TANRISIZ AHLAK / İYİLİK OLUR MU?
İnsan onuruna yaraşır bir ahlak anlayışının varlığı için tanrının değil ‘insanın’ varlığı zorunludur.

- Blog Yazısı
TANRISIZ AHLAK/İYİLİK OLUR MU?
Tarihsel materyalizme göre; üretim sürecinde insanlar iradelerine bağlı olmayan, zorunlu ilişkiler kurarlar. Bu ilişkiler ve mülkiyet biçimi toplumun ekonomik yapısını (altyapı) oluşturur. Bu altyapı da hukuki, siyasi, dinsel, ahlaki, ideolojik, felsefi, sanatsal bilinç şekillerini içeren üstyapıyı şekillendirir (altyapı-üstyapı ilişkileri, altyapının belirleyiciliği, bir aşamadan sonra üstyapının alt yapıyı etkilemesi, üstyapının altyapıyı gecikmeli olarak izlemesi ya da öncelemesi gibi tartışmalarla birlikte).
Bu bağlamda ‘ahlak’ bir üstyapı kurumudur ve ilişkili olduğu altyapıyı (düzeni) korumak isteyenlerin ve değiştirmeye, yıkmaya çalışanların ahlakı da farklılaşır. Ahlak da tarihsel ve sınıfsaldır.
Doğru ve yanlışa ilişkin ilkeler, değerler sistemi olarak ‘ahlak’ doğru ve yanlış kadar görecelidir. Tek eşli evliliklerde sadakatsizliği ahlaksızlık sayan/çok eşli evlilikleri meşru sayan; misafirlerine eşlerini, kızlarını ikram eden ve kabul edilmemesini hakaret sayan (Eskimolar)/eşine, kızına baktı diye insan öldüren; ihtiyarları belirli bir yaşta öldüren (Kafkas halkları)/yaşlıya saygıyı vazgeçilmez gören; devletin bekası için kardeşini boğduran/sokak köpeklerine zarar verenleri bile cezalandıran toplumlar farklı yer ve zamanlarda yaşadılar, yaşıyorlar.
Ahlakın göreceliliğini ve değişebildiğini anlamak için bazı peygamber öykülerine (hepsini ‘gerçek’ olarak kabul ettiğimiz için değil ama kutsal kitap ve ‘sahih’ hadislerde yer aldığı ve ‘gerçekten’ inanılan örnekler olduğu için) göz atalım:
-İbrahim Peygamberin karısını kız kardeşi olarak tanıtarak (gerçekten de üvey kız kardeşiymiş) firavuna sunması,
Kız kardeş ile evlenmek ve kendi güvenliği için eşini başkasına sunma eylemlerinin bu günkü karşılıkları 'kavgada söylenmez'! Günümüz ahlak anlayışı ile “sindirilmesi” mümkün değildir.
-Lut Peygamberin Sodom’dan (ahlaksızlığın yaygınlaştığı gerekçesiyle) kaçtıktan sonra soyu kurumasın diye iki kızı tarafından sarhoş edilip ilişkiye girmesi,
Sodominin yaygınlaşması nedeniyle ortaya çıkan ahlaksızlığı sindiremeyen, kaçarken geriye baktığı için taş kesilen annelerini kaybeden, bütün bu hengamenin ortasında (bütün kötülüklerin anası olan içkiyi içip kızlarıyla ilişkiye girdiğini bilemeyecek kadar sarhoş olan) peygamber babalarını kendilerini hamile bırakacak kadar ‘tahrik’ edebilen peygamber kızlarının fantezi dünyaları hangi ‘marjinallik’ (“hani biz marjinaldik?”) sınırları içindedir?
İnsanlık tarihinin en eski ve katı tabularından olduğunu düşündüğümüz ‘baba-kız’ ensesti yasağının günümüzde de birçok(?) baba tarafından bilinmediği(!) yolunda yaygın bir kanı var. Lut örneğinde kızları tarafından da bilinmediği anlaşılıyor. Peygamber kızı oldukları ve Sodom’daki yaygın ahlaksızlıktan kaçtıklarına göre yerleşik bir ‘ahlak’ anlayışları olduğunu varsayabileceğimiz kızların ‘ensest’ konusundaki duyarsızlıkları, ensestin tarihinin (en azından peygamberler aleminde) çok da eski olmadığını gösteriyor.
-Süleyman Peygamber bir gecede 70-90 (kaynaklara göre 300’den 1000’e kadar eşi var) eşi ile ilişkiye girer ama ‘inşallah’ demediği için yalnızca biri hamile kalır (O çocuk da engelli doğar).
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
“Ya saymayı bilmiyor ya…!” durumu gibi görünse de tarihteki ilk başarısız “Fordist ve Taylorist” seri üretim örneği (girişimi) olarak kabul edilebilir.
-Muhammed Peygamber, (ilk Müslüman olan erkek ve ilk halife) Ebubekir'in kızı Ayşe ile altı yaşında evlenmiş (ya da nişanlanmış) ve dokuz yaşında kocası olmuş.
Günümüz ahlak anlayışında, yetişkin bir kimsenin ergenlik öncesi çocukları veya ergenliğe yeni girmişleri cinsel açıdan çekici bulması ve cinsel eğiliminin çocuklara yönelik olması psikoseksüel rahatsızlık olarak kabul edilmektedir (‘psikoseksüel rahatsızlık’ konuyla ilgili en hafif tabirdir!).
Evrim teorisi ‘doğal seçilim’ denilen bir sürecin işleyişi gereğince çevresine uyum sağlayan türlerin hayatta kalacağını ve çoğalacağını söyler. Genellikle biyolojik argümanlarla (gen, mutasyon, organların evrimi…) tartışılan evrimsel süreçte nüfus, sürü halinde yaşama, avlanma/savunmada işbirliği gibi sosyal özellikler de avantaj sağlar.
İnsanlar toplum olarak (sürü halinde) yaşayarak türlerini bu güne taşımayı başarmışlardır. Toplum olarak yaşamak ‘kuralları’ zorunlu kılar. Zeka sahibi olmayan türlerin kuralları içgüdüleridir. İnsan, zekasının gelişme düzeyine göre oluşturduğu ‘toplum sözleşmesi’ ile kurallar koyar.
Toplum sözleşmesini oluşturan kuralların uygulanmasını sağlamak üzere yaptırımların olması gerekir. Bu nedenle ceza, tazminat, ayıplama, dışlama, sürgün benzeri yaptırımlar oluşturulmuş ve devlet, yasa, mahkeme, hapishane (devletin zor aygıtları) gibi aygıtlarla bireyler kurallara uymaya zorlanmışlardır.
Dinler ise yaptırımlarını öte dünyaya aktarmışlardır (devletleşen dinlerin ayrıca bu dünyada da uyguladıkları yaptırımlar vardır). Bu yaptırımlar ödül, ceza bağlamında cennet ve cehennemdir.
Cennet bahsinde ödül olarak anlatılanların neredeyse hepsi “yeme, içme, cinsellik, huzur, yan gelip yatmak” gibi ‘dünyevi’ zevklerden ibaret. Ölümsüzlük fikrinin edebiyat ve sinemada “insanın başına gelebilecek en büyük kabus” olarak işlenmesinin nedeni, eldeki olanaklar ne kadar geniş olursa olsun sınırlı sayıdaki ‘zevki/meşgaleyi’ biteviye tekrarlamak zorunluluğudur. “Her gün bal kaymak bile adamı bıktırır” sözü bu duyguyu anlatır. Bu duyguyu, tespiti kolektif hafızasında yaşatan insanların ‘sonsuza kadar’ vadedilen (cennette ahlaksızlık olmayacağına göre, sınırlı sayıda ‘çeşitlendirilebilecek’) ödülleri, en azından bilinçaltlarında çok da “şevkle, coşkuyla, sabırsızlıkla” tahayyül ettiklerini sanmak zordur.
Cehennem bahsinde de “beden olacak mı, dünyadaki bedenler gözümüzün önünde çürüdüğüne göre yenisi nasıl olacak; kimler sonsuza dek nasıl yanacak; ‘hep’ yanılır mı, ‘hep’ acı çekilir mi; her şey bitmiş, insanları ıslah etmeyi gerektiren bir yaşam kalmamışken tanrı kullarını, evlatlarını neden yakar; sonunda cennete gidilecekse ve cennette ‘yanık izi’ ve kötü anılar olmayacaksa yaşanıp bitmeyecek mi?” sorularının, anlatılan cehennemin yaptırım gücünü (yine en azından toplumsal bilinçaltında) azalttığı düşünülebilir.
Bu ödül/ceza sisteminin yeterince inandırıcı, korkutucu, özendirici olmadığını anlamak için tarihe ve çevremize bakmak yetiyor. İnananların (ve inanmayanların) arasında suç, günah, ahlaksızlık oranının ciddi düzeyde olduğu açık. Günlük, sıradan ahlaksızlıkların yanı sıra (inananlar tarafından) inanmayanlara, kitaba göre inanmayanlara, kitabın son baskısına göre inanmayanlara, belirli bir yoruma göre inanmayanlara, inandığı halde gereğini yapmayanlara uygulananlar bile din adına yapılabilecek ‘kötülüklere’ yeterli örnek oluşturur.
İyi/kötü tanrıların mücadelesini kabul eden ve insanlara yalnızca ‘iyi’ tanrının tarafını tutup kötülüklerle savaşmayı öneren düalist inanç sistemleri, en azından kötülüğü öteki/düşman haline dönüştürüyor. Ancak, tek tanrıyı zorunlu kılan sistemler kötüyü de ‘tanrısallaştırarak’ içselleştiriyor ve kanıksanmasına neden oluyorlar.
Her şeyin maddi bir karşılığı olması gerektiği düşünülen, her şeyin metalaştırıldığı ve pazar(lık) konusu yapıldığı sistemler, ödül/cezaya dayalı yaptırım yöntemleri dışında çözüm üretemiyorlar. Ödül/cezaya dayalı ‘dışsal yaptırımlarla’ oluşturulan ahlak sistemleri (hem din/tanrı referanslı hem de dünyevi/seküler orijinli olanlar) iyiliği, ahlakı garanti altına alamıyorlar. Başarıları, uyguladıkları denetim, disiplin, baskı ile doğru orantılı olarak artıyor. Yani, “ne kadar baskı, o kadar ahlak” denklemine sıkışmış bir hayat öneriyorlar.
Her toplumda ve her sistemde dışsal yaptırımlara dayalı ahlak kurallarının (baskının) varlığı kaçınılmazdır. ‘Toplum sözleşmesi’ yapmadan, ödül/cezaya dayalı bir düzen kurmadan toplum halinde yaşamak olanaksızdır. Bu nedenle, baskı ile ahlak arasındaki ilişkiyi ‘ters orantı’ haline getirmek, baskı azalırken ahlakı arttırmak için iyiliği ‘içsel/özsel’ dinamiklerle bağlantılı hale getirmek gerekir.

İnsan davranışlarını ahlaken yargılayabilmenin olmazsa olmaz koşulu ‘seçmek’ imkanı, fırsatı, yeteneğinin varlığıdır. Başka türlü yapılması mümkün olmayan eylemler ahlaken yargılanamaz. Ahlaktan söz edebilmek için iyi/kötü, doğru/yanlış ikilemlerine ilişkin ‘değerler evreni’ ile ‘seçme imkanının’ varlığı zorunludur.
“Özgürlük zorunluluğun bilincine varmaktır”. Öncelikle, ahlakın tarihsel olduğunu, ‘başka türlü’ bir ahlak anlayışının mümkün olduğunu, her durumda değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul etmek ve bu değişimi ‘kendi değerler sistemimize’ göre nasıl etkileriz diye düşünmek gerekir.
Değişmez bir ‘insan doğasının’ olduğu ve bunun da kötü olduğu yolunda yaygın bir kanı vardır. Oysaki içgüdülerimiz tarafından belirlendiği düşünülen alanlarda bile tartışmaya açık istisnalar vardır. Örneğin, üremenin kaçınılmaz bir içgüdü olduğu söylenir ama üremeye karşı heteroseksüeller ve üremeye kayıtsız homoseksüeller az değildir (durumu kurtarmak için üreme değil ‘cinsellik içgüdüsü’ denebilir ama cinsellikten kaçınma konusunda da örnek bulmak zor değildir). Beslenmek kaçınılmazdır ama aşırı zayıflama tutkunlarında ‘anoreksiya’ görülür. Bunların ‘hastalık, arıza’ olduğunu söyleyenler, özellikle psikolojik (bu anlamda toplumsal koşulların etkisine açık) nedenlerle içgüdülerin ‘geçersiz’ hale gelmesini açıklamak durumundadır.
Yaşadığımız toplumda da “içgüdülerimizi” farklılaştıran örnekler bulabiliriz: Örneğin, akraba (amca, hala, teyze, dayı çocukları) evliliklerinin ‘meşru’ olduğu toplumlarda, çocukluktan itibaren akraba çocuklarını olası bir eş (cinsel partner) olarak gören çocukların birbirine “alıcı gözle” baktıkları, ancak kaç-göç uygulamaları ile yaşayabildikleri ve denetimsiz bir araya getirilmedikleri bilinir.
Ancak geleneksel olarak akraba çocukları ve kirve, musahip, ‘din amcası’ gibi kişilerin çocukları ile evlenmeyi ‘tabu’ kabul eden kültürlerde, bu grupların çocukları arasında ‘cinsel gerilim’ olmadan (sosyolojik bir genelleme yaptığımızı ve her genellemenin ‘kuralı’ bozmayan istisnaları olabileceğini unutmadan) arkadaşça ve kardeşçe yaşayabildikleri de bilinir.
Demek ki (değiştirecek olanların değişmeleri ve öncülük sorunsalını aklımızda tutarak) toplumsal koşulları değiştirerek değer yargılarını, değer yargılarını değiştirerek insan tepkilerini değiştirebiliriz.
Marks’ın Fuerbach üstüne altıncı tezinde “insanın özü (doğası), tek tek bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz, kendi gerçekliği içinde, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” derken bu imkana gönderme yapmaktadır.
Bu bağlamda ‘insan doğası’ potansiyel olarak olası bütün seçenekleri içeren yapısı ile “içine konulduğu kabın şeklini ve rengini alan” su gibidir. Bütün renk ve şekilleri alabilir ama ‘kendi başına’ bir rengi ve şekli yoktur. Bu nedenle ‘potansiyel olarak’ her şeydir ama içinde bulunduğu kabın şekline (toplumsal koşullara) göre ‘görünür’ hale gelir. İnsan doğasının kötü olduğunu söyleyenler, aslında insanın içindeki ‘potansiyel kötüyü’ görünür hale getirecek şekilde işleyen toplumsal dinamiklerden söz etmektedirler.
Örneğin; ahlakın ‘orta direği’ gibi ele alınan ‘cinsel ahlak’ konusunda: Evrenin ilk aşamalarında oluşan ve her yere yayılmış olarak duran “kozmik arka alan ışıması” gibi, bireyler arasındaki cinsel enerjinin de bireysel ve toplumsal varoluşun arka planında “hüküm sürdüğü” tartışmasızdır. Bu nedenle, konu cinsel enerjinin varlığı yokluğu değil; ilkel benliğimizin en bencil taleplerinin hemen olmasını isteyen “id”; bu taleplerin gerekli şartlar yerine getirilirse olacağını söyleyerek gerçeklikle dengelemeye çalışan “ego”; ne yapmak istediğimizden çok ‘ne yapmalıyız’ sorusuna toplumsal değerler, vicdan, ahlak gibi ‘üst yapısal’ cevaplar veren “süper ego” aşamalarından hangisini yaşadığımızdır.
Eril ve dişil biyolojilerimiz ile doğarız (hermofroditler istisna). Ancak ‘erkek ve kadın’ kimliklerimizi sonradan ediniriz.
Bir bebek doğduğu andan itibaren kültürel ve sosyal koşullanmalar da devreye girer: Kız ve erkek bebeklere verilen isimler; giysi renkleri; cinsiyete göre alınan oyuncaklar; cici, sevimli, uyumlu, hizmet etmeyi seven kız çocuğu; kaba, kavgacı ve duygusuz olarak büyütülen erkek çocuğu, “Kız dediğin nazlı olur erkek ise mangal yürek, Adem oğlu kızgın fırın Havva kızı mercimek”… Toplumsal cinsiyet sosyal olarak inşa edilmektedir. (Kadın doğulmaz (dişi doğulur), kadın olunur/Simone de Beauvoir)
Dünyada her türlü insanın yaşadığını, insanın ‘aklına gelen’ ve İngilizcedeki ‘can’ anlamında ‘yapılabilir’ olan her şeyin bir yerlerde birileri tarafından yapıldığını ya da yapılmak istendiğini biliyoruz. Marazi, irade dışı durumlar haricinde, değişen koşullara göre “geciken ya da önde gidenlerin” geçmişin ya da geleceğin normalleri ama bu günün ‘aykırılıkları’ sayılan davranışları da daima olacaktır.
Ancak, bir genelleme olarak (bütün genellemeler ‘karşıtını da içinde barındıran’ eksik doğrulardır. Ama insanın meramını anlatmasını sağlarlar. “Anlattığın karşıdakinin anladığı kadardır” sözüne göre ‘anlayışlı’ bir dinleyen de gerekir) toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunun davranış kalıplarının çoğu “yerleşik değerlerin ortalaması” etrafında şekillenir. Kötülüğün maddi ya da manevi olarak kazandırmadığı, kötülük yapanın kabul görmediği; aksine “saygı, itibar, onur, şeref” açısından eksikli kabul edildiği ve “makam, mevki, unvan, gelir, yaşam koşulları” açısından kısıtlandığı bir toplumda insanlar (hastalık, uçukluk gibi durumlar dışında) neden ‘kötü’ olsunlar?
Görmedikleri bir yaratıcının varlığının ahlakın temelini oluşturduğunu iddia edenler, aynı tanrı tarafından yaratılan insan (özellikle kadın, hatta çocuk) vücudunun varlığının ve görünürlüğünün ahlakı bozduğunu iddia ediyorlar. Her dem “kendi nefislerinin terbiyesinden” söz edenler, “ancak sen örtünürsen ben ahlaklı olurum yoksa içimdeki tacizciyi durduramam” diyerek ahlaklı kalmalarının ‘karşıdakinin’ sorumluluğuna/görünümüne bağlı olduğunu, kendi iradelerine güvenilemeyeceğini söylüyorlar.
Bu durumda, bikini/mayo/şort ile deniz kenarında bulunanlar arasında yaşanan ya da gerilimi hissedilen taciz miktarı ile çoğunluğun örtülü olduğu bir ortamda yaşanan, hissedilen taciz miktarı arasında nasıl bir ilişki var? Binlerce insanın denize girdiği, güneşlendiği plajlar neden kendine mukayyet olamayanların çıplakları kovaladığı ‘günah yuvalarına’ dönüşmüyorlar.
Oysaki kendi özgür iradeleri ile “Emeğin, özgürlüğün, barışın, kardeşliğin, adaletin, dürüstlüğün, içtenliğin, katılımcılığın, savaş karşıtlığının, doğruluğun, dayanışmanın, inadın, eşitliğin, kadınların, hoşgörünün, paylaşmanın, çeşitliliğin, farklılığın, üretkenliğinin, sözünde durmanın, aklın, çok sesliliğin, beraberliğin, düşünenlerin, direnmenin, dostluğun, mücadelenin, sivil itaatsizliğin, yaratıcılığın, aşkın ve devrimin, tartışmanın, yeşilin, kendini iyi hissetmenin, çok kültü rlülüğün, bireyselleşmenin, beraber olmanın, hayal gücünün, umudun, özgüvenin, şeffaflığın, çözüm üretmenin, ferahlığın, vefanın, alçak gönüllülüğün, ezilen halkların, söz ve karar hakkının, eylemliliğin, diyaloğun, renklerin, şiirin, bağımsızlığın, laikliğin, cinsiyetçi olmayanların, arkadaşına dokundurtmayanların, çocukların, iş ve ekmeğin, fabrikaların, demokrasinin, yarının, vicdan özgürlüğünün, evrenselliğin, basın özgürlüğünün, yaşama hakkının, vicdani red talebinin, örgütlenmenin, mor kurdela takanların, sosyalistlerin, insanların, hayvan dostlarının, antişovenizmin, bilimin, sevincin, sözü kesilmiş olanların, sokağın, dışlanmışların, cesaretin, gençlerin, muhalif olmanın, bilginin, pes etmemenin, şiddet karşıtlarının, yakınları kaybedilenlerin, unutulmayanların, sanatın, tembellik hakkının, mizahın, mazlumların, parasızların, çoğulculuğun” tarafını (hem de ‘kazandırmadığı’ bir dönemde) seçenlerin ‘özsel/içsel’ ahlakları neden insanlığın ahlakı olmasın?
İnsan onuruna yaraşır bir ahlak anlayışının varlığı için tanrının değil ‘insanın’ varlığı zorunludur.
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 27/04/2025 16:06:46 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/17535
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.