İnsanoğlu, varoluşunun şafağından bu yana, doğanın kudreti karşısında hem hayranlık hem de derin bir korku duymuştur. Yıldızlarla dolu bir gökyüzünün altında, ayaklarımızın bastığı toprağın sarsılmaz olduğuna dair inancımız, jeolojik zamanın o acımasız tiktakları arasında zaman zaman yerle bir olur. Evren'in uçsuz bucaksız karanlığında sürüklenen bu toz zerresinin üzerinde yaşam, incecik bir kabuğun kararsız hareketlerine pamuk ipliğiyle bağlıdır. Özellikle Anadolu gibi tektonik plakaların sürekli bir itiş kakış halinde olduğu coğrafyalarda, deprem gerçeği sadece jeofiziksel bir olay değil, kültürel kodlarımıza işlemiş kolektif bir travmadır.
Marmara Denizi, bu travmanın merkez üssünde, tarihin ve jeolojinin kesiştiği noktada uyanmayı bekleyen bir dev gibidir. Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın batıya doğru uzanan ve milyonlarca yıldır Avrasya ile Anadolu blokları arasındaki gerilimi düzenleyen bu devasa kırık sistemi, insanlık tarihi boyunca imparatorlukları sarsmış, surları yıkmış ve şehirleri yutmuştur. 1509 yılında, Osmanlı tarihçilerinin "Kıyamet-i Suğra" yani "Küçük Kıyamet" olarak adlandırdığı o günde, İstanbul’un surlarını yerle bir eden güç ile 17 Ağustos 1999’da Gölcük’te binlerce canımızı alan güç aynıdır. Bu güç ne mitolojik bir canavarın öfkesi ne de ilahi bir cezalandırma aracıdır; bu, gezegenimizin ısıl dinamiklerinin, çekirdekten yüzeye doğru akan enerjinin ve plaka tektoniğinin kaçınılmaz bir sonucudur.