Sokrates ile Maceraya Devam: Tatil Planları
Avcıların ve Ortam Koşullarının Yanında Kendinizle de Mücadele Edeceksiniz!
Kaçıyordu. Bir tehditle karşılaştığında saldırmak yerine konuşarak çatışmayı önlemek istediği zamanlar dışında hep yaptığı gibi… Tabii bu sefer peşinde incitmek istemediği zavallı canlılar yerine oldukça tehlikeli iki amip vardı. Çatışmak zorunda kalmamayı umuyordu; ama yine de sıcak temas olursa, hmm…
Saprofit olmamaları inhibitör teknolojisini kullanmasını pek mümkün kılmıyordu. Çok mecbur kalırsa endositoz yapmalarını bekler, içine alındığı fagositik vezikül kendisini yutan amibin lizozomuyla birleşince Leonardo kolonisinin veda etmeden kendisine hediye ettiği inhibitör keselerinden birini boşaltır ve hücre zarını delerek bir kaçış yolağı oluştururdu. Tüm sindirim enzimleri etkisiz hale gelmiş ev sahibinin sitoplazmasındaki monomerleri aktif taşıma ile savaş tazminatı olarak aldıktan sonra tabii ki... "Ama hücre zar bütünlüğü bozulursa amipler ölür." müydü? Yufka yürekli Sokrates’e ne mi oldu? Tüm mikro evrenin mikro kozmosuna sürekli pozitif etki bırakan bir paramesyum yerine her gördüğüne saldıran iki vahşinin ölmesi kimseyi üzmezdi. Öyleyse Sokrates’i neden üzsün ki?
Genelde öldürmek zorunda kalmamak için, kaçardı. Ama şimdi “şakacıktan” değil, canını kurtarmak için, gerçekten kaçması gerekiyordu. Herhangi bir sürprizle karşılaşmadıkça da kurtulabilirdi. Peşindeki amiplerden hızlıydı, zamanla arayı açıyordu. Bir müddet hızını koruyarak ilerledi. "Araya bir 10 milimetre daha mesafe koyarsam kurtulabilirim." derken salgıladıkları tür içi haberleşme sinyallerinden ilerde bir bakteri kolonisi bulunduğunu fark edince biraz geriye gidip yön değiştirme manevrası yaptı. Amipler ilerideki kolay lokmaları görürse kaçıp duran bir paramesyum yerine savunmasız bakteri kolonisine saldırabilirlerdi ve meydana gelecek ölümlerin sorumlusu Sokrates olurdu.
Bu ilk kez yaşanmıyordu. Sürekli tam yeterince uzaklaştım derken biyofilmsiz bir bakteri ya da yeşil alg kolonisi görüp yön değiştiriyordu. Bu şekilde devam ederse amiplerin besin kaynakları bitene dek kaçması gerekecekti. Tabii önce onun pili bitmezse… O zaman istese de kaçamaz, çaresizce ölümün gelip kendisini bulmasını beklerdi. Ama neyse ki birkaç dakika daha ilerledikten sonra çok güçlü bir su akıntısının yanına vardı. Akıntı o kadar hızlıydı ki henüz içine girmemişken bile hızlı su moleküllerine bakan yüzeyindeki sillerini kullanamıyordu.
Şimdi yön değiştirmeye çalışırsa canlı yem olurdu. Tamamen içine girerse parçalanabilirdi, e tabii peşindekiler de… Bu sürprizi fırsata dönüştürebilir miydi?
Akıntıya girmeden önce, parçalanmamak için hücre iskeletini güçlendirmesi gerekiyordu. Peşinde iki amip varken öylece protein sentezleyecek vakti olmaması bir yana ihtiyacı olan molekülleri sentezlemek için gereken kaynakları düşününce… Tüm bakiyesini buna yatırmak istediğini hiç sanmıyordu. Avcılardan daha ne kadar kaçacağı belli değildi. Peşindekilerden kurtulur kurtulmaz farklı saldırganlarla karşılaşmayacağı da…
Yüksek enerji ihtiyacı, vicdan ile filtrelenmiş dar av kitlesi, zor durumdaki hiç tanımadığı canlılara yardım etmek istemesi… Şu ana kadar nasıl hayatta kaldığına şaşıyordu. Gelişmiş ökaryotik hücre içi yapıları kolayca avlanmasına olanak sağlarken aynı zamanda hızlı ve kompleks bir metabolizma için sürekli enerji üretmesini gerektiriyordu. Avlanmayı terk edip kısmi vejetaryen beslenmeye geçtiğinde ne olacağını zannediyordu ki? Keşke ökaryot hücre yapısını da reddedebilseydi. Ama şimdi sızlanmayı bırakıp harekete geçmeliydi.
