eserler yoluyla Batı bilimindeki gelişmeler Osmanlı bilim literatürüne eklenmiştir (Dölen, 1999: 62-68). Örneğin tıp alanında Mustafa Behçet Efendi, Osmanlı tıp dünyasını modern tıp ve teknikleri ile tanıştırmıştır. Kendisi askeri ve kırsal köy doktorları için yazılan bir kitabı Miyarül Etibba ismiyle tercüme etmiştir. Bunlara ek olarak Johannes Von Plench’in Frengi risalesini çevirmiştir. Ayrıca Joseph Marshall’dan Çiçek Aşısı risalesini de tercüme etmiştir.
Matematik Alanındaki Gelişmeler
Matematik alanında ise Kırımlı Hüseyin Rıfkı Efendi, Bonnycastle’ın 1789’da yayınladığı Eukleides’in Elementler’ini 1798’de Usul-i Hendese ismiyle tercüme etmiştir. Bu eser, modern matematiğin Osmanlı topraklarında tanınması şeklinde algılanmaktadır (Tekeli & İlkin, 1999: 147-151).
Jeoloji Alanındaki Gelişmeler
Jeoloji alanında Osmanlı’da yayınlanan ilk jeoloji kitabı ise; Ali Fethi Efendi’nin 1853’te İlm-i Tabakatü’l-Arz adıyla yayınladığı eserdir. Esere kaynaklık eden çalışma ise Nérée Boubée’nin Géologie Élémentaire Appliquée à l’Agriculture et à l’Industrie avec un Dictionnaire des Termes Géologiques ou Manuel de Géologie adlı eseridir (Şengör, 2009: 119).
Bahsettiğimiz eserler ile birlikte Osmanlı düşünce dünyası hem yeni bilim dallarıyla tanışmıştır hem de klasik öğretiler vasıtasıyla edindiği geleneksel bilgileri değiştirme ve geliştirme fırsatı yakalamıştır.
Sonuç
Tüm bu gelişmeler neticesinde, Osmanlı’da 18. yüzyıl öncesinde Doğu dünyasındaki bilimsel gelişmelerin takip edildiğini görmekteyiz. İran, Suriye, Türkistan ve Mısır vb. gibi ülkeler, Avrupa’daki bilimsel ilerlemelerin Orta Çağ boyunca gerilemesi sonucunda ön plana çıkan bilim ülkeleri olmuştur. Doğal olarak Osmanlı aydınları da bu ülkelerde üretilen bilimsel bilgi ile meşgul olmuşlardır.
Avrupa’da yaşanan aydınlanma sonrası bilim devrimi ile Osmanlı düşünce dünyası, ibresini doğudan batıya doğru çevirmiştir. 19. yüzyıl itibariyle de özellikle Fransız aydınlanması aracılığıyla Batı bilimi takip edilmeye başlanmıştır. Yabancı dil eğitimi Osmanlı’da geliştikçe, Batı bilimi daha yakından ve güncel şekilde takip edilmeye başlanmıştır. Batı odaklı bilim anlayışı Osmanlı topraklarına aktarılırken, birçok felsefi, siyasi ve toplumsal bilgi de aydınlar tarafından incelenmiştir. Bunlar arasında evrim teorisi, sosyal darwinizm, materyalizm, kadın hakları vb. birçok konu Osmanlı aydınları tarafından tartışılmıştır. Bu tartışmalar gazeteler ve dergiler yoluyla halka da aktarılmıştır.
Osmanlı’da modernleşme dönemi, daha önce tartışılmayan ve sorgulanmayan birçok şeyin gündeme getirildiği bir dönem olarak ele alınmaktadır. Bu dönem, daha sonra kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunu ve aydın sınıfını hazırlaması açısından da önemli bir zaman dilimi olarak değerlendirilmektedir.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 16
- 11
- 5
- 2
- 1
- 1
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- A. Adıvar. (1943). Osmanlı Türklerinde Ilim. Yayınevi: Maarif matbaası.
- M. Ak. (2006). Doğu-Batı Ikileminde Bir Osmanlı Entelektüeli Ahmet Mithat Efendi’nin Batı’yı Tanıma Çabasına Bir Bakış. Marife. | Arşiv Bağlantısı
- A. Akyıldız. (1998). Sened-I İttifak’ın Ilk Tam Metni. İslam Araştırmaları Dergisi. | Arşiv Bağlantısı
- M. Akyüz. (2013). Türk Eğitim Tarihi M.ö. 1000 - M.s. 2013. ISBN: 978-9758792399. Yayınevi: Pegem Akademi Yayıncılık.
- N. Berkes. (2003). Türkiye’de Çağdaşlaşma. ISBN: 9750804342. Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları.
- İ. B. Birecikli. (2008). 100. Yılında Ii. Meşrutiyet’in Ilanı Üzerine Bir Inceleme. Akademik Bakış. | Arşiv Bağlantısı
- G. Bozkurt. (1996). Alman-İngiliz Belgelerinin Ve Siyasî Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu (1839-1914). Yayınevi: Türk Tarih Kurumu.
- E. Çağman. (2010). Iii. Selim’e Sunulan Islahat Lâyihaları. Yayınevi: Kitabevi.
- F. Demirel. (2004). Osmanlı Devleti'nde Kitap Basımının Denetimi. Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları. | Arşiv Bağlantısı
- A. Erdoğan. (2010). Tanzimat Döneminde Yurtdışına Öğrenci Gönderme Olgusu Ve Osmanlı Modernleşmesine Etkileri. Sosyoloji Dergisi. | Arşiv Bağlantısı
- O. Ersoy. (1959). Türkiye'ye Matbaanın Girişi Ve Ilk Basılan Eserler. Yayınevi: A.Ü. DTCF Kütüphanecilik Enstitüsü.
- C. V. Findley. (2011). Modern Türkiye Tarihi. Yayınevi: Timaş Yayınları.
- M. Karagöz. (1995). Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri Ve Batı Medeniyetine Giriş Gayretleri (1700-1839). Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi. | Arşiv Bağlantısı
- E. Z. Karal. (1998). Selim Iii’ün Hat-Tı Hümayunları -Nizam-I Cedit (1789-1807). Yayınevi: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
- M. A. Karaman. (2018). Fransız İhtilali’nin Osmanlı İmparatorluğu’na Etkileri. Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi. | Arşiv Bağlantısı
- K. Karpat. (1988). Türkler Xix. Asır: Ilk Islahat Hareketleri Ve Temelleri (1800-1839). Yayınevi: Milli Eğitim Basımevi.
- E. Kuran. (Seminer, 1990). Sultan Ii. Mahmut Ve Mehmet Ali Paşanın Gerçekleştirdiği Reformların Karşılıklı Tesirleri. Not: Sultan II. Mahmut ve Reformları Semineri.
- Ş. Mardin. (1996). Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu. Yayınevi: İletişim Yayıncılık.
- B. Tanör. (Ansiklopedi, 1985). Anayasal Gelişmelere Toplu Bir Bakış. Not: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi.
- S. Yeli. (Yüksek Lisans Tezi, 2005). Iii. Selim Dönemindeki Askeri Ve Eğitim Alanındaki Islahat Hareketleri. Not: Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı.
- E. J. Zürcher. (1995). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. Yayınevi: İletişim Yayınları.
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 11:47:00 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/8915
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.