İnsan dışındaki hayvanların nicelik farklarını algılayabilmesi, kimi durumlarda küçük sayıları ayırt edebilmesi ve sınırlı ölçüde sayısal akıl yürütme sergilemesi, matematiğin salt kültürel bir icat mı yoksa doğanın yapısında zaten bulunan bir düzenin keşfi mi olduğu sorusunu felsefi ve bilimsel açıdan yeniden gündeme getirmiştir. Bu bulgular, özellikle matematiğin temel niceliksel ilkeleri açısından “keşif” tezini güçlendiren önemli ampirik kanıtlar sunar; ancak bu güçlendirme sınırlı ve katmanlıdır.
Bilişsel etoloji ve karşılaştırmalı biliş alanında yapılan çalışmalar, birçok hayvan türünün yaklaşık sayı sistemi (Approximate Number System – ANS) denilen, sembolik olmayan nicelik algısına sahip olduğunu göstermektedir. Örneğin kargalar ve şempanzeler, iki grup arasındaki “daha çok – daha az” farkını ayırt edebilmekte; bu ayırt etme yetisi mutlak sayıdan ziyade oranlara duyarlıdır. Bu durum, insan bebeklerinde gözlemