İNSAN PSİKOLOJİSİNİN OLUŞUMU VE TANRI OLMA ARZUSU

- Blog Yazısı
Bu yazıda insan psikolojisinin ne şekilde oluştuğunu anlamak için farklı bilimsel alanların bilgilerini kapsayacak şekilde ve insanın ürettiklerinin neden o şekilde ürettiğini de teorinin açıklayabileceği şekilde, insanın evrimsel sürecinin getirdiği özelliklerin insan psikolojisini, mitolojileri, kültürü, dini anlatıları, nelerden neden keyif aldığını, psikolojik yapıların neden o şekilde olduğunu daha detaylı bir şekilde farklı kaynaklar üzerinden anlatmaya ve bu düşünce pratiğini güçlendirmeye çalışacağım.
Arzu ve Eksiğin Kaynağı Üzerine
İnsanın duygu, düşünce ve davranışlarının, ayrıca sosyal ilişki dinamiklerinin, insan üretimi olan kültür, din, bilim gibi üretimlerin neden ortaya çıktığını anlamak için insana neyin haz verdiğini anlamamız gerekiyor. Hazzın ortaya çıkışı bir eksiğin giderilmesi sonucunda olduğu için de eksiğin izini sürmemiz gerekiyor. Bunun için de bir şeyin neden eksik hissedildiğini dolayısıyla da bu eksiği gidermeye yönelik motivasyonun nasıl ortaya çıktığını anlamamız gerekiyor. Öncelikle bir şeyin eksikliğinin hissedilmesi için o şeyi algılayabilecek yani varlığını ve yokluğunu algılayabilen bir donanım gerekmektedir çünkü varlığını algılayamamak yokluğunu da algılayamamaktır dolayısıyla eksiğin farkındalığı oluşamaz böylece eksiklik hissedilemez. Canlılık dediğimiz şeyi aslında sürekli bir eksiklik içerisinde olmak ve bu eksiğin farkında olmak diye tanımlayabiliriz. Her canlının da kendine özgü eksikliği (dolayısıyla imkansız olan ama o canlıya özel ideal bir tamlık hali düşünülebilir) dolayısıyla kendine özgü bir haz kaynağı ve kendine özgü eylemleri vardır. Aynı zamanda bu eksiği hissedecek donanıma da sahiplerdir çünkü bu eksiği hissedemeyen canlılar evrimsel süreçte çoğunlukla hayatta kalamamışlardır. Mesela insanlarda görülen bir mutasyon sonucunda kişi acıyı hissedemez(Konjenital Analjezi). Bu ilk bakışta avantajlı gibi gelse de kişiler vücudunda neyin yolunda gitmediğini fark edecek donanıma sahip olmadıklarından sürekli olarak doktor kontrolü gerekmektedir aksi takdirde herhangi bir yaralanmayı fark edemedikleri için eksikliğin yerini doldurmaya yönelik davranışları organize edemeyerek ölmektedirler.
Genel anlamda baktığımızda ise canlıların ortak ihtiyaçları vardır. Hayvanlar özelinde baktığımızda bu nefes alıp verme, beslenme, uyku, cinsellik gibi insanlarda da olan bedensel ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçları gidermeye yönelik davranışın oluşması için bu eksikliğin algılanması gerekir ve bedende açığa çıkan bu gerilimi gidermeye yönelik davranış açığa çıkar. İnsan harici hayvanlarda bu gerilimi dindirmeye yönelik davranış içgüdüsel bir şekilde, sebep sonuç ilişkisi yani anlamsal ilişkiden (insana kıyasla) uzak bir şekilde görece refleksif olarak belirir. Bu gerilimi azaltmak, sonucunda hazzı ortaya çıkardığı için bu davranış ödüllendirilmiş olur. Tam bu noktada insanı diğer hayvanlardan ayıran hayatta kalmaya yönelik evrimsel bir sonuç olan anlamlandırabilmeye yönelik bilişsel işlevin insan psikolojisinin karmaşıklığına nasıl yol açtığının izini sürebiliriz. İnsanın hayatta kalabilmesi için en önemli becerisi, şeyler arasında bağlantı kurabilme yani anlamlandırabilme becerisi olmuştur. Böylece insan şeyler arasında örüntüler kurarak neyin tehlikeli olduğunu önceden anlamlandırabilmiş, tehlikelerden onunla karşılaşmadan önce uzak kalabilmiş, en az enerjiyle istenilen şeye yönelik stratejiler geliştirerek ihtiyaçlarını giderebilmiştir.
Daha önceden belirttiğim gibi eksiklik hissetmek ve bu eksikliği giderecek bir davranış için o eksikliği algılayabilecek bir donanıma sahip olmak gerekir. İnsandaki bu anlamsal ilişkiyi kurabilme becerisi anlamsızlığın da farkında olmasına yani anlamın eksikliğinin(varlığının ve yokluğunun) farkında olmasına yol açmıştır denebilir çünkü insan eğer çevresinde olup bitenleri anlamlandıramazsa bu belirsizlik onu tehlikelere açık hale getirecek dolayısıyla yaşamı için bir tehdit oluşturacaktır. Ancak bu bilişsel işlevin gelişmişliği yani şeyler arasında sebep sonuç ilişkisini düşünebilme becerisi, bizi daha önceden fark etmediğimiz dolayısıyla eksikliğini hissetmediğimiz sonsuz bir eksiklikle yüzleştirmiştir çünkü hayattaki-evrendeki olup bitenlerin neden öyle olup bittiğine dair sorgulama, potansiyel olarak sayısız anlamsal ilişkiyi içinde barındırır. Zamansal ve bilişsel sınırından dolayı insan, bu sonsuz eksiklikle yüzleşmek durumunda kalmıştır ki bu yeri asla doldurulamayacak bir boşluk/eksiklik yaratır. Bu yüzden insanı özel kılan şey ile (anlamlandırabilme kapasitesi) insanın laneti (çünkü anlamlandıramadığı sonsuz şey anlamın eksikliğine yol açar) aynı şeydir.
Bizi hayatta tutan bu anlamlandırabilme becerisi sayesinde insan diğer canlıların ne olursa öldüğünü gözlemleyerek olan şeyler ve sonuçlar arasında bağlantı kurabilmiş böylece kendi ölümüne dair bir farkındalık geliştirebilmiştir. Bu farkındalık insana kendisi ya da çevresi üzerinde ne kadar kontrol sahibi olursa o kadar uzun yaşacağını fark ettirmiştir denebilir. Bu durum insanda, var olan dinamikleri kontrol etmeye dair bir güdülenmeye sebep olmuştur. Böylece çevresini kontrol ederek kendisini tehlikelerden uzak tutabilmektedir. Ancak bu kontrol becerisi, yani şeyleri istediği yönde dönüştürebilme becerisi (ki bu değiştirebileceğine dair bilgi, anlam kurabilme işlevinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır) beraberinde ne kadar çok şeyi kontrol edemediğini fark etmesiyle sonuçlanmıştır. Neyi kontrol edemediğini bilmek beraberinde yine eksiklik hissini oluşturmaktadır ki evrende var olan şeyler üzerinde ne kadar az kontrolümüz olduğu düşünülünce yine sonsuz bir eksiklik hissetmeye sebep olur.
Çaresiz bir durumda kaldığımızı düşünelim. Bu çaresizlik durumunda yani eksiklik-yetersizlik durumunda iki şeyden birini isteriz. Süpermen olmayı ya da süpermenin bizi kurtarmasını. Arzumuzun eksiklik hissedilen duruma yönelik olduğunu söylemiştim. İnsanın evrimsel süreçten getirdiği anlamlandırma becerisi ona sonsuz bir anlamsızlığı yani sonsuz bir eksiği hissettirmiş ve yine bu becerinin yol açtığı ne yaparsam yeterli olurum sorusu da sonsuz bir yetersizlik hissini insana yaşatmıştır. Tam da bu yüzden birbirinden farklı toplumlarda tanrı fikri nasıl ortaya çıktı sorusunun cevabı, temelde insan türünün nerede olursa olsun evrimsel süreçten getirdiği özellikler sonucunda hissettiği eksikliktir. Tam da bu yüzden tanrı her şeyi bilen (çünkü insan sonsuz bilgisizlik-anlamsızlık ile karşı karşıyadır) ve her şeye gücü yetendir (çünkü insan sonsuz yetersizliğin farkındadır). Süpermen örneğinde olduğu gibi hissettiğimiz eksikliği ya doldurmayı ya da onu dolduracak birini isteriz (ebeveyn-çocuk ilişkisi gibi). Her insanın da potansiyel olarak sonsuz bir anlamsızlık ve sonsuz bir yetersizlik hissettiği için doğal olarak bunları gidermeyi yani tanrı olmayı arzular ancak insanlar yaşam içerisinde deneyimlediği olaylar neticesinde kendisinin süpermen olması olasılığının dışarıda bir yerde onu kurtaracak bir süpermenin var olma olasılığından daha düşük olduğunu bildikleri için kendilerine ihtiyaçları(dolayısıyla arzuları) doğrultusunda tanrılar yaratmışlardır.
