Soru sormak, cevap aramak, sorgulamak ve öz ile çevre farkındalığına sahip olmak; bilinç, biliş ve bilgi üretimiyle doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda “bilime dayanmayan” bir dünya dışı zeki varlık ya da uygarlığın mümkün olup olmadığı sorusu, yalnızca astrobiyolojik değil aynı zamanda epistemolojik ve bilim felsefesi temelli bir problemdir. Konunun netleştirilebilmesi için öncelikle “bilim”, “bilgi” ve “zeka” kavramlarının felsefi sınırlarının belirlenmesi gerekir.
Bilim felsefesinde yaygın kabul gören görüşe göre bilgi, rastlantısal sezgilerden değil; gözlem, deneyim, tutarlılık ve nedensellik ilkeleri üzerinden üretilir. Karl Popper, bilginin temel koşulunu yanlışlanabilirlik ilkesiyle tanımlar. Ona göre bir bilgi iddiası, sınanabilir ve yanlışlanabilir değilse bilimsel bilgi olarak kabul edilemez (Popper, 1959). Bu yaklaşım, yalnızca modern insan bilimine değil, herhangi bir zeki varlığın çevresiyle kuracağı sistematik ilişkiye de uygulanabilir. Bir varlık çevresini algılıyor, deneyimlerinden öğreniyor ve geleceğe dair çıkarımlar yapıyorsa, bu süreç kaçınılmaz olarak bilimsel bir karakter taşır. Dolayısıyla “bilime dayanmayan ama bilgi üreten” bir zeka, epistemolojik açıdan çelişkili bir varsayım oluşturur.
Thomas Kuhn’un paradigma kuramı bu noktada önemli bir açılım sunar. Kuhn’a göre bilim evrensel ve tek biçimli bir yöntem değildir; kültürel, tarihsel ve toplumsal bağlamlar içinde şekillenen paradigmalar aracılığıyla işler (Kuhn, 1962). Bu bakış açısı, dünya dışı bir uygarlığın bizim bilim anlayışımızdan çok farklı yöntemler kullanabileceğini kabul etmeyi mümkün kılar. Ancak Kuhn’un vurguladığı farklılık, bilimin tamamen reddi anlamına gelmez. Paradigmalar değişse bile, gözlem ve tutarlılık temel ilkeler olarak varlığını sürdürür. Bu nedenle dünya dışı bir uygarlığın “bilim yapmıyor” olması, aslında yalnızca bizim bilim anlayışımıza uymayan bir bilimsel pratik yürütüyor olması anlamına gelir.
Bilinç ve öz-farkındalık açısından bakıldığında, fenomenoloji önemli bir alternatif çerçeve sunar. Edmund Husserl ve onu izleyen fenomenologlara göre bilinç, dünyayı ölçmekten çok “yaşamak” üzerinden kurulur. Bu yaklaşımda bilgi, deneysel doğrulamadan ziyade öznel yaşantı yoluyla anlam kazanır. Teorik olarak dünya dışı bir bilinç biçimi, evreni sayısal ve deneysel bir nesne olarak değil, doğrudan deneyimlenen bir “anlam alanı” olarak algılıyor olabilir. Böyle bir durumda söz konusu varlık felsefi sorular sorabilir; varlık, anlam ve ilişkisellik üzerine düşünebilir. Ancak bu düşünme biçimi, doğrulanabilir bilgi üretmediği sürece bilimsel kabul edilemez ve dış gözlemci için tespit edilemez hale gelir.
Astrobiyoloji ve SETI (Search for Extraterrestrial Intelligence) araştırmaları ise bu soruya daha katı bir sınır çizer. SETI’nin temel varsayımı, zeki bir uygarlığın çevresinde tespit edilebilir izler bırakacağıdır: elektromanyetik sinyaller, enerji tüketimi ya da teknolojik yapılar. Bu varsayım, zekânın kaçınılmaz olarak çevreyi dönüştüren ve iz bırakan bir süreç olduğu fikrine dayanır. Davies’e göre, tamamen iz bırakmayan bir uygarlık varsa bile, bu uygarlık bilimsel olarak “yok” kabul edilmek zorundadır; çünkü bilim, yalnızca gözlemlenebilir olgularla çalışır.
Bu noktada kritik ayrım netleşir: Eğer bir dünya dışı varlık soru soruyor, cevap arıyor ve çevresiyle bilinçli bir etkileşim kuruyorsa, bu süreç ister istemez gözlem ve çıkarım içerir. Bu da onu, adını koymasa bile bilimsel bir epistemolojiye yaklaştırır. Buna karşılık, yalnızca varoluşu deneyimleyen, anlam üreten fakat doğrulanabilir bilgi üretmeyen bir bilinç biçimi teorik olarak mümkündür. Ancak bu tür bir bilinç ne bilimsel olarak incelenebilir ne de zeki bir “uygarlık” olarak tanımlanabilir.
Sonuç olarak, bilime dayanmayan ancak sorgulayan ve bilgi üreten bir dünya dışı uygarlık, mevcut bilim felsefesi ve epistemoloji çerçevesinde mümkün değildir. Buna karşın, bilime dayanmayan fakat anlam temelli bir bilinç biçiminin varlığı felsefi düzlemde tamamen dışlanamaz. Ancak böyle bir varlık, bilimsel yöntemlerle ne tespit edilebilir ne de insanlık tarafından “zeka” kavramı içinde değerlendirilebilir. Başka bir ifadeyle, sorgulayan her bilinç, ister istemez bir tür bilimsel süreç işletir; bilimden tamamen bağımsız bir sorgulama ise bilgi değil, yalnızca deneyim üretir.[1]