Gerçekten yetenekli bir yönetmen tarafından çekildiği, güçlü bir yazarın kaleminden çıktığı ve başarılı sanatçıların dekor, mekân ve ışık seçimleriyle desteklendiği açıkça hissedilen, kolektif emeğin ürünü bir film. Kitabını henüz okumamış olsam da filme uyum sağlamakta çok zorlanmadım. Yine de giriş kısmında, sıfırdan yaratılmış bir distopik evrene alışmak kolay olmadığından, bir süre kafam karıştı. Ancak filmin ortalarına doğru evren kendisi beni içine aldı.
Ne beklediğimden emin olmadan başladığım film, kısa sürede beni felsefi ve etik sorulara itti. Diyaloglar hem kafa karıştırıcı hem de yer yer derindi; fakat herhangi bir izleyici için anlaşılır olduğunu söylemek güç. Burada “herhangi bir izleyici”den kastım, benim gibi filmi hazırlıksız, öylesine açıp izlemeye başlayan seyirciler.
Film doğrudan çok fazla rahatsız edici sahne göstermiyor. Fakat bu sahnelerde kamera başka yöne döndüğünde, seyircinin hayal gücü boşlukları doldurarak daha da huzursuz edici bir etki yaratıyor. Bu da bazı sahnelerin dolaylı biçimde rahatsız edici olmasına yol açıyor. Görsellik açısından etkileyici olsa da, dönemi için olağan sayılabilecek bazı tercihlerin neden gerekli olduğu sorusu akıldan çıkmıyor diyebilirim. Çoğu zaman izleyiciye, sanki yüzme bilmeyen birini okyanusun ortasına bırakıyormuş hissi yaratan bir deneyim sunuyor. Yine de sabırlı bir seyirci olarak, filmin ortalarından itibaren bunun karşılığını aldığımı söyleyebilirim.
Yazarın ve senaristlerin amacı, izleyicinin kafasında beliren soru işaretlerini günlük hayatta da sorgulatmak sanırım. Kötü yönetilen bir devletin varlığı, kötülükten çekinmeyen insanların sokaklarda rahatça dolaşabilmesi ve devletin buna karşı pasif kalması, filmin temel unsurları. Ancak filmin ilk bir saati boyunca bu temayı anlamakta zorlandım. Filmde cinselliğin bu denli açık biçimde kullanılmasının asıl amacını tam olarak kavrayamadım. Kadınların nesneleştirilmesi üzerinden günümüze yönelik bir eleştiri mi yapılmak isteniyor, yoksa insanın en temel ve cazip dürtüsü olan cinsellik kullanılarak okuyucu ve izleyici eserin içine daha fazla mı çekilmek isteniyor, emin değilim. Belki de yazar, hayal gücünün bir tür uyuşturucu gibi işlediğini ve insanın düşündükçe daha fazlasını kurgulayarak esere bağlanacağının farkındadır. Belki de benim fark edemediğim daha büyük bir amaca hizmet etmek için bu kadar yoğun kullanılmıştır. Bilemedim. Stanley Kubrick’in rolü kuşkusuz büyük; fakat sonuçta bu film, üzerine düşünülerek yazılmış bir kitabın uyarlaması. Bu nedenle asıl sorumluluğu yazarın tercihlerinde aramak daha doğru olur. Film düşündürüyor, sorgulatıyor, felsefi sorular sorduruyor; ancak bunu evrene bu şekilde yedirmesi, asıl amacın ne olduğunu da tartışmaya açıyor. İnsanın hayal gücü, kameradan veya ışıktan bile güçlü bir kurgucu; Belki de yazar, insanın en temel, en zararsız haz kaynağını normalleştirmek istedi. Ya da bunları sorgulamak yerine kitabı okumam yeterli olacaktır diye düşünüyorum.
Filmin merkezine şu soruyu saklamışlar: Bir insan kötüyse ve bu kötülüğü ondan zorla alabilecek bir yöntem varsa, bunu yapmak etik midir? Zorla “iyi” kılınmış bir insan yine de bir “insan” sayılabilir mi? Aynı zamanda film, bunun bir tür kitlesel kontrol ve yönetim biçimi olabileceğini de alttan alttan veriyor insana. Finali ise bana biraz yarım yamalak ve tatsız hissettirdi. Yine de genel olarak vakit kaybı olarak görmediğim nadir filmlerden bir tanesi oldu. Çünkü Kubrick, izleyiciye neyi neden izlediğini fark ettirmeden izletebilen bir yönetmen. Bunu bir kez daha anladım. Aslında, bu film için bu tam olarak geçerli olmasa da, en başta da dediğim gibi Kubrick’in sanatsal yaklaşımı, filmi olumlu bir deneyime dönüştürüyor. Belki bir gün kitabını da okurum ve bu yarım yamalaklık hissi yok olur gider.
Filme puanım: 7.8