İşte bu yüzden insanların haz kaynakları en temelde anlamlandırabilmek ve yeterli olmak üzerinedir. Bunu doğrulamak için insanlara neyin haz verdiğine dolayısıyla temelde hangi eksikliği gidermeye çalıştıklarına bakabiliriz. İlk bakışta bireye, topluma, kültüre, yaşa göre herkesin kendine özgü haz kaynakları olması, bunların ortak bir zeminde olamayacağına dair bir sorun varmış gibi görünmesine sebep olabilir. Ancak bence tüm bu farklılıkları iki temel başlık altına sınıflandırabiliriz. Bunlardan ilki anlamlandırabilme sonucunda oluşan haz, ikincisi ise yapabiliyor olma sonucunda ortaya çıkan haz. İlkine örnek olarak şunlar verilebilir: Başkaları hakkında veya kendi yaşantılarımız hakkında konuşmak/dedikodu yapmak (ki bu kendimizi anlamlandırabilmeye ve diğerlerinin hayatlarında ne olup bittiğini anlamlandırabilmeye yardımcı olur), olağan dışı bir şey yaşandığında ne olup bittiğini anlamaya çalışmak; bunlara örnek olarak kazalar, bir topluma dışarıdan yeni birinin gelmesi, yeni canlılarla karşılaşmak, yeni teknolojileri merak etmek, sıra dışı doğa olaylarını anlamaya çalışmak gibi sayısız örnek verilebilir. Anlamlandırmayı daha etkili bir şekilde yapabilmek için şeyleri adlandırmak, onu tanımlayan şeyin ne olduğuna bir sınır getirmek gerekir ama bu yanlış anlamayı da beraberinde getirir. Şeyler adlandırıldıktan sonra ilişkilerine yönelik anlamlı bir açıklama getirilebilir. Bu adlandırmayı yapabilmek için dil üretimi kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Anlamlandırabilme arzumuzun binlerce yıldır her toplumda görüldüğü bazı örnekler ise masallar, mitolojiler, dinler, hikayeler ve her çeşit kurgusal inanç gösterilebilir. Batıl inançlar da bu anlamlandırma ihtiyacı dolayısıyla belirsizliği ortadan kaldırarak kontrol hissini oluşturmak için var olmuşlardır. Mesela bir asker bir kibritle üç kişinin sigarasını yakarsa kötü bir şey olacağına dair bir batıl inanç vardır ki bu muhtemelen bir askerin üç kişinin sigarasını yakacak kadar uzun süre ateşi göstermesinin onun yerinin tespit edilerek vurulduğunun görülmesi ve bu ilişkinin genellenerek yayılması sonucunda oluşmuştur. Yaşanan doğa olayları, hastalıklar, savaşlar toplumlarda bu olayları açıklamaya yönelik bir güdülenmeye sebep olmuştur böylece masallar, mitolojiler, dinler ortaya çıkmıştır. Çünkü güneş tutulması, yıldırımlar, fırtınalar, depremler, hastalıklar hatta bir kadının neden ve nasıl hamile kaldığının bilgisi bile (son birkaç bin yıl öncesine kadar bunda erkeğin katkısının olduğu, cinsel ilişki sonrası çocuk olduğu bilinmiyormuş) insanlar tarafından anlaşılamadığı için bu belirsizliği yani eksikliği ortadan kaldırmak için kurgusal hikayeler oluşturmuşlardır. Diğer hayvanlar böyle bir ihtiyaç hissetmeden olayları olduğu gibi yaşarlar. Bunun anlamını sorgulayacak bilişsel bir donanımları olmadığı için (en azından bizdeki kadar) bunu anlamlandıramamın eksikliğini de hissetmezler. Bir diğer örnek olan öğrenmek, tüm toplumlarda ve bireylerde ortak olarak bir haz kaynağıdır. Ancak aslında öğrenmek, beraberinde neyi bilmediğinin farkındalığı yani kişide daha önceden farkında olmadığı için eksikliğini hissetmediği bir eksiklik hissi yaşattığı için insanlar paradoksal olarak öğrenmekten de kaçınabilirler. Cahillik mutluluktur sözü bu bakımdan çok doğrudur çünkü insan neyi bilmediğini bilmek istemez. Tam da bu yüzden genelde insanlar gelişimsel dönemdeki yaşantıları ve içinde bulunduğu çevredeki ötekilerin söylemini yani onların oluşturduğu anlamı bir kere öğrendikten sonra bunu sorgulamaz veya değiştirmek istemez çünkü kişinin inşa ettiği/öğrendiği bu anlamın yanlış olduğunu fark etmek eksiklik hissini dolayısıyla kaygıyı beraberinde getirir. Dini öğretilerin, kültürel ve toplumsal öğretilerin ve başka birçok öğretinin tehditkâr olmayan bir şekilde bile birileri tarafından sorgulanması veya bir toplumda bazı kişilerin veya toplulukların farklı bir anlam kurgusu içinde yaşadıklarının görülmesi diğer bireylerde nefrete ve kaygıya yol açar çünkü kendi anlam dünyalarının doğru olmadığına dair bir olasılık ortaya çıkmıştır ki bu bireylerde bir gerilime sebep olur. Bunun sonucunda bu farklı anlamsal kurguya sahip olanlar toplumdan dışlanır ya da yok edilir. Bunun en bariz örneği farklı dinler ve bunların çatışmalarıdır. Daha sonra bu konuya detaylı gireceğim ancak özet olarak insanların inandıkları yaşamları ve ölümden sonra olacaklar hakkında oluşturdukları anlam sorgulanmaya veya bu anlamdaki kusurlar gösterilmeye başlandığı anda kişiler inandıkları tanrının savunulmaya ihtiyacı olmamasına rağmen ya da kendilerinin cennet veya cehenneme gitmeleri, başkalarının ne söylediğine bağlı olmamasına rağmen ortaya büyük bir öfke çıkar çünkü temelde bu kişiler oluşturdukları anlamı kaybetmek istemezler. Onları eksiklik hissinden uzaklaştıran şey bu anlamdır.
Anlamlandırma ihtiyacını daha iyi gösteren diğer kanıtlar ise şunlardır: Birçok anlatıda idam edilecek olan, hastalıktan veya yaşlılıktan ölecek olan yani kısa süre sonra öleceğini bilmesine rağmen insanların kitap okudukları, kitaplardan veya diğer insanlardan yeni şeyler öğrenmeye çalıştıkları görülebilir veya birisinin kafasına silah dayayıp onu öldürmekle tehdit etsek sen kimsin ve beni neden öldürüyorsun soruları kaçınılmaz olarak sorulur halbuki az sonra ölecektir ve cevapların hiçbir anlamı yoktur. Travmatik şeyler yaşayanlar, kendisinin veya sevdiği birisinin bir kazaya veya hastalığa maruz kaldığını gören neredeyse herkes bu neden benim/onun başına geldi diye sorar. Bu konuda Agah Aydın’dan duyduğum “travma anlamlandıramamaktır” sözü aklıma geliyor. İnsanların en çok sorduğu sorular ben kimim, neden dünyaya geldim, yaşamımın amacı/anlamı ne sorularıdır. Bu eksikliği yani anlamın yokluğunu dolayısıyla da belirsizliği ortadan kaldırabilmek için insanlar kendilerinin kim olduklarına dair kurgusal bir anlam inşa ederler. Bir topluluğa/gruba (aile, bir takımın taraftarlığı, milliyet, cinsiyet, tür, din) ait olma ihtiyacının bu kadar yoğun ve yaygın olması tam da insanın ben kimim, yaşamımın anlamı ne gibi sorulara cevap üretebilmesinden kaynaklanmaktadır.
Toplumsal kuralların, batıl inançların, kültürün, dinlerin, hikayelerin bu kadar yaygın ve sorgulamaya nispeten kapalı bir şekilde insanlar tarafından sahiplenilmesi, insana kendi varlığına dair cevabı vermesinden kaynaklanır. İnsanın var olan şeylerin neden o şekilde var olduğunu anlamaya dair ihtiyacını giderdiği, hayatta karşılaştığı sayısız belirsizliğe bir anlam katmasına yardımcı olduğu ve sayısız soruya cevaplar üretebildiği için anlamın eksikliğiyle karşılaşmanın vereceği sıkıntıdan onu kurtarır. Bu yüzden her toplumda bu kadar yaygın ve benimsenen üretimler olmuşlardır. Bununla ilgili son örnek ise şudur: Eğer herhangi birisine ölmeden önce neleri öğrenmek istediğine dair bir soru sorarsak birbirinden farklı ve sadece belirli türde şeyleri öğrenmeye yönelik arzularını gösteren cevaplar alırız. Ancak eğer sonsuza kadar yaşayacak olsaydın neleri öğrenmek isterdin diye sorsaydık, aynı kişiler var olan her şeyi öğrenmek istediklerini söyleyecektir. Bu istek aslında her insanın sonsuz bir anlamsızlık deneyimlediğini, bu deneyim/eksiklik sonucunda da her şeyi anlamaya/bilmeye dair arzuları olduğunu göstermektedir. Daha sonra detaylandıracağım üzere her şeyi bilen tanrı figürü tam da bu arzu sonucu oluşmuştur.
Peki insanların kendi yaşamlarında öğrenmeye dair arzularının farklılaşmasına, farklı şeyleri öğrenmekten haz almalarına sebep olan şey nedir? Birincil belirleyici durum kişilerinin deneyimlediği söylemin (aile, toplum, kültür, din, yasa vs.) onlara neyin cevabının önemli olduğunun, neyin cevabının onu tamlığa götüreceğinin (hayali bir tamlık) topluma ve bireysel yaşantıya göre farklılaşmasıdır. Kişi bu söylemdeki tamlığa uygun özellikler edinmeye ve göstermeye çalışır. Ancak bunu başaramazsa bu özelliği gösteren kişilerle bir ilişki içinde bulunmaya veya topluluklara hizmet etmeye başlar. Böylece birey bu tamlık pozisyonundaki kişi, topluluk veya kurumlarla bir ilişki içine girerek o tamlık halinin bir parçası gibi hissedebilir. Bu tamlık illüzyonundan faydalanmak için (tıpkı bir çocuğun kendi eksiğini ebeveynlerinin istediği gibi bir çocuk olarak onların yanında olması ve kendi eksiğini ebeveynlerinin tamlığı sayesinde kapatması, oradan güç alması gibi) bu söylemin istediği biri gibi olmaya çalışır (tarikatlarda müritlerin şeyhlerinin her istediğini yapması böylece şeyhin sevgisini kazanarak onun gücünden faydalanmayı ummaları gibi). Her grupta veya toplumda bu söylem farklılaştığı için insanlar hayatlarını farklı değerler, amaçlar, kurgular üzerine inşa ederler ve bunu farklı yoldan yapan insanların yanıldığı düşünürler ve kendisinin yanılıyor olma ihtimalini hatırlattığı için onlara öfkelenir, yok etmek ister, görmezden gelir veya gruptan dışlayabilirler.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
İkincil belirleyici durum ise insanın eksik olduğunu bildiği ama doğrudan eksikle yüzleşmediği sürece o eksiği bastırabilme becerisi sayesinde her şeyi bilmeye dair arzusunu bastırabilmesi, böylece sadece doğrudan eksikliğini hissettiği ve bastıramadığı eksiği tamamlamak üzerine olan arzusuna yönelmesidir. Bir makalede bebeklerde dikkat kırpması denen bir olaydan bahsediliyor. Bu olayda bebeğin dikkatini bir şey çektiğinde bebek, diğer şeyleri uzunca bir süre fark edememektedir. Tam da bu olaydaki gibi insan, eksik olduğu birçok şeyi bilse bile bunlardan birini acı bir şekilde deneyimlediğinde bu deneyime tıpkı bebeklerdeki gibi otomatik olarak öyle bir odaklanır ki var olan diğer eksiklikleri göremez, farkında olamaz. (Bu bir insanın fobi geliştirmesinin sebebi de olabilir. Kişi yaşadığı ve üzerinde kontrol sahibi olamadığı eksikliği dikkat alanından uzaklaştırabilmek için üzerinde kontrol sahibi olabildiği bir fobi geliştirerek dikkatini bu alana kaydırabilir böylece gerilimi azaltmış olur.) Başka bir örnek; çocukluğunda ciddi bir hastalık geçiren bir kişinin, başına ne geldiğini anlamlandırabilmek için doktor olması veya yaşadığı olumsuz deneyimleri anlamlandıramayan yani ihtiyaç duyduğu şeylerin ne olduğunu anlamlandıramayan bir kişi psikoloji öğrenmeye dair bir arzu oluşturabilmesidir. Yani gelişim dönemlerimizde hangi eksiği doğrudan deneyimlediysek bu konudaki eksiklik hissimiz kendini daha çok gösterecek dolayısıyla da bunu tamamlamaya yönelik arzumuz oluşacaktır. Bir diğer yöntem ise eksiklikle karşılaşacak her türlü gösterenden uzaklaşmaktır. Bu sebeplerden dolayı insanların ilgi alanları, haz aldıkları şeyler kişiden kişiye farklılaşmaktadır.
Öznenin oluşumunun (öznenin psikolojik gelişiminin) bu anlamlandırabilme becerisinin etkisiyle nasıl oluştuğunu, aynı zamanda bu eksikliğin bu gelişimi nasıl etkilediğini anlayabilmek için bu bilişsel becerinin ne zaman ve ne oranda ortaya çıktığını anlamamız gerekiyor. Çünkü duygu, düşünce ve davranışlar her canlıda eksikliğin farkında olunması sonucunda ortaya çıktığına göre bu eksikliğin farkında olma becerisinin de ne zaman ve ne oranda insanda ortaya çıktığını anlamamız özne kurulumunun süreçlerini anlayabilmek açısından gereklidir. Bunun cevabı, kişinin hangi dönemde hangi ihtiyaçlara sahip olduğu dolayısıyla bu ihtiyaçtan/eksiklikten özne kurulumunun ne şekilde etkilendiği bilgisini verecektir. Mesela bir sesin varlığı veya yokluğunu fark etmek, dolayısıyla bu konuyla ilgili bir tamlık ya da eksiklik hissetmek için önce ses denen şeyi algılayabilecek bir donanıma sahip olmamız gerekmektedir. Bu donanım yoksa eksiklik de hissedilmeyeceği için tamlık illüzyonu içinde yaşayabilir, tam olduğumuza dair bir algısal illüzyon oluşturabiliriz. Mesela ışık spektrumunun çok küçük bir kısmını görebilmemize rağmen kimse geri kalan ışığı ben neden algılayamıyorum, bunu algılamayı arzuluyorum veya bunun eksikliğini hissediyorum demez çünkü bunun varlığı veya yokluğunu algılayacak donanıma sahip değildir. Ancak önceden görebilen ama sonradan kör olan bir insan bu eksikliği algılayabilecek dolayısıyla da arzusu bu yönde olacaktır. Bu anlamlandırma ihtiyacının özne kurulumundaki etkisini anlayabilmek için bu becerinin ne zaman ve ne düzeyde görüldüğünü anlayabilmemiz gerekmektedir. Mesela bebeklerde nesnelere dokunma ve ağızlarına götürme davranışı bebeklerin çevresindeki şeyler hakkında bilgi edinme yöntemidir, bir davranış bir eksiklikten yani bir ihtiyaçtan ortaya çıktığına göre bebeğin bu davranışı anlamlandırmaya dair bir arzusu olduğuna işaret eder. Bulundukları çevreyi keşfetmeye yönelik bu güdülenme diğer hayvanlarda da görüldüğü için temel düzeyde onlarda da şeylerin ne olduğuna dair ve var olan şeyleri anlamlandırmaya dair temel bir zihinsel kapasite olduğu sonucuna varılabilir. Bebekler bu anlamlandırmayı bir yetişkinde olduğu biçimde kompleks bir şekilde yapamasa da temel düzeyde bu ihtiyacı gidermeye çalıştığını görüyoruz. Bebeklerin bu türden nesneleri tanımaya yönelik davranışının ona haz verdiği de rahatlıkla görülebilir. Çocuklarda bu ihtiyacın 3-6 yaş arasında çok fazla ve her şeyle ilgili soru sormak ile kendini gösterdiği görülebilir. Demek ki özellikle bu yaşlarda anlamlandırabilme becerisi büyük oranda gelişir.
Bir canlıda eksikliğin farkındalığı ne kadar az olursa onu tamamlamak da bir o kadar kolay olacaktır. Eksik hissedilen alanların az olması, bunları kolayca tamamlamayı beraberinde getirdiği ve tamlık durumuna yakınsamayı/ulaşmayı kolaylaştırdığı için en fazla hazzın hissedildiği dönemin bebeklik dönemi ve öncesindeki anne rahminde geçirilen süre olduğunu düşünmek akla yatkındır. Psikoloji literatüründe ise anne karnına özlem, bebeklik dönemine dönme isteği gibi şeylerin yaygın olarak söylenmesi, tam olmaya en yakın dönemler olmasından kaynaklanır. Bunun sebebi eksikliğin en az farkında olunarak bu eksiğin rahatlıkla giderilebilmesi, tamlık haline yakın bir deneyim ile hazzın doruk noktasına ulaşılmasıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Eksikliğin az hissedilmesi dolayısıyla o eksikliğin giderilmesinin kolay olması kişide tamlık hissi oluşturarak hazzı doruk noktasında yaşatmakla beraber, o az olan eksiği deneyimlemek de tam zıttı bir yönde her şey eksikmiş hissi yaratır bunun sonucunda en sıkıntılı deneyim(yani mutlak eksiklik deneyimi) bu dönemde yaşanabilir. Bir yetişkinin bir bebeğe kıyasla tüm arzularını gerçekleştirmesi dolayısıyla tamlık haline ulaşması bir bebeğe göre çok daha zordur. Bebek ise bu tamlık haline kolayca ulaşabilir çünkü eksiklik duyduğu alan daha azdır. Mesela bir bebeğin hissettiği üç tür eksikliği yani arzusu olsun. Buna karşılık bir yetişkinin on tür eksikliği yani on tür arzusu olsun. Bebeğin bu üç ihtiyacının aynı anda açığa çıkması tamlık halinin tam zıttı olarak mutlak bir eksiklik ve yetersizlik duygusu açığa çıkarır, bunu sahip olduğumuz her şeyi kaybetmekle eşdeğer tutabiliriz. Yetişkinde ise on ihtiyacının üç tanesinde eksik olma dolayısıyla tamamlama arzusu bir sorun oluşturmakla beraber yine de sahip olduğu yedi şey olduğu için mutlak eksikliği deneyimlemekten çok uzaktır. Ancak hem bebeğin hem de yetişkinin tüm ihtiyaçları karşılansa bile zaman içinde yine bu ihtiyaçları karşılamaya dair bir arzunun oluşacağını biliyoruz (bedensel ihtiyaçlar, sosyal ihtiyaçlar gibi). Kısaca bunu hayatında tek bir arkadaşı olan birinin arkadaşının ölmesi ile beraber yaşayacağı eksiklik/boşluk duygusu ile 20 tane arkadaşı olan birinin 1 arkadaşının ölmesi ile yaşanan eksiklik/boşluk duygusunun farkı olarak düşünebiliriz. Sonuç olarak eksik hissedilen şeylerin sayısının az olması tamlık hissine ulaşmayı kolaylaştırmakla beraber çok kolay bir şekilde mutlak bir eksiklik hissetmeye de olanak tanır. Buradaki prensip ekonomide de kullanılmaktadır. Yatırımı tek bir şeye değil farklı kaynaklara dağıtma tavsiye edilir. Çünkü yatırım yapılan tek şey batarsa kişi her şeyini kaybedebilir.
Bir bebeğin neyin eksik olduğunu deneyimlediği ve neyi arzuladığına bakarak onun bilişsel kapasitesi ve gelişimi hakkında da bilgi sahibi olabiliriz. Öncelikle bebeğin anne karnında neleri algılayıp neyi algılamadığını anlamamız gerekiyor. Bebeğin doğduğunda neden ve hangi koşullarda ağladığı ve hangi koşullarda sakinleştiğine bakarak neyi algılayabildiğini anlayabiliriz. Öncelikle her canlının aşina olduğu bir ortamın değişmesi veya o ortamdan ayrılması ile bir kaygı yaşadığını söyleyebiliriz. Bu aşinalık bir kişi, bir düşünce, sahip olunan veya olunmayan bir şey, bir çevre vb. olabilir. Bebeğin doğduğunda mutlak bir eksiklik yaşıyormuş gibi yapabildiği en yoğun biçimde ağlıyor olmasını bu bağlamda anne karnında aşina olduğu ortamdan yeni bir ortama gelişi ile açıklayabiliriz. Anne karnında aşina olunan şey annenin sesi, kalp atışı, sıcaklığı ve ortamın yumuşak dokusudur. Doğduğunda ise daha önceden deneyimlemediği bir şekilde nefes alıp vermesi ile beraber vücudunda oluşan yeni ve acı verici duyumlar, aşina olmadığı sesler, anne karnında alışık olduğunun dışında var olan sıcaklık seviyesi, sesler, kokular, bedenine temas eden ve onda uyarılmaya yol açan bir temas, anne karnında aşina olduğu şeyin dışında birçok faktör yaratır, bu da bebeğin ağlamasıyla sonuçlanır diyebiliriz. Bu durumda bebeği sakinleştiren, ağlamasını kesen şey ise yumuşak örtülere sarılarak anne karnındaki deneyimin oluşturulması, vücut sıcaklığının anne karnındaki seviyeye getirilmesi, annesine verilmesi ile beraber anne karnında aşina olduğu kalp atışı sesi ve annenin sesini duyması ve aşina olduğu kokuyu alması bebekte çabucak anne karnındaki tamlığı/aşina olduğu ortamı hatırlatan/sağlayan bir durum yaratır. Bu da bebekte anne karnında olduğu gibi bir tamlık hali illüzyonu yaratır. Bebek bu tamlık haliyle nasıl ilişki kurabilir, hatırlayabilir gibi bir soru sorulabilir. Bebeğin doğduğunda annenin sesini ayırt edebildiğini gösteren çalışmalar bebekte geçmiş deneyimlere yönelik bir hafızası olduğunu göstermektedir dolayısıyla anne karnındaki aşina olduğu ortamı da hatırlayabildiği ve bunu arzuladığı söylenebilir.
Her canlı hayatta kalmak için yaşadığı iyi duyguları tekrar yaşamak, kötü duygulardan kaçınmak için bu duyguyu anlamlandırmaya çalışır. Bu anlamlandırmayı da orada var olan semboller (koku,ses,eşyalar vs.) üzerinden kurar. Mesela beyin üzerine okuduğum bir kitapta birisi yeni biriyle tanıştığında elinde tuttuğu bardak soğuksa o kişi ile ilgili düşünceleri istatistiksel olarak daha olumsuz, bardak sıcak ise daha olumlu olduğu görülmüş. Yani önce bir duygu yaşıyor daha sonra bu duyguyu destekleyecek anlamı üretiyoruz. Daha önceden duyduğum başka bir örnek ise şudur. Romantik bir ilişki içinde bulunmak istediğiniz kişinin sizi sevmesini istiyorsanız lunapark tarzı heyecan yaşayacağı yerlere götürün deniyor. Çünkü o kişi yaşadığı tehdit hissini güvenle atlattığını deneyimler bunu da sembolik olarak yanındaki kişi ile anlamlandırır. Bu durumda tehdidi güvenle atlattığında bunun sebebi olarak yanındaki kişiyi görür böylece onun yanında güvende hisseder. Bu da yanındaki kişiyi sevmesine sebep olur. Yani bizler önce bir duygu yaşarız ve daha sonra bu duyguya sebep olan anlamı üretiriz (Tabiki duyguların da kişide anlamsal bir temeli olduğu ihtimali hatta gerçekliği olduğu için bu yazılanlar tartışmalı).
Bebeğin annesinden süt içtiği ilk zamanda hissettiği iyilik hali, meme ile kendi hissettiği iyilik hali arasında bir anlam oluşturmasına sebep olur. Bu zamanla bebeğin görme becerisinin gelişmesi ile beraber memenin annenin bir parçası olduğunu görmesi böylece anneyi gördüğünde iyi hissetmesi ile sonuçlanır. Bebeklerin emzik veya biberon kullandığında da rahatlamaları bu materyallerin meme ile sembolik benzerliği üzerinden kurulan ilişki sayesinde sanki gerçek bir meme emiyormuş gibi algılamalarından dolayıdır. Çeşitli duygular ile bu duyguyu yaşatan gösterenleri ilişkilendiririz. Bu gösterenlerin başka gösterenler ile ses, doku, şekil, işlev gibi benzerlikler üzerinden de bir ilişkisi olduğu için zihnimizde simgesel bir ağ örülmeye başlar. Bebeğin hissettiği iyi hissetme halinin (gösterilen) sebebi olarak gördüğü meme (gösteren) ilişkisine yapı ve işlev bakımından benzerliğinden dolayı emzik de dahil olmuştur. Bu durumda emzik gösteren meme ise gösterilen olmuştur ancak zinciri takip ettiğimizde de memenin gösterdiği şey ise aslında bebeğin iyi hissetme halidir. Bu şekilde bir zincir oluşur ve her gösteren aynı zamanda gösterilen olabilir. İnsan yıllar boyunca yaşadığı birçok duyguyu çeşitli gösterenler ile ilişkilendirir ve bu gösterenleri gösteren başka gösterenler de vardır. Aynı zamanda bir gösteren başka birçok gösterilen ile ilişkilendirilebileceği için de çok karmaşık bir ağ örülmüş olur.
Aynı zamanda yaşanılan şey ile duygularımız arasında da tutarlı-mantıklı bir ilişki kurmak istediğimiz için çeşitli düşünsel çarpıtmalara da başvurabiliyoruz. Mesela bir grubun özelliklerini benimsediğimizde yani o grubun söylemini benimsediğimizde anlamsal olarak bir belirsizlikten bizi kurtardığı için iyi hissetmemize sebep olur. Ancak başka bir grup üyesiyle karşılaştığımızda o grubun üyesi başka bir gerçekliği temsil ettiği için, yani bizim kurduğumuz anlamın zarar görebilme ihtimali olduğu için o kişinin kendisinin veya söylediklerinin hem iyi hem de kötü özellikleri olsa bile bizi iyi hissettirdiğini deneyimlediğimiz grubumuza ait gösterenlerin zarar görmemesi için diğer grubun üyesi olan kişiye karşı algılarımız onun sadece kötü özelliklerini görmeye dayalı olacaktır. Eğer onun söylediklerinin doğru olduğunu düşünürsek bu kendi gerçekliğimizde bizim iyi hissetme halimizle kurduğumuz anlamla çelişeceği için onu kötü olarak değerlendirir, böylece duygularımız ve bulunduğumuz ortam arasındaki anlamsal ilişkiyi devam ettirebiliriz.
Merak duygusu insanlarda da hayvanlarda da harekete geçiriciliği yüksek ve olumlu bir duygudur. Çünkü merak edilen şey kişi için belirsizlik barındırır. Merak sonucu oluşan güdülenme de merak edilen şeyin iyi mi kötü mü olduğuna dair bizi anlamı inşa etmeye iter. Birçok hayvanda da bu merakı yani çevrelerinde olan şeyleri veya olayları tanımaya/anlamaya dair bir güdülenme olduğu görülebilir. Burada bence önemli olan nokta, merak, keşfetme, anlama gibi güdülenmelerin insan ve diğer canlılar için iyi bir duygu mu yoksa kötü bir duygu mu olacağını belirleyen şeyin o canlıda ne oranda bu eksikliğin giderildiğidir. Eğer canlı o anda başka birçok eksikliği hissediyorsa var olan yeni eksiklik (yeni bir ortama girmek, bulunduğu ortamda yeni şeylerin ortaya çıkması) o canlıda kaygı yaratır yani olumsuz bir durum yaratır. İnsan ve diğer canlılar eksik olmaları sayesinde haz almaya devam edebilir. Ancak eksik çok fazla olduğunda bu o canlıya sorun yaratır. Ben bu eksikliğin iyi mi yoksa kötü mü olarak deneyimlendiğinin neye göre oluştuğu sorusunu düşündüğümde pareto ilkesinin de bu duruma uyarlanabileceğini düşündüm. Pareto ilkesi %80 e %20 ilkesi ile çalışır. Mesela bir konuyu hiç bilmiyorsak o konuyu tamamen öğrenmek için okuyamız gereken kitapların %20 sinin o konuyu bize %80 oranında öğreteceğini söyler. Başka bir örnekte satış yapan bir kurumun gelirinin %80’ini müşterilerinin %20’sinin oluşturduğunu söyler. Bu ilke istatistiksel olarak birçok farklı alanda görülmüştür. İnsanın ve diğer canlıların eksikliği kapatmaya dair motivasyonel bir şekilde güdülenmesi için, yani o eksikliğe merak gibi olumlu bir duyguyla yaklaşabilmesi için ihtiyaçlarının %80’inin karşılanmış olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer insanlar arzuladıkları şeylerin %80’ine sahipse mutlu olabilir ve geri kalan %20’lik eksikliği sorun etmeden yaklaşabilir ve iyi duygularla o eksikliği gidermeye çalışır. Günümüzde bilginin yaygınlaşması ile, kitle iletişim araçlarının gelişmesi ile 100 yıl önce hiç bilmediğimiz dolayısıyla eksikliğini hiç hissetmediğimiz birçok hayatı, olasılıkları görmüş olduk. Bu da arzulanabilecek ve ulaşılabilecek sayısız olasılığı dolayısıyla sayısız eksiği bize gösterdi. Bu durum sahip olduklarımız ile arzuladıklarımız arasındaki %80-%20 oranının bozulmasına dolayısıyla depresyon, kaygı gibi psikolojik rahatsızlıklara yol açtı(bunlar benim tahminlerim). Bu yüzden bence her canlının yaşamaya istekli ve motive bir şekilde çeşitli şekillerde yaşamına devam etmesi için tahminen ideal oranın arzuladıklarının %80’ine sahip olarak ve gücünü bu sahip oldukları üzerinden alarak arzuladığı ama sahip olmadığı %20’lik kısmına yönlendirmesi olduğunu düşünüyorum. Mesela bir köpek eğer çevresinde tanıdığı ve güvendiği bir canlı yoksa, bulunduğu ortamı bilmiyorsa, açlık susuzluk gibi ihtiyaçlar çekiyorsa bu ortama tanımadığı bir insanın dahil olması onu daha çok kaygılandırır. Ancak eğer fizyolojik ihtiyaçları karşılandıysa yanında tanıdığı ve güvendiği başka bir insan veya hayvan varsa yani ihtiyaçlarının büyük bir kısmı tamamlandıysa o köpek meraklı ve istekli bir şekilde olumlu duygular ile ortama yeni gelen bilmediği canlıyı tanımaya yönelir veya yeni bir ortama girdiyse olumlu duygular ile etrafı keşfetmeye başlar. Bu köpeğe haz veren bir deneyim olur. İnsanların da yeni hedeflerin peşinden istekli bir şekilde gitmesi için, yeni şeyleri deneyimlemeye istekli olması için ihtiyaçlarının yaklaşık %80’lik bir kısmının karşılanması gerekir. Ancak bu şekilde insanlar eksikliği deneyimlemeye hazır ve istekli hale gelebilir. Köylerde veya büyük toplumsal yerleşkelerden uzak olan birçok insanın, günümüzde o kişilerden kat kat daha fazla şeye sahip olan gelişmiş toplumlardaki insanlardan çok daha mutlu olmasının sebebi budur. Bu insanların farklı mutluluk/yaşam tatmini seviyelerinde olmalarının sebebi mutlu olanın eksikliğini hissettiği şeylerin yaklaşık %80’ine sahip olması, ancak gelişmiş bir toplumda yaşayan kişinin sahip olmadığı sayısız şeyi görmesi dolayısıyla eksikliğini hissetmesi ile %80-%20 oranını kaybetmesidir. Bunun sonucunda insan arzulamayan bir pozisyon olan depresif pozisyona geçebilir. Depresif pozisyonda eksiğin bilgisi dolayısıyla arzu bastırılır. Dolayısıyla kişi eksik hissetmediği için arzulamayacaktır.Burada bir parantez açarak depresyonun işlevi ile ilgili tahminimi detaylandırmak istiyorum. Depresyonun evrimsel süreçle ilişkisi ve işlevi ile ilgili videolarda depresyonun yardım almayı kolaylaştıran, kendisinin tehdit olarak görülmemesini dolayısıyla ötekilerin ona saldırmasını engelleyen veya ikincil çıkarlar gibi şeylerden bahsediliyor. Depresyonun işlevi hakkında benim tahminim ise şudur: Depresyonun en belirgin özelliği bir şeylere istekli olmamak ve haz alamamaktır. Hazzın eksiğin giderilmesi ile oluştuğunu yazmıştım. Depresyonda kişi haz alamıyorsa bu aslında mantıken onda bir eksiğin olmadığına işaret eder. Tam da bu yüzden bence insanın eksikliği dolayısıyla arzu ettiği şeyler arttığında ve kişi bunlara ulaşamadığında depresif pozisyona yani arzulamayan (kendisini arzulamadığına ikna ediyor bilinçdışı şekilde) pozisyona geçtiğini düşünebiliriz. Bu bakımdan depresif biri olduğunda depresyonun ne zaman ortaya çıktığına, ne kadardır sürdüğüne ve ne derece yoğun olduğuna bakarak “bu kişi neyi istiyordu da olmadı?” sorusunu sorabiliriz. Tabiki kişi bunun farkında olabilir de olmayabilir de yani eskiden istiyordum ama artık istemiyorum da diyebilir ya da bir şeyleri arzuladığı zamanları bilinçdışına ittiği için unutmuş da olabilir. Mesela kişi arkadaş edinerek sosyalleşmek istiyorsa ve bu uzun süre gerçekleşmediyse depresif pozisyona geçerek artık kimseyle görüşmeyi istememe başlar.
Özne kurulumunu etkileyen ikinci tür eksiklik de kontrol etme/yeterli olmaya dair eksikliktir. Bu eksiklik de temelde yine anlamlandırabilme kapasitesinin bir sonucu olarak oluşmuştur. Anlamlandırabilme becerisi beraberinde yetersizlik durumunda nasıl yeterli olabileceğine dair bilgiyi de beraberinde getirmiştir. Aynı zamanda yeterli olduğumuzu zannettiğimiz şeylere karşı yeni anlamlarla yaklaşmak o konuda aslında yetersiz olduğumuz bilgisini de beraberinde getirir. Mesela insanlar kendi anne babalarının yaptıklarını bir bütün içinde anlamlandırarak kendileri de çocuk sahibi olduklarında bu anlam doğrultusunda ebeveynlik yaparlar böylece kendilerinin ebeveynlik konusunda çok iyi bir şekilde yeterli olduklarına, her şeyi doğru yaptıklarına inanabilirler. Ancak başka birisi kendi oluşturdukları anlamın yanlış olduğunu onlara gösterdiğinde bu kişilerde öfke, üzüntü, kaygı, yetersizlik duyguları çıkar çünkü bu kişilerin hem oluşturdukları anlam dağılmıştır hem de nasıl yeterli olacaklarını belirleyen şey bu anlam olduğu için, kaybolan anlam ile yeterlilik duyguları da kaybolur.
Bu ihtiyaca sebep olan şey insanın çevresinde olup bitenleri eğer kontrol edemezse, bir şeyleri etkileme yönünde yeterli olamazsa savunmasız olacağını, ihtiyaçlarını karşılamayacağını fark etmesidir. Mesela insan vahşi bir hayvanı kontrol edebilecek, onunla savaşacak veya ondan kaçabilecek donanıma sahip olmazsa istemediği şeylerin olacağını görür ya da bir bebek eğer ağlamazsa dolayısıyla annenin dikkatini çekemezse beslenmenin gerçekleşmediğini bilinçdışında anlayabilir. Bebeğin annenin dikkatini çekebilmesi de bir yeterlilik işaretidir. Bir şeylerin neden öyle olduğunu anlamak insana iyi gelse de aynı zamanda şeyler üzerinde istenen amaca yönelik yeterli olmak da isteriz. Mesela bir spor müsabakasında birinci olan kişi hazzı deneyimler. Normalde yaptığı şeyin bir şeyleri daha anlamlı hale getirmesiyle, dolayısıyla oradan gelecek olan hazla doğrudan bir ilişkisi yoktur. Buradaki hazzın sebebi ve dolayısıyla öncesinde bu başarıyı kazanmaya yönelik arzusunun sebebi yeterli olduğunu deneyimlemek istemesi ve bu yeterliliğin başkaları tarafından da onaylanması arzusudur. Kişi bu başarıyı kazandığında en azından o alanda yeterli olduğunda dair bir tamlık hali yaşar, bu da kişiye haz verir. Bir başka örnek ise sanat eseri satın almak olabilir. Bu eseri çok yüksek miktarlarda paraya satın almak, orijinalinden ayırt edilemeyecek aynı eseri daha uygun ücrete almak varken orijinaline sahip olma arzusu temelde başkalarının arzuladıkları ama ulaşamadıkları şeyin kendisinde olduğunu, yani herkesin arzusunun nesnesine sahip olmak ile oluşan yeterlilik/tamlık halinin hazzıdır. Nadir olan şeylerin daha değerli olması bu yüzden de insanların nadir şeylere sahip olma arzusu, bir şeyin ne kadar çok kişi tarafından isteniyorsa o şeyin diğer insanlar tarafından da arzulanıyor oluşu gibi şeyler ona sahip olan kişinin tam olarak olmasa da büyük oranda başkalarının arzu ettiği şeye sahip olarak onların eksik kendisinin ise tümgüçlü bir pozisyonda görülmesinin verdiği hazdır. Yapabilmeye dair arzumuz kendisini spor yapmamızda, olabildince çok paraya sahip olmamızda, her türlü oyun ve yarışmada kazanma arzumuzda vs. kendini gösterir. Çünkü bu ve başka birçok şey bizim neyi yapabiliyor ve neyi yapamıyor oluşumuzu gösterir.
Peki neden diğer hayvanlarda kısmen olsa bile bir şeyleri yapamıyor olmak çok sorun yaratmazken insan türünde bir şeyleri yapabilmeye dair yetersizlik hissi büyük psikolojik sıkıntılara sebep olur? Biz neden var olan durumu olduğu gibi kabullenemiyoruz? Mesela bir insanın bir organını kaybetmesi veya işlevini yitirmesi neden kişiye acı verir? Sosyal ilişkilerin çok kişiyle kurulabiliyor olması veya romantik olarak çok fazla partnere sahip olmak neden yeterlilik ve güçle ilişkilendirilir ve insanlar bununla övünür, bunu arzular? Bunun özellikle insanlarda neden bu kadar arzulandığı dolayısıyla da sıkıntıya sebep olduğu öleceğimizin farkında olmamızdan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Çünkü bir kere gelinen bir yaşamda, sınırlı bir zamanda kendimizi olabildiğince yeterli hissetmeye çalışıyoruz. Diğer hayvanlar gibi öleceğimizi bilmeseydik zamanla ilgili bir sorunumuz olmayacağı için sadece doğru zamanı bekleyebilirdik. Bu yapabiliyor olma hali aynı zamanda uzun yaşamla ilişkilidir çünkü hem her canlının birey olarak ne kadar hayatta kalacağı onun yeterliliği ile ilişkilidir hem de sosyal bir grup içerisindeyken en fazla besine, korumaya kısaca ihtiyaçların en iyi şekilde doyurulması sosyal hiyerarşideki yerimize bu da yeterliliğimize bağlıdır. Yeterli olmamak ihtiyaçlarımızın giderilmemesi, gruptan dışlanmak, dolayısıyla tehlikelere açık olmak ve daha çabuk ölmek demektir. Bu yüzden hem kendimize hem de gruptaki diğer insanlara yeterli olduğumuzu onaylatmaya, yapabiliyor oluşumuzu göstermeye ihtiyaç duyarız. Bu yeterlilik hali öleceğimize dair farkındalığımızı bastırmamıza yardımcı da olur. Neyin grup içinde onaylandığı, hangi özelliklerin tamlığı gösterdiğini de kişinin içinde bulunduğu çevrenin söylemi (kültür, din, kurumlar, kişiler vs.) belirler. Bu yüzden de insanların tam olmaya dair arzuları, tamlık haline dair zihinlerindeki şey farklılaştığı için, insanların yeterli olmaya yönelik çabaları da farklılaşır. Kimisi ne kadar çok para o kadar tamlık, kimisi ne kadar çok onaylanma/ün o kadar çok tamlık, kimisi ne kadar kontrol o kadar tamlık, grubun onayı vs. gibi algılar. Farklı tamlık algıları sebebiyle kişilerin arzularındaki fark dolayısıyla acıları arasındaki fark da şekillenmeye başlar. Peki bu farklılık neye göre şekillenir? Anlama arzusunun hangi yönde şekillendiğini anlattığım örnekteki gibi yine iki durum vardır. Birincisi kişinin içinde bulunduğu çevrenin tamlığın ne olduğuna dair söylemi bireyin de o şeyi arzulamasına sebep olur. İkincisi ise kişi hangi konuda yeterli olmadığını doğrudan deneyimlediyse arzusu da gelecekte o deneyimlediği eksiği bir daha deneyimlememek için o alanda olabildiğince yeterli olma üzerinde bir arzusu oluşacaktır. Mesela çocuklukta fiziksel şiddete maruz kalan bir çocuk büyüdüğünde çok fazla kas yapabilir, polis-asker gibi mesleklere yönelebilir ya da maruz kaldığı şeyi başkalarına yaparak kendisini eksikliğini gidermiş olarak yani yeterli olarak deneyimleyebilir. Aynı durum ne yaparsa yapsın onaylanmayan bir kişinin gelecekte onay almaya dair arzusu, sevgi görmeyen birinin sevgi için sevgi görebileceği özelliklere veya işlere sahip olmayı arzulaması gibi şekillerde kendini gösterebilir.
Görüldüğü üzere insanların eksikliğini hissettiği ve bunu gidermek için ortaya çıkan duygu, düşünce ve davranışlar ilk bakışta kişiden kişiye çok değişiyor gibi görünse de, herkesin bireysel arzuları varmış gibi görünsede bu arzuların temelde hangi arzuya işaret ettiğini takip ettiğimizde en temelde yeterli olma arzusu veya anlamlandırma arzusu olduğunu görebiliriz. Evrende anlayamadığımız sonsuz sayıda ilişkilerin olması ve sonsuz sayıda yeterli olunabilecek alanda sınırlı yeterliliğimiz bize iki alanda da sonsuz bir eksik yaşatmaktadır(Tam da bu yüzden insanlar tarafından her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten tanrı kavramı oluşturulmuştur). Bu sonsuz eksiklik hissinin hangi kısımlarını tamamlamaya dair arzumuzun oluştuğu bireylerin hangi eksiği bastırabildiği, hangi eksikleri ise doğrudan deneyimlediği ile ilgilidir. Tamlık fantezini yani tanrı olmaya dair arzuyu gerçekleştirebilmemiz için önce eksik olduğumuzu deneyimlediğimiz alanlardaki eksiği kapatmamız gerekir. Tam da bu yüzden insanlar eksikliğini deneyimlediği şeyleri tekrar tekrar deneyimleme olasılığını artıracak tekrarları oluştururlar. Çünkü bu eksiği gidermeden tanrı olmaya dair, tamlığa dair arzu gerçekleşemez. İnsanların tanrı olmak için eksikliğini doğrudan yaşadığı şeyler üzerinde şekillendirmesinin ve diğer alanlara yönelmemesinin sebebi aynen ölümlü bir kaza yaşayana kadar ölmeyecek gibi yaşamamız gibi diğer alanlardaki eksikliği doğrudan deneyimlemeyen insanlar da oradaki eksiklik yokmuş gibi davranabilir. (Mesela bir boksörün dünyanın en iyisi olması için dünyadaki herkesi yenmesi gerekmemektedir. Kendisinin dünyanın en iyisi olduğuna inanması için sadece karşılaştığı rakipleri yenmesi yeterlidir.) Eksikliği yokmuş gibi yapamadığı alanlarda ise yani eksiği doğrudan deneyimlediği alanlarda ise arzusu, hazzı, düşünsel yapısı, hayatı vs. kısaca kişiye dair her şey bu eksiklikler çevresinde oluşur. Son cümleyi iyi bir şekilde özetleyen Dostoyevski’den bir alıntı yapmak istiyorum: “Ah şu benim bitmek bilmez sakarlığım. Yine, yırtık cebime koymuşum umudu.”
Özne kurulumunda kişinin psikotik, pervert veya nevrotik yapılardan hangisine sahip olacağı sözü geçen anlamaya dair arzunun ve yeterli olmaya dair arzunun hangi türünün eksikliğiyle, ne zaman, doğrudan yüzleşip yüzleşmediğiyle ilgilidir. Yani bu eksiği bastıramamasına sebep olan yaşantılar, kişinin hangi yapıda olduğunu doğrudan belirleyecektir. Bu ilişkiyi daha sonra detaylıya açıklayacağım.

Bizler eksikliğini hissettimiz şeye dair çok hassas oluruz. Mesela kıtlık yaşayan bir insan her şey düzene girdiğinde normalden fazla gıda depolayacaktır. Saldırıya uğrayan birisi obsesif bir biçimde kendini savunmak için birçok önlem alacaktır ve paranoyak bir tutum sergileyecektir. Bu ihtimallerin her birinin yaşanma olasılığını bilsek bile bizler sanki bu hiç yaşanmayacakmış gibi yaşamımıza devam edebiliriz. Ancak bunu yaşayan birisi yani eksikliği doğrudan deneyimleyen birisi artık bu eksikliğini bastıramadığı için duyguları, düşünceleri, davranışları ve arzuları bu eksiklik deneyimi çevresinde şekillenecektir. Bizler sonsuz sayıda şeyin neden öyle olduğunu anlamasak da, sonsuz sayıda şey hakkında yetersiz olsak da o yetersizliği deneyimleyene kadar sanki eksik değilmişiz gibi davranabiliriz. Deneyimlediğimiz eksikliği bir daha deneyimlememek için ya da o eksikliği gidermek için yapılanırız. Bir kişi bir yere bakıyorsa ilgilendiği bir şey vardır, hiç bakmıyorsa ilgilendiği bir şey kesin vardır sözünde olduğu gibi bir insanın hayatında ya da söyleminde bir konu hiç yoksa orada eksikliğin deneyimlendiği bir şey vardır. Aynı zamanda bir insan bir şeyle çok ilgileniyorsa yine oradan elde ettiği şeyle daha önceden deneyimlediği eksikliği gidermek, bir daha o eksikliği yaşamamak için bir şeyler yapıyor demektir. Semptomlar da tekrarlı bir eylem (duygu,düşünce,davranış şeklinde) olduğuna göre semptomun hangi eksiklik etrafında oluştuğu ya da hangi eksiklikten kişiyi uzak tuttuğu semptomun işlevini belirler. Bu ilişki her zaman doğrudan olmak zorunda değildir, sembolik olarak temel eksiği gidermek veya ondan kaçınmak olarak da görünebilir. Mesela bir kişi çocukluğunda ebeveynlerinin ölümünün kendisinin bir şeyi yapmamasından dolayı olduğunu düşündüyse sevgilisinin her istediğini yapmaya dair bir zorlantı geliştirecektir çünkü yapmazsa bilinçdışında onun da öleceğini düşünüyor olabilir. Buradaki semptom geçmişte kendisinde varsaydığı eksiğin telafisidir ve bir daha o eksiği yaşamamaya dair bir zorlantıdır, aynı zamanda sembolik olarak o eksiği telafi etmeye çalışır, yerini doldurmaya çalışır. Ebeveynlerinin söylediklerini yapmayınca ebeveynlerinin duygusal ilişkisini kestiği ve fiziksel şiddeti deneyimleyen birisi yine aynı zorlantıyla sevgilisinin her istediğini yapmaya dair bir semptom gösterebilir; buradaki semptomun işlevi ise bir eksiği sembolik olarak doldurmak/gidermek değil geçmişte yaşadığı eksikle tekrar yüzleşmemek için bir kaçınma davranışı olarak ortaya çıkmıştır.