Kararını verdi ve kendini yanı başındaki süper-akıntıya bırakarak farkında olmadan büyük bir maceraya doğru ilk adımını atmış oldu. İlerideki birkaç saniye içinde hikayesi sonlanmazsa tabii...
İlk temas sırasında bir anda artan yüksek hızın ve hücre zarına çarpan su moleküllerinin etkisiyle gelen şok tüm hücresini sarssa da ivmesi sıfırlanıp sabit hıza ulaşınca rahatladı. Başarmıştı. Nasıl yaptığı hakkında hiçbir fikri yoktu ama başarmıştı. Yüzey alanı/hacim oranı düşük büyük bir ökaryotun bu hızda bir akıntıya girerken parçalanmaması mümkün değildi. Farkına varmadan uğradığı bir mutasyon hücre iskeletinin yapısını değiştirmiş olmalıydı. Ardındaki belayı atlatınca bunu detaylı olarak araştırabilirdi; zira amipler ufak bir tereddütten sonra peşinden gelmişlerdi.
- Parçalanın, hadi paramparça olup tüm moleküllerinizle birlikte dağılın da sizden arta kalanlarla beslenip girdiğimden daha güçlü bir şekilde bu fırtınadan çıkayım!
Beklediği oldu, ama şans bu ya amiplerden sadece biri parçalandı. Diğeri daha metanetli çıkmış avının izini sürmeye devam ediyordu. Avcısını yemeyi biraz ertelemesi gerekecekti. Umduğunu bulamamıştı ama umudunu kaybetmedi. Akıntıdan ani bir manevrayla çıkarsa ve arkadaşını kaybetmiş amip de hemen peşinden gelirse bu sefer kovalamacayı temelli bitirebilirdi.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Amip’in bir sarsıntıyı daha kaldıracağını düşünmüyordu. Kendisinin peki? Emin değildi ama nereye gittiğini bilmediği bu süper hızlı ekspreste daha ne kadar kalabilirdi ki? Henüz karar verme aşamasındayken, akıntıya girdiği yeri sağına aldığında sol tarafta tüm yolak boyunca sıralanmış yeşil algler algıladı. Savunmasız, besili, lezzetli…
Sadece bu da değil, çok güçlü konjugasyon sinyalleri vardı. Normal şartlarda olması gereken konsantrasyondan çok daha fazla demir, nitrat, magnezyum, glikoz, nişasta, glikojen… Birkaç milimetre ötesi tam bir cennet olmalıydı. Onun için değil elbette, Tom ve Jerry oynayan "arkadaş" için... Öylece gidip algleri katlederek ganimetlere konamazdı. Tom ise, büyük ihtimalle cenneti gördüğü anda Sokrates’i unutup kendini dışarı atar ve henüz onarmaya fırsat bulmadığı (en azından Sokrates öyle umuyordu) hücre iskeletinin ani yavaşlamayla gelen şok dalgasını kaldıramaması sonucu mikrop cehennemini boylardı. Şu an cennetin alglerini kurtarmaya çalışması anlamsızdı. Hani amip akıntıdan çıkıp da parçalanmazsa Sokrates’in yapabileceği pek bir şey kalmazdı zaten. Bu kadar güçlü bir rakibe meydan okumak akıl kârı değildi.
Yine de amip nehir kenarındaki bol kokteyli partiyi fark ettikten sonra hızını biraz yavaşlatıp ne olacağını görene kadar bekledi. Ve bingo! Pa-ram-par-ça.
