Renkler, kokular, sesler ve tatların hepsi, aslında bir çeşit enerjidir. Evrimsel süreç boyunca organizmalar, bu enerjileri algılayabilmek ve işleyebilmek için çeşitli duyu organları geliştirmiştir. Bu enerji kaynakları, o duyu organları ile etkileştiğinde; nöral, elektriksel ve/veya kimyasal kaynaklı sinyaller üretilir ve bu sinyaller beyinde (veya sinir sisteminde veya algılayıcı organellerde) çeşitli kimyasal değişimlere neden olarak, "algı" dediğimiz kavramı üretir. Bu algılar, çeşitli "tepki"leri üretir; örneğin parlak bir ışık nedeniyle gözlerimizi kısabiliriz, kötü bir koku dolayısıyla midemiz bulanabilir; ani bir ses irkilmemize, acı bir tat kızarmamıza sebep olabilir.
Uyandığımız andan itibaren beynimize hücum eden uyarıları, herhangi bir çaba göstermeden algılar ve böylece kendi gerçekliğimize güne başlamış oluruz. Dış dünya hakkında edindiğimiz tüm bu fikirler ile kurduğumuz gerçeklik, uyarıların salt bir şekilde duyularımız tarafından algılanmasından ziyade, bu uyarıların beynimizde işlenişi ile ilgilidir. Duyularımıza bir sinyal olarak gelen bu iletiler, bölgelere ve işlevlerine göre özelleşmiş olan reseptörler ile algılanır. Reseptörlerde elektrokimyasal sinyallere dönüştürülen bu uyarılar, nöron ağı içerisinde çok hızlı bir biçimde beyne iletilir. Aslında dış dünya ile ilgili deneyimlediğimiz her şey, beynimizin karanlık kıvrımlarındaki elektrokimyasallardan ibarettir. Vücudumuz her bir köşesinden gelen tüm bu sinyalleri işe yarar bir biçime dönüştürmekle yükümlü olan beyin, yapısı içerisinde her bir duyumuz için farklı bölümler oluşturmuştur. Bir yığın halinde akan bu uyarılar, ilgili bölgelere aktarıldıktan sonra işlenir ve böylece dış dünya hakkında bir gerçeklik algısına sahip olmuş oluruz. [1]