İnsan türü olarak şeyler üzerinde anlamsal ilişki kurabilme becerimiz yani örüntüleri tespit edebilme becerimiz, bizi tehlikelerden uzakta tutarak hayatta kalmamıza yardımcı olmuş aynı zamanda istediğimiz şeyleri nasıl elde edebileceğimize dair sebep sonuç ilişkileri kurarak arzuladığımız şeyleri elde etmemize yardımcı olmuştur. Ancak bizi diğer canlılardan “üstün” olmamızı sağlayan bu beceri lanetiyle beraber gelmiştir. Çünkü şeyler arasında bir anlamsal bağ kurabilmek yani o şeylerin ilişkisinin nasıl olduğuna dair ürettiğimiz anlamlandırma beraberinde yanlış anlama potansiyelini de taşır. Çünkü bir şeyin açıklaması/gerçekliği sadece bir tanedir ama potansiyel olarak içinde sonsuz sayıda yanlış anlama potansiyeli vardır. Bizim zihnimizdeki kendimizle veya hayatla ilgili kurguladığımız bu varsayımsal gerçeklik/anlamlandırma sonsuz açıklama içinden sadece bir açıklama olduğu için bunun doğru bir anlanlandırma olma olasığı pratikte sıfırdır. Mesela araba kullanırken trafik ışıklarında durup bekleyen birisine başka bir araç şiddetli bir biçimde çarptığında kişi travmatik bir deneyim yaşar. Bunun sebebi kişinin kendisinin her an ölebileceğini bastırması, toplumsal söylemin ve kendi tecrübelerinin oluşturduğu anlamda kişinin “eğer kurallara uyarsam, doğru şeyi yaparsam başıma kötü bir şey gelmez” inancına yönelik oluşturduğu anlam yaşanan bu kaza ile anlamını yitirmekte, yani yıllarca oluşturduğu kendisine ve bulunduğu çevreye yönelik gerçeklik dağılmaktadır. Kendisini güvende hissettiren, eksikliğini bastırmaya yardımcı olan bu kurgu gerçek bir olay ile dağılmıştır. Kişi kendi ölümlülüğüyle dolayısıyla yetersizliğiyle yüzleştiği için aynı zamanda inandığı/kurguladığı şey dağıldığı için travmatik bir deneyim yaşamıştır. Bunun sonucunda kişi bir daha bu eksikle yüzleşmemek için duygu-düşünce ve davranışları yani gerçekliğini bu deneyimlenen eksiklik üzerinde yeniden şekillendirecektir. İnsan harici canlılar bu tür olaylara karşı insan kadar kompleks tepki oluşturmazlar çünkü kendileri veya çevrelerine dair ürettikleri anlam olmadığı için veya sınırlı olduğu için ortada eksikliğiyle yüzleşilecek veya dağılacak bir şey de yoktur. Onlar olayları olduğu gibi sadece olayın yarattığı gerilimden kurtulmaya yönelik davranış olarak deneyimler. Bir yıldırım düştüğünde insanlar da korkar hayvanlar da korkar ancak sadece insan bunu anlamladırmaya çalışır. Bu anlamlandırma girişimi kişiye bir cevap üreterek kaygıyı giderir ancak üretilen anlam yanlış anlam olduğu için bir yıldırım yine düştüğünde insan diğer hayvanlardan daha çok etkilenir. Çünkü yıldırımın potansiyel tehdinin yanında insan kurduğu anlamın doğru olmadığıyla da yüzleşir. Hayvanlar ise olayları olduğu gibi ve o an yaşarlar.
Akla şu soru gelebilir. O zaman hiçbir şeye dair(kendimiz dahil) bir anlam oluşturmazsak bu gerçekliğin dağılmasını deneyimlemekten yani yanlış anlama ihtimalinden kurtulmuş oluruz. Böylece her şey olasılık dahilinde kalabiliriz ve biz de kendimiz ve çevremiz hakkında kurduğumuz anlamın dağılmasıyla yüzleşmemiş oluruz. Bunu neden yapmıyoruz? Çünkü insanın anlamlandırmaya dair zihinsel yapısının varolması bilinçli olsun ya da olmasın o anlamı otomatik olarak üretir, bu kaçınılmazdır. Bunu kulağı olan sesleri duyabilen birine sesleri duymamaya çalışmasını söylemeye benzetebiliriz. Çevresinde bir ses olduğu sürece kişi istese de istemese de bu sesi duyacaktır. İnsan da istese de istemese de bu anlamı üretecektir. Sesi duymamak için ya dikkatimizi başka yere çeviririz ya da sesin olduğu kaynaktan uzaklaşırız. İnsan da bu kurduğu anlamın yanlış olduğuyla veya yetersizliğiyle yüzleşmemek için ya dikkatini başka yere verir ya da kaynaktan uzaklaşır. Mesela hayatındaki birçok şeyi kontrol edemeyen birisi bu eksiklikliği gidermek için kontrol edebileceği şeyler üzerinde dikkatini toplayarak, yani aslında var olan diğer eksikliklerden dikkatini uzaklaştırarak baş etmeye çalışabilir. Aynı şekilde insanların kendisini reddetmesinden korkan bir kişi sesin kaynağından uzaklaşan kişi örneğinde olduğu gibi eksikliği deneyimleyeceği alandan kendini uzaklaştırır. Bu anlamı kurmamak avantajlı gibi gelse aslında sorunludur da çünkü bu anlamı kurmazsak kötü şeylerin olabileceğine dair bir gerçeklik içinde yaşarız, bir şeylerin iyi olabileceğine dair umudumuzu kaybederiz, eksikliği bastıramadığımız için sürekli eksiği hissederek dolayısıyla bunun oluşturduğu gerilimle yaşamak zorunda kalırız. Özellikle biyolojik gelişim açısından prematüre doğan insan uzun yıllar başkalarının bakımına ihtiyaç duyar, isteklerini elde edebilmek için ve tehlikelerden uzak kalmak için ötekilerin yapıp ettiklerini anlamlandırmaya çalışır bunu benimser. Bu acıdan kaçınmak ve hazza ulaşmak için çocuğa hazır bir şema sağlar. İsteklerinin tatmin edilebilmesi için bulunduğu ortamdaki kişilerin hangi durumlarda bu isteği yerine getirdiğini, hangi durumlarda onun için bir tehdit oluşturduğunu anlaması/örüntüler tespit etmesi gerekir. Böylece kişinin hayatta kalma olasılığı artar. Bu da ötekinin söylemini oluşturur.
Bebeğin/çocuğun bu anlama ihtiyacını gidermek, yetersizliğini telafi etmek için bu özelliklere sahip olduğunu varsaydığı her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten ebeveyn figürüyle kendisini bir tutar. Kendi benliğine dair bir farkındalığı olmayan bebek herhangi bir ihtiyacı ortaya çıktığında orada beliren ve o ihtiyacı gideren anneyi kendisiyle aynı şey gibi görür böylece bu eksiklikle annesinin sahip olduğu özelliklerin kendisinde olduğu sanrısı ile başedebilir. İlerleyen dönemlerde kendisinin ayrı bir varlık olduğunu deneyimleyen bebek(ayna evresi) bir ihtiyacı olduğunda eksikliği deneyimler, bu eksiklikle baş edebilmek için de ebeveynlerinin her şeyi biliyor olduğuna ve her şeye gücünün yetiyor olduğuna inanarak başa çıkar. McWilliams Psikanalitik Tanı Kitabında kendi kızıyla yaşadığı şu olayı yazmıştır: kızı havuza gitmek istiyordur ancak yağmur yağıyordur, annesi yağmur yağdığı için gidemeyecini söylediğinde kızı sen yağmuru durdur böylece havuza gidebilirim demiştir. Ebeveynlerinin yeterli olduğunu, kendisinin de eksik olduğunu deneyimleyen çocuk bu eksikliğin ebeveynleri tarafından giderilmesini sürdürmek için onların arzusunda bir yer sahibi olmaya çalışır çünkü onların istediği şekilde birisi olursa eksiklikle yüzleşmek zorunda kalmayacaktır. Ancak içten içe onlar gibi tam olmaya dair bir arzusu da vardır. Bu tamlık her şeyi bilen (ki çocuk her şeyi ebeveynlerine sorar, onların bildiğini varsayar) ve her şeye gücü yeten (ki çocuk ebeveynlerinin onu her türlü şeyden koruyacağına, her şeyi yapabileceklerine inanır) kişi olmaya dair bir arzudur. Bakıldığı zaman çocuklar öğrendiği şeyleri büyük bir hevesle ebeynlerine anlatarak onlardan o şeyi bildiğine dair onay bekler. Aynı zamanda bir şeyi yapabilmeye başladıklarında o şeyi yapabildiğini ebeveynlerine göstermeye çalışırlar. Bu görülme, dolayısıyla da sahip olduğu şeyi onaylatma ihtiyacı temelde çocuğun “bir gün bende sizin gibi tam olabilir miyim” sorusuna aradığı cevaptır. Peki bu biliyor olma ve yapabiliyor olma durumunu çocuğun kendisinin biliyor olması neden yeterli değildir? Çocuk neden bunun aynı zamanda başkaları tarafından onaylanmasına ihtiyaç duyar? Çünkü tamlığa ulaşmak imkansızdır, her birey, her aile, her toplum, her kültür, her din, her söylem kendine özgü bir tamlığa ulaşma kriterlerine sahiptir. Çocuk da neyin tam olmaya dair kazanılması gereken bir özellik olduğunu anlamak için ötekilerden onay bekler. Aynı zamanda çocuk ebeveynlerinden eksikliğini giderecek yönde bakım almaya devam etmesi için onların arzusunda yer alması gerektiğini fark eder. Dolayısıyla onların sevgisini/onayını kazanmak ve onlardan yararlanmaya devam etmek için sahip olduğu özellikleri adeta ebeveynlerinin beğenisine/onayına sunar. Bu onayın nereden geldiği ve nereden gelmediği kişinin arzusunu, dolayısıyla yapıp ettiklerini şekillendirir. Mesela çocuk öğrendiği ve yapabildiği şeyleri ebeveynlerine gösterip onların onayını alarak onların arzusunda yer edinmeye devam edebildiğini söyledik, ancak ebeveynlerden birisi çocuğun bir şeyleri kendi kendine yapabilmesinden dolayı çocuğun ona ihtiyacı kalmayacağı dolayısıyla terk edileceğine dair bir kaygısı varsa çocuğun kendi başına bir şeyler yapabilmesine izin vermeyecek, bunu yapabildiğinde çocuğa kızacak ve ihtiyaçlarını karşılamayacaktır. Çocuk da ebeveyninin arzusunda yer edinebilmeye devam etmek için, eksiklikle karşılaşmamak için paradoksal olarak eksik/yetersiz olmaya devam ederek ebeveyninin arzusundaki yerini sürdürmeye devam edebilecektir(efendi-köle ilişkisi), böylece ebeveyninin tamlık halinden beslenerek kendisinin de eksik olmadığına dair bir kurgu içinde yaşayabilir. Çocukluk döneminde eksikliği giderebilmek için başkalarının arzusunda yer edinmeye dair bu davranış geri kalan hayatın tümünde ve başka ortamlarda da kullanılır. Sosyal bir hayvan olmanın getirdiği başkalarıyla etkileşim halinde olmaya yönelik gereksinimimiz, insanın kendi ihtiyaçlarının tümünün tek başına giderememesi gerçeğiyle birleştiğinde başkalarından bu ihtiyacımızı karşılamaları yönünde bir talebin oluşturulması için onların arzularında yer bulmaya dair zorunluluğu beraberinde getirir. Bu yüzden insanlar içindeki bulundukları söyleme göre arzularını oluştururlar. Diğerlerinin arzuladığı şeyi arzular, yasakladığı şeyi yapmazlar. Diğer insanların neyi onayladığını gözlemler ve onların neyi arzuladığını anlamaya çalışırız.(Sosyal psikoloji bağlamında bunun temel sebebi onaylanma ihtiyacıdır ve daha önceden farklı olmanın neden onaylanmadığı-istenmediğini yazmıştım. Her ne kadar temel isteğimiz onaylanma-görülme olsa da bu genelde diğerleri gibi olan-aynı olanın onaylanması ile sonuçlanır ancak özne olmak yani diğerlerinden bir farkımız olması için de farklı olmaya ihtiyaç duyarız ancak bu beraberinde dışlanmayı-onaylanmamayı beraberinde getirir. Bu bakımdan şunu söyleyebiliriz: Bizler onaylanmayı isteriz ama asıl istediğimiz şey, bizi özne yapan şey farklılıklarımızın onaylanmasıdır.) Böylece onların arzularında yer edinebilir, kendi arzularımızı onlar aracılığıyla gerçekleştirebiliriz. Bu ilişkinin sürdürülebilmesi için insanın hem arzuladığı hem de elde edebileceği şeylerden vazgeçmesini yani kastrasyonu gerektirir. Her istediğinin istediği zaman yapamayacağı, yaparsa istediği diğer şeylerin karşılanmayacağını anlayan insan bu dengeyi kurabilmek için çeşitli stratejiler geliştirir. Hissedilen çeşitli eksiklik alanlarından bazılarında doyumun sağlanmasının bazılarından geçici veya kalıcı olarak vazgeçilmesini gerektirdiği için buradaki gerilimi azaltmaya yönelik olarak psikolojik savunmalar denen stratejileri kullanırız. Mesela doktor olmayı arzulayan birisi temelde ailesi onun doktor olmasını istediği ve kişi de ailesinden onay almak istediği için gerçekte oyuncu olmayı istese bile doktor olmayı arzuluyor gibi görünebilir. Oyuncu olmaya yönelik arzusu ile ailesinden onay almaya dair arzusu çatışma yaratır. Bu durumda kişi oyuncu olma isteğini tamamen bastırabilir, önemsizleştirebilir. Kabul görmek için kendi isteklerinden vazgeçip ötekilerin isteklerini yerine getirmesi gerektiğine dair anlamsal ilişki kendi aile dinamiklerinde doğru olsa bile kişi bu durumu tüm ilişkilerine genelleyebilir(alıntı yaptığım makalede bebeğin var olan bütün içinde parçaları algılayamadığı yazıyordu, burada da çocukluk dönemindeki özelliğin devam ettiğini, yani yaşadığı şeyleri parçalar halinde değil bütün halinde gördüğü ve bu bütünü de tüm yaşama ve geleceğe yönelik oluşturduğu söylenebilir) böylece bu yanlış anlama sonucunda kabul görmek için başkalarının istediklerini yapmaya dair bir zorlantı hisseden bir yapı oluşur. Bu yüzden anlamlandırabilmek hem bizi hayatta tutan hem de yanlış anlama potansiyeli sebebiyle gerekmediği halde bazı şeylerden vazgeçmemize yol açan bir özellik olarak karşımıza çıkar.