Şimdi geldiği yere dönebilirdi. Ardından kovalayan kimse olmadığına göre suyun akış hızının yavaşladığı bir yerden çıkmayı deneyecekti. Artık acelesi yoktu nasılsa...
Sillerini çalıştırmayı bırakıp hareketsiz kaldı. Bir müddet serbestçe süzüldükten sonra akıntının bir yerde genişleme yaptığını fark edince gemiden atlama vakti geldiğini anladı. Usulca sol taraftaki sillerini çalıştırıp akıntıyı cennetle arasına aldı. Alglerin yanına gitmemişti. Onca çekiciliğe rağmen, ya da belki yüzünden… Sebebini tam bilmiyordu ama orada oldukça tutarsız bir şeyler vardı. Kendini biraz toparladıktan sonra bu çekici ve savunmasız cennetin, şeytanlarla dolu bu cehennemde varlığını hala nasıl devam ettirebilmiş olmasını çözebilirdi. Ama şimdi değil! Öbür tarafta akıntıdan çıktı. Şiddetli bir biçimde sarsılmış ama bir arada kalabilmişti.
Dışarıda kimi grup halinde kimi tek başına bakteriler vardı. Biraz soluklanmak için bekledi. Çok uzun süredir sürekli hareket halindeydi, sürekli kaçıyordu. Dejenere olan birçok enzim ve proteinini yenilemeye fırsatı olmamıştı. Etrafta tehlikeli protistalara dair bir işaret algılamıyordu.
Bu fırsatı değerlendirmeye koyuldu. Uzun süren kovlamaca sırasında aralıksız çalışan mitokondriler hücre içi oksidatif stresi oldukça tehlikeli düzeye ulaştırmıştı. Hemen çalışma hızınlarını yavaşlattı. Özellikle hücre iskeleti ve sillere ait biyomoleküllerini yenilemesi gerekiyordu ama stres düzeyi normal koşullara inene kadar bekleyebilirdi. Bu esnada bulunduğu ortamı inceleyebilirdi.
O ana kadar fark etmemişti ama sıcaklık oldukça düşüktü. Tolere edebileceğinden çok daha düşük… Hareket halindeyken harcadığı enerji onu sıcak tutmuş olmalıydı. Basınç yüksek, çözünmüş oksijen konsantrasyonu kritik düzeyde az. Şüphe götürmez biçimde derin okyanus habitatındaydı. Tamamen kemosentetik bakterilerin elinde olan besin üretimi ve yan ürün olarak ortaya çıkan, birçoğu diğer türler için zehirli organik ve inorganik moleküller... Yok hükmünde oksijen derişimi, metabolizması hızlı olan aşırı hareketli avcıların kendi besinini kendi üreten zavallıları kolayca avlamasına imkan vermiyordu. Soğuk, basınç, oksijensizlik ve karanlık; derin okyanusların 4 ana bileşeniydi. Burada tek düşman, ortam koşullarıydı.
Tabii ki başkalarının sırtından geçinmekte ısrarlı bazı heterotrof türler derin sulara uyum sağlamıştı; ama neredeyse hiç tehdit oluşturmuyorlardı. Bir şey daha vardı ki, diğer koşullara eklenince burayı tam bir tatil kasabasına dönüştürüyordu: Düşük ışık konsantrasyonu sitoplazmasında serbest oksijen radikalleri oluşmasına sebep olamayacak düzeydeydi. Oksidatif stres azdı, sürekli azdı ve ne kadar az stres, o kadar az mutasyon geçirme olasılığı demekti. Bunda, ortamda bulunan eriyik oksijen miktarının az olmasının da etkisi vardı ve bu büyük bir dezavantajı da beraberinde getiriyordu.
Hayatta kalmak için oksijen bulmalıydı, sadece glikoliz ile gereken enerjiyi sağlayamazdı. Tabii hücre boyutunu küçültüp (oldukça küçültüp), sürekli düşük metabolizma düzeyinde yaşayabilirdi. O zaman sıcaklık da çok dert olmazdı hani.
Peki ya avcılar? Hücre zarını modifiye edip etrafına glikoproteinden bariyerler örerdi. Daha kolay lokmalar varken kimse bir kaleye girmeye çalışmazdı.
Besin? Kemosentez yapmayı deneyebilirdi. Bir deniz dibi volkanının kenarına yerleşir ve kendi kendine yetecek biçimde yaşar giderdi. Yapacağı son sıra dışı şey de bu olurdu herhalde. Daha önce kemosentez yapan bir ökaryota rastlamamıştı. Hızlı metabolizma ve gelişmiş organeller; güneşten gelen sonsuz bedava enerji veya etraftaki savunmasız ototroflar varken kemosentezi gerekli kılmıyodu. En kötü ihtimalle düzenli koruma karşılığında bir koloniden otlanırdı. Belki geniş bir çevredeki tüm heterotrofları avlarsa Sokrates’e uzun süre yetecek besin sağlarlardı.
Ya da koloniler arası iletişimi sağlayan bir haberleşme uzmanı olurdu. Kemoliototroflara yan ürünlerini satacak kemoorganotroflar bulur, ticaretten pay alırdı. Kimseye zarar vermeme çabası ve kimseden zarar görme korkusu olmadan her şey mümkündü. Geldiği yere kıyasla bir cennetti burası. Tek kaygısı doğa olurdu; saprofit enzimler ya da fagositik pilluslar değil. Sadece doğa: oksijen, sıcaklık, besin, basınç…
Basınç? Şimdiye kadar çoktan parçalanmış olması lazımdı. Onu bu basınçta hayatta tutan neydi? Okyanus akıntısında parçalanmasını önleyen nereden geldiğini bilmediği o mutasyon plazma zarını ve hücre içi iskeletini olağanüstü derecede mi modifiye etmişti? Bu derinlikte hayatta kalabilmesi çok daha büyük bir olaydı. Ortamı analiz ederken yıpranan proteinlerin yerine yenilerini üretmişti. İskeletini onarırken incelemelerini yapabilirdi. ER’lardan başlayıp hücre zarına doğru gittiğinde tüm sitoiskeletine yapışık bulunan ve kesinlikle kendisine ait olmayan çeşitli organik moleküller algıladı. Hatırlaması çok zor olmadı, bir önceki macera arkadaşlarından bir hediye daha! İnhibitör keseleri oluşturmaları için hücre zar ve iskeletine yerleştirdiği Leonardo’lar, tahminince bir diğer yan ürünlerini tekrar değerlendirmek yerine hücre iskeletine yerleştirerek Sokrates’i birçok ekstrem mekanik koşullara karşı dayanıklı hale getirmişti.
Duyduğu derin minneti tarif bile edemezdi. Hücre zarını biraz daha güçlendirdi. İhtiyaç fazlası birkaç organeli parçaladı ve ortaya çıkan biyomolekülleri son kırıntısına kadar maximum verim ile depoladı. Şimdi komşularıyla tanışıp yeni dostluklar kurabilir ve akabinde yol haritasını belirleyebilirdi.
Ne tarafa gideceğini düşünürken, onarım sırasında kapalı tuttuğu zar reseptörlerini açtı ve karşılaştığı manzarayla şoke oldu. Arkasını hâlâ akıntıya verilmiş haldeydi ve önünde milyonlarca bakteri, yarım halka oluşturmuş bir şekilde onu izliyordu. İçlerinde kemosentetiklerin yanında heterotroflar da bulunuyordu ve birbirlerine saldırmıyorlardı! Neden saldırmıyorlardı?
Sinyallere reseptör kabarttı:
- Gerçekten akıntıdan mı çıktı?
- İnanamıyorum!
- Mümkün değil!
- Bu bir protozon mu? Bu derinlikte ne işi var, nasıl hayatta kalmış?
Hayranlar ha! O da en az onlar kadar şaşkındı. Bir kez daha avcılar avlanmayı, avlar kaçmayı bırakıp etrafında toplanmışlardı. Sun Tzu’lar geldi aklına. Savaşın ortasına ektiği umut tohumları geldi. Hepsini selamlamak için yeterli kaynağı olmadığından mümkün olduğunca çok farklı türün kolonisinden birilerine iletişim sinyalleri gönderdi.
- Selam! Sorun çıkartmaya gelmedim, sadece karmaşadan uzak bir yerde huzur içinde yaşayıp kendimi bulmak istiyorum.
- Bizimle konuşuyor! Bizimle konuşabiliyor!
- Sorun mu? Burada yaşaman bize ancak onur verir. Sen kehanette belirtilen akıntıdan sağ çıkacak kişisin, bu derinliklerde yaşayabilen sayılı protozonlardan biri ve diğer türlerle iletişim kurabilen şimdiye dek gördüğümüz tek canlısın!
- Gerçekten tüm türlerle konuşabiliyor musun? Öyleyse Desulfuromonas’a 2 hafta önce kaybettiği 5 mikrogram bütanolü benim aldığımı söyleyebilir misin? Başıboş bir vezikülde öylece duruyordu ve ben de kullandım. Sonrasında günlerce arayıp ağladı. Eğer o kadar üzüleceğini bilseydim almazdım.
- Mesajını ileteceğim, ancak şu an ciddi kaynak sıkıntılarım var. Düşük enerji gereksinimi ile yaşayabileceğim modifikasyonları yapıp biraz besin depolar depolamaz senin için onunla konuşacağım.
- Besine mi ihtiyacın var? Çocuklar, pamuk kamçılar veziküllere! Protozon’un kofulları acıkmış!
Konuşmayı diğer bakteriler de duymuştu. Bir anda milyonlarca küçük vezikül ona doğru harekete geçti. Ardından saprofit olan koloniler sindirim enzimleri salgılayarak tüm glikojen, protein ve lipit moleküllerini içeri alınmaya hazır monomerler haline getirdi.
Hiç kimse Sokrates’in önündeki besinlere dokunmuyordu. Onun kadar olmasa da gönderdikleri besinlere ev sahiplerinin de ihtiyacı vardı, bu hediyeleri kabul edemezdi. Sadece biraz nükleus dinlemek istiyordu, birilerine efendi olmak değil.
Ama sonra tekrar düşününce, onları tehdit etmemişti. Sokrates’ten korkmuyor, aksine büyük bir hayranlık besliyorlardı. Kimseye zarar vermeden yaşamaya çalışmak onu uzun bir süredir aç, güçsüz ve tedirgin kılmıştı. Yine de sırf akıntıdan sağ çıktı diye ona bağlanmaları… Akıntıdan sağ çıkmak?
Eğer akıntının öbür tarafındaki kolay lokmaların çekici büyüsüne kapılıp savunmasız algleri avlamak için diğer tarafa atlasa burada olmazdı. Evet, akıntıdan sağ çıkabildiği için ona hayrandılar; ama burada olmasının sebebi masum canlılara saldırmak istememesiydi. O alglere saldırmaya çalışmamış olmasıydı. Algler? Bu derinlikte ne işleri vardı ki? Ne fotosentez yapacak ışık kaynağı ne de ürettiklerini kullanmak için gereken oksijenleri vardı. Soğuk ve yüksek basınç da cabası. Bu derinlikte yaşamaları mümkün değildi, bu işte bir parazit yeniği vardı.
Akıntı ile ilgili daha fazla bilgi edinmeye karar verdi. Burada her ne kadar hoş karşılanıyorsa da tüm gün el bebek gül bebek beslenip semirilmek istemiyordu. En azından halkına güçlü bir koruma sağlayabilirdi ve bunun için oksijenli solunumu devam ettirmesi şarttı. Eğer akıntının karşısındaki alglerin fotosistem mekanizmalarını alıp kendine uyarlarsa su moleküllerinden oksijen elde edebilirdi. Daha sonra buraya geri gelip kimseye parazit olmadan yaşardı.
- Şu akıntıdan biraz daha bahsedebilir misiniz?
- Orası bir ölüm çizgisi… Akıntıya kapılan herkes öldü.
- Hayır ölmediler! Orada Ata Prokaryot’umuz yaşıyor. Onunla birlikte huzur içinde osmoz yapıyorlar.
- İkiniz de saçmalamayın! Akıntının öbür tarafı diye bir şey yok! Sadece hiçlik ve akıntıya kapılanlar varlık ile yokluk arasındaki ince çizgide sonsuzluğa doğru sürükleniyorlar.
- Ölüm! –Varlık! –Yokluk! – Hiçlik! –Şeyta…
- Bunların hiçbirinin önemi yok! O akıntıdan çıktı ve şu an burada. Bize barış ve huzur getireceğine eminim. İsminiz nedir efendim?
- Sokrates.
- Çok yaşa Sokrates!
Seçilmiş kişi, kral ya da her neyse, Sokrates abarttıklarını düşünüyordu.
- Çocuklar, çocuklar biraz sakin olun. Hepiniz çok iyi mikroplarsınız. Sizinle beraber yaşamayı çok isterim. Ama üstünüzden geçinen bir kral olarak değil, sizinle beraber mücadele eden sizden biri olarak… Verdiğiniz besinler için çok teşekkür ediyorum, borcumu en kısa zamanda ödeyeceğim; lakin şu an fazlasıyla besin kaynağım olsa da bunları tam verimle kullanamıyorum. Canlılığımı korumak için oksijenli solunum yapmam gerek ve takdir edersiniz ki burada oksijenden daha az bulunan bir şey yok. Akıntıya gelince... O, zannettiğiniz gibi bir “şey” değil. Öbür tarafında canlı yeşil algler gördüm. Eğer oraya gidip fotosistemlerini kendim sentezleyebilmek için gereken genleri alabilirsem bir şekilde ışık kaynağı yarattığım zaman kendi oksijenimi üretebilirim.
- Yeşil alg mi? Bu nasıl mümkün olabilir? Orada birileri mi yaşıyor?
- İnan senden daha fazla bir şey bilmiyorum. Tek yolu gidip öğrenmek.
- Bu çok akıllıca, ama bizimle kal. Tekrar kurtulamayabilirsin.
- Gitmek istiyorsan durma bence, akıntıdan bir kez sağ çıktıysan bir kez daha başarabilirsin.
- Evet, o haklı! Akıntı seni yenemez. Git ve o fotosistemleri al. Seni tam burada bekliyor olacağız.
- Ama ne kadar süreceğini bilmiyoruz. O sırada birçok sıkıntıyla karşılaşabilir. En iyisi ona önemli bazı eser elementlerden yeteri kadar verelim. Akıntıya odaklandığında başka sıkıntılarla uğraşmak zorunda kalmasın.
- Evet, evet gereken ne varsa verelim.
Bu konuşmalar sırasında, daha önceden hediye edilen kaynaklar sayesinde Sokrates bir koloniden gelen mesajları tüm türlerin anlayabileceği evrensel iletişim sinyallerine dönüştürüyordu. Böylece farklı bakteri türleri birbiriyle istişare edebilmişti. Bir kez daha kendilerinden eksilterek Sokrates’ten arttırdılar.
Tüm yaşamı boyunca görmediği ve büyük olasılıkla da bir daha göremeyeceği miktar ve çeşitte eser elementi olmuştu. Gördüğü ilgi karşısında gururu okşanmıştı. Yapılan iyiliklerin altında ezilmiş hissederek “Umarım sizleri hayal kırıklığına uğratmam” diye geçirdi içinden. “Ödünç alma” olayının muhatabı bakteriye gereken mesajı iletti. Şimdiden iletişim uzmanı olmuştu! Eğer fotosistemleri alabilirse bu toplumun kalıcı bir değerli üyesi olabilirdi.
- Hepinize çok teşekkür ederim.. Şimdi gidiyorum ama en kısa zamanda geri döneceğim. Lütfen ben yokken eski yaşantınıza dönüp birbirinizi boğazlamayın, kendinize de iyi bakın olur mu?
- Sen ne dersen o! Sağ salim gidip gel ve bizi unutma!
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 5
- 5
- 3
- 3
- 3
- 3
- 2
- 1
- 1
- 0
- 0
- 0
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 13:44:31 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/8037
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.