Çocuğun kendi eksikliğini gidermek için tümgüçlü olarak gördüğü ebeveyn figüründen eksikliğiyle baş edebilecek gücü sağlayabilmesi için onun arzusunda yer bulması gibi yetişkinlik hayatındaki birçok ilişki çocukluktaki bu ilişkilenmenin birebir aynısıdır. İnsanlar eksiklik duygusuyla baş edebilmek için otorite figürlerinin, dini ve siyasi liderlerin ve en önemlisi tanrının arzusunda yer edinmeye çalışır. Eksikliği olmadığı varsayılan bu tümgüçlü figürlerin tamlık halinden beslenebilmek için insanlar bu figürlerin olmalarını istedikleri biçimlerde varlıklarını sürdürürler. Bu durum efendi-köle ilişkisidir. Köleler efendinin gücünden/tamlık halinden faydalanabilmek için eksikliğin farkındalığından kaçmak için efendinin olmalarını istediği kişiler olurlar. Tanrının istediği hayatı sürdürmek, dini liderlerin öğütlerini dinleyip onların söylemlerine göre hayatının anlamını ve amacını belirlemek böylece onlar tarafından sevilen/onaylanan kişi olmak onlara yakın olmayı sağlar böylece bu tümgüçlü varlığın çevresinde varolabilirler. Ancak Tümgüçlü efendi figürünün tümgüçlü olabilmesi için de bunun köleler tarafından onaylanması gerekir. (Burada bir parantez açarak bu efendi-köle ilişkisinin dinamiğine bakarak sadizm ve mazoşizm üzerine bir tahmin yürütebilirim. Sadistik ve mazoşistik pozisyon efendi ve köle rolleri bağlamında aynı gibidir. Sadomazoşistik ilişkide köle olan yani mazoşistik taraf bu rolü benimseyerek efendiye yani sadistik tarafa hayali bir güç vermiş olur. Bunu şuna benzetebiliriz: Birini sevdiğimizi, kabul ettiğimizi, onu güçlü gördüğümüzü gösteren en büyük deliller aslında kendimizi eksilttiğimiz, onun için acı çektiğimiz durumlardır. İnsanların sevdiği diğer kişiler için büyük acılar çekmesi, dinlerdeki oruç gibi inzivaya çekilmek gibi, alkol, cinsellik gibi şeylerden tanrı için vazgeçmemiz gibi şeyler tanrıya olan bağlılığımızı, sevgimizi gösteren, onun gücünü yücelten şeylerdir. Dini, siyasi liderler ünlü kişiler gibi figürlerin etrafında toplanan insanların yaptıkları şeyleri bu bağlamda düşünebiliriz. Yani hem sadistik taraf hem de mazoşistik taraf aslında bir eksiklik içindedir. Mazoşistik taraf daha da eksilerek ve sanki sadistik tarafın şeyler üzerinde gücü varmış gibi onun istediği her şeyi yaparak sadistik tarafa olmayan bir gücü bahşeder. Böylece sadistik tarafın normalden daha fazla yani hayali olan bir gücü olmuş olur. Mazoşistik tarafın bunu yapması aynı zamanda ona olan bağlılığını sevgisini de gösterir böylece sadistik tarafın arzusunda-gözünde yer edinir-onaylanır. Daha önceki ebeveyn-çocuk, tanrı-insan ilişkisinde olduğu gibi güçsüz taraf güçlü tarafın arzusunda yer edinerek onun tümgüçlü halinden faydalanabilir. Mazoşistik olan kişi de acı çektiği kadar sadistik tarafın gücünü yücelttiğini gösterir o gücü onaylar böylece sadistik taraf kendi eksiğini kapatabilir ve tümgüçlü bir pozisyona yakınsayabilir bu da sadistik tarafa iyi hissettirir. Mazoşistik taraf ise sadistik tarafın arzusunda yer edinebildiği için onun gücünden beslenir bu da mazoşistik tarafa iyi gelir. Yani sadomazoşistik ilişkide tıpkı bir oyun gibi bir tarafa hayali bir güç atfedilmesi diğer tarafın ise bu hayali gücü ilişkisel bağlamda tıpkı çocuğun ebeveynlerinin gücünden faydalanarak güçlü hissetmesi gibi o güçten yararlanarak eksiği kapatması yani haz elde etmesi söz konusudur. Bunu doğrulayan bir kanıt ise genelde sadomazoşistik ilişkilerde rollerin değiştiği gösterilebilir. Taraflar her ne kadar bir tarafa daha eğilimli olsada bu bir oyun olduğu için roller dinamik olarak değişmektedir. Benim sadomazoşistik ilişkilerin işlevine-tatminine dair fikirlerim böyle). Mesela tanrı insanları neden yarattı sorusuna Kenz-i mahfî tabiri hadis olarak da rivayet edilen, “Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinat) yarattım” (Aclûnî, II, 132) şeklinde bir cevap verilmektedir. Bu insanın görülme/onaylanma arzusunun Tanrının bir arzusuymuş gibi yansıtılması kanıt olarak gösterilebilir. Aynı zamanda bilinçdışı arzunun kaynağı olarak insanın her şeyi bilme ve her şeye gücü yetme yani tanrı olma arzusuna kanıt olarak incilde yer alan “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı” (Yaratılış 1:26–27) ayeti ve Buharî ve Müslim’de “Allah, Âdem’i kendi suretinde yarattı.” (Buhari, İstizan 1; Müslim, Bir 115) hadisi insanın tanrı olmaya dair ya da en azından tanrıdan bir parçaya sahip olmaya dair arzusu gösterir. Aynı zamanda bazı inançlarda görülen doğadaki her şeyin(bitkiler,hayvanlar, taşlar, yıldızlar, rüzgar vs.) kendine özgü bir bilinci olduğununa ve tüm bu bilinç parçalarının toplamda panteizmde olduğu gibi bir bütünün parçaları(Tanrının görünümleri) olduğuna inanmak da yine kişilere öldüklerinde tekrar doğaya karışarak yeni formlarda hayat bulacaklarına inanarak hayatı anlamlandırmalarına ve ölümün kaygısından kurtulmalarına yol açmaktadır. Bu inançtaki tümgüçlü bir bütünün parçası olmak tam da ayetlerde geçen Tanrının insanı kendi suretinden yaratması gibidir. İnsanların tanrının bir parçasını kendilerinde barındırması gibi doğaya tanrısal vasıf yükleyenler de bu doğayı oluşturan parçalardan birinin kendileri olması sebebiyle tümgüçlü oluşumun bir parçası olurlar. İnsanın ölümün farkındalığı ile nasıl başa çıktığına dair oluşturulan dehşet yönetim kuramına göre insanlar sembolik olarak ölümsüzlüğe ulaşmak için bir grubun(takım tutmak, dini gruplar, milliyetler, aileler, kabileler) parçası olarak grubun oluşturduğu söylemi yaşatmak için o grubun bir parçası olarak grubun varlığının toplam gücünden yararlanırlar. Grubun ona sağladığı anlam ve grubu oluşturan hayali sınırların teoride sonsuza kadar varolabileceği/yaşayabileceği gerçeği sayesinde insanlar bu gruba ait olarak kendilerini ölümsüz gibi hissedebilirler çünkü yapıp ettiklerinin sonuçları bir grubun varlığını etkilediği için kişi kendisinden bir parçanın/izin artık sonsuza kadar var olabileceğine inanabilir. Bu grupların gücü ve kişiler için ürettikleri söylem kişilerin anlam ihtiyaçlarını karşıladığı ve grupla özdeşleştikleri için ve yeterli hissetmelerine sebep olduğu için bu dinamikler tarih boyunca varolmuştur. Sosyal psikolojide çokça araştırma konusu olan insanların kendi gruplarını çok daha iyi, diğer grupları ise çok daha kötü gördüğü, diğer grupları dinlemek veya tanımaktan neden uzaklaştığı gibi birçok dinamik aslında insanın kurgusal tamlık halini sürdürme eğiliminden kaynaklanmaktadır.
Tanrı olmaya dair arzu böyle bir şeyin mümkün olamayacağının deneyimlenmesiyle Tanrının var olmasına duyulan ihtiyaç biçiminde kendini göstermiş dolayısıyla Tanrı kurgusu oluşturulmuştur. Bu kurgu insanın tüm sorunlarını çözme konusunda çok işlevseldir. Çünkü insanın çevresinde olup biten her şeye tanrı kurgusu bir açıklama getirmektedir. Böylece insan kendisinin neden varoluğu, dünyaya neden ve nasıl geldiği, çevresinde olup biten her şeyin anlamına dair açıklamayı tanrı kurgusuyla tamamen çözmüştür. Artık her şeyin nedeni bellidir. Tanrı. Bu belirsizliğin ortadan kalkması insanı rahatlattığı için insanlık tarihinin her döneminde, birbirinden izole olan her toplumda tanrı veya tanrılar veya tanrıya benzer tümgüçlü figürlere olan inanç ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda insanın öleceğini farketmesi dolayısıyla ölmekten duyduğu korkuyu “ölünce yok olmuyoruz, ölümden sonra hayat var, buraya imtihan edilmeye geldik” şeklindeki tanrının bir planı olarak açıklaması yine insanı ölüm ve yetersizlik kaygısından kurtaran, bir anda her şeyin anlamlı hale gelmesine yol açan bir işlev görmektedir. Bu yüzden insanlık tarihinin her dönemi ve her toplumunda tanrı inancının görülmesinin sebebi insanın ortak evrimsel süreçten getirdiği anlamlandırabilme kapasitesi, dolayısıyla anlamlandıramamanın kaygısını gidermesi, aynı zamanda bir gün öleceğinin bilincinde olmanın verdiği dehşet hissiyle başa çıkabilmek için ölümün bir son olmadığına, ölümden sonra yaşamın devam ettiğine inanmaya dair arzusunu gerçekleştirmesi kaçınılmaz olarak her toplumda tanrı inancını ortaya çıkarmıştır (reenkarnasyon da bir çeşit ölümsüzlüktür). Bu inanç insanların deneyimlediği her şeyin neden ve nasıl o şekilde olduğuna cevap üretmiştir. Hastalıklar, doğal afetler, kıtlık vs. gibi insanda kaygı uyandıran, aynı zamanda bir türlü anlaşılamayan ve üzerinde hakimiyet sahibi olunamayan şeyleri insan bunu yapanın tanrı olduğu düşünerek bu anlama ihtiyacını gidermiş, bunun üzerinde hakimiyet sahibi olabilmek için de kendi yapıp ettiklerinin tanrıyı kızdırdığını bu yüzden bu olaylar ile tanrının kendilerini cezalandırdıklarını düşünmüşlerdir, bu düşünce sayesinde ritüeller ile, adaklar ile, günah çıkarma, dua etme gibi şeyler ile kontrol sahibi olamadıkları şeyler üzerinde kontrol sahibi olduklarına dair bir inancın rahatlığını yaşamışlardır. Bu durum bebeklerin ve küçük çocukların çevrelerinde olup biten ve ebeveynlerinden gelen iyi ve kötü her şeyin kendilerinden kaynaklı olduğunu düşünmeleri ile birebir aynıdır. Eğer bu iyi şeylerin kendilerinden kaynaklı olduğunu düşünmezlerse yeterli olduklarına dair bir inanç geliştiremezler, kötü olan şeylerin kendilerinden kaynaklı olduğunu düşünmezlerse olaylar üzerinde hiçbir kontrolü olmadıklarıyla yüzleşecekleri dolayısıyla tamamen savunmasız hissedecekleri için kötü şeylerin de kendilerinin yapıp ettiklerinden kaynaklı olduğunu düşünerek eğer doğru şeyleri yaparsa her şeyin düzeleceğine dair inancın yarattığı umuda tutunarak rahatlama hissedebilirler ve kontrolün kendilerinde olduğuna dair bir rahatlığa sahip olabilirler. Karma inancına sahip olmak, kendi düşüncelerinin veya enerjisini değiştirerek başına gelecek olan şeyleri kontrol edebileceğine inanmak gibi şeyler de bu kontrole sahip olma arzusuna örnek olarak gösterilebilir. Başımıza gelen kötü şeyleri kem göze veya nazara bağlamak aslında kötü şeyin sebebinin dış kaynaklığı olduğunu düşünmeye yol açtığı ve kontrol arzumuzla çeliştiği gibi zıt bir durum varmış görünümünde olsa da bu nazardan veya başına gelen diğer kötü şeylerden kurtulmaya dair ritüeller kişiye yine bir kontrol hissi, olup biten üzerinde yapabileceği bir şey olduğunu düşündürdüğü için yine bu kontrol hissini desteklemektedir. Toplumsal kurallar, kültür, yasalar veya en basitinden bir aile içindeki kurallar bile insanların neyin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğine dair anlam ihtiyacını karşılayan, aynı zamanda bu kuralların güvencesi ile insanları yetersizlikleriyle karşılaşmaktan koruyan üretimlerdir. Yine birbirinden bağımsız her toplulukta bu türden üretimlerin oluşmuş olması bu bakımdan akla yatkındır.
Burada şöyle bir soru ortaya çıkıyor. Neden bazı dinlerde bir tane tümgüçlü tanrı varken neden bazılarında birden fazla çeşitli alanlarda güçlü tanrılar var(yunan dinleri, hint dinleri)? Genel olarak bakıldığında toplumlardaki en eski dinler çok tanrılı dinler iken en yeni dinler tek tanrılı yani tümgüçlü tanrı figürleridir. Çünkü bir şeyleri öğrendikçe aslında yeni sorular doğar ve ne kadar çok şeyi bilmediğimizi farkederiz. Tarihte geriye gittikçe insanlar çok daha az şey biliyordu bu yüzden evrendeki sonsuz bilinmezliği değil de gündelik hayatlarındaki bilinmezliklerin farkındalardı. Bu yüzden az şey bilen toplumların gündelik deneyimleri üzerinden parçalı tanrılar oluşturduklarını yani hava olayları için zeus, ölüm için hades, savaş için ares gibi farklı alanların tümgüçlü tanrılarını yaratmışlar(doğa için, güneşin doğup batışı için, doğum için,ölüm için vs) bilgi arttıkça ve şeylerin birbiriyle ilişkili olabileceği kavrandıkça tek ve tümgüçlü bir tanrı figürü ortaya çıkmıştır denebilir. Bu bakımdan insanın tarih boyunca ürettiği dinlerin özellikleri ile bir insanın hayatı boyunca geçirdiği gelişim dönemleri paralellik gösteriyor denebilir. Çünkü bir çocuk da erken yaşlarda olayları parçalı olarak algılar farklı olaylar arasındaki ilişkiyi kavrayamaz. Mesela bir kişi görüş alanından çıktığında onu yok olmuş zanneder yani nesne sürekliliği yoktur. Anneyi iyi ve kötü anne olarak böler. Onu tüm özellikleriyle bir bütün olarak algılayamaz bu beceri zamanla gelişir. Bir çocuğun bu gelişim dönemlerindeki özellikleri insanlık tarihiyle de paralellik gösteriyor gibidir.
Çocukların masalları sevmesinin sebebi anlam ihtiyaçlarını giderdiği için, oyunlar oynamaları hem kendilerini yeterli hissettiren ya da yeterli hissetmeleri için neler yapması gerektiğine dair cevap ürettiği için, oyunlarda büründükleri roller veya kendi oluşturdakları roller ve bu rollerin ilişkilerini düzenleyerek yaşadığı şeylere sembolik düzlemde anlam kattığı için çocuklara iyi gelir ve bu tür oyunlar sevilir. İnsanların alet kullanmaktan evrendeki var olan her şeyi öğrenmeye dair çabasına kadar insanın yapıp ettiği dolayısıyla ortaya bir haz çıkaran her şey insanın sonsuz anlam ihtiyacını gidermek içindir. Aynı zamanda silahlar, arabalar, uçaklar, kızılötesi kameralar, daha uzun yaşamaya yönelik araştırmalar gibi birçok alan da insanın normal şartlarda sahip olamadığı gücü onlar sanki bu güce sahipmiş gibi hissetmesine yardımcı olduğu için insanın yine arzuladığı şeylerdir. Her türlü savunma ve savaş üretimi, sağlıklı olmaya dair her şey kısaca taş kullanmaktan nükleer füzelere kadar olan tüm üretimler insanın yetersizlik hissini giderdiğine dair bir tamamlama hissi yaşattığı için arzulanır. Kapitalist sistem de tam olarak bu eksikliğimizi tamamlayabileceğine dair bir vaat satar. Daha uzun yaşamaya, daha sağlıklı olmaya, daha genç görünmeye yönelik vb. birçok ürün pazarlar; şunu yaparsan tam/yeterli olursun yapmazsan eksiksin gibi birçok mesaj verir.
Peter Wessel Zapffe: Ölüm, Hiçlik ve Hayatın Anlamı (1990) adlı youtube videosundan buraya kadar anlatılanları özetleyen bir alıntıyı aktarmak istiyorum:
Tüm bunların anlamı ne? Her şey hiçliğe akıyor. Öyle bir gün gelecek ki beni hatırlamış olanlar bile hatırlanmayacak. Her şey hiçliğe akıyor. Akılalmaz bir hiçlikten geliyoruz. Bir süreliğine buradayız sadece, aynı derecede akıl almaz görünen bir şeyin içerisindeyiz. Ve sonra tekrar akılalmazlıkta kaybolayacağız. Tekrar bir hiç olacağız. Her yeni nesil şu soruyu sorar: Hayatın anlamı ne? Oysa şunu öğrenmek istemek çok daha verimli olacaktır: İnsanlık neden yaşamın bir anlamı olmasına ihtiyaç duyar? Aslına bakılırsa, hepimiz metafizik veya dini bir yenilginin tohumlarını içimizde taşıyoruz. Dürüst bir şekilde şu soruyu soran ve bir inanca ya da gerçek olmasını arzuladığı bir düşe sığınmayan biri asla bir cevap alamayacaktır. Yönelmemiz gereken şey şimdiki ve yakın gerçekliğimizdir. Ölüm, korkunç bir kışkırtmadır. Hemen hemen her yerde böyledir bu. Hem değerleri hem etik normları tartmak için bizlere güç verse de, etkili bir araç değildir. Ölüm, her şeyin en kesini ve her şeyin en imkansızıdır. İnsan, trajik bir hayvandır. Önemsizliği sebebiyle değil, aşırı donanımlı olduğu için. İnsanın öyle özlemleri ve ruhani talepleri vardır ki gerçeklik bunları gerçekleştiremez. Adil ve ahlaki bir dünya beklentimiz var. İnsan anlamsız bir dünyada anlam talep eden bir varlıktır. Hayat görüşüm gereği dünyaya çocuk getirmek istemedim. Dilenciye bir kuruş vermeden önce, o kuruşu verip vermeme işkencesini yaşayarak elinde bozukluğu çevirip duran insan, bir çocuğu gözünü bile kırpmadan kozmik çiğliğin içine atar. Yaşamın olanaksızlığı çözülemez, ancak sonlandırılabilir. Bu anlamsız dünya düzeninin üstesinden, son insan yok olana kadar sürekli olarak “ikinin bir olmasını” sağlayarak gelebiliriz. Issız bir gezegen, bir bedbahtlık değildir.
Bebeğin eksikliğini annenin yardımı ile tamamlamaya ne kadar ihtiyacı olduğunu anlatan instagramda gördüğüm bir videodan alıntı yapmak istiyorum. Yetersizliğiyle yüzleşen şairin tamlık durumundaki anne karnına ve bebekliğine olan özlemin nasıl kendini gösterdiğini çok güzel anlatıyor: Küçükken yaramazlık yaptığı için babası tarafından pencereden aşağı sarkıtılan Cahit Sıtkı Tarancı, o günden sonra ölümden korktu ve eserlerinde ölüm temasını işledi. “Anne, sana kim dedi yavrunu doğurmayı? Sanki karnında fazla yaramazlık mı ettim? Senden istemiyordum ne tacı ne sarayı, karnında yaşıyordum kafiydi saadetim. Bir kere doğurdunsa sonra niçin büyüttün? Kundakta beşikte de bir zahmetim mi vardı? Koynundan niçin attın yavrunu bütün bütün. Bilmiyor muydun ki o yalnızlıktan korkardı?”
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 13/06/2025 23:00:51 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/20110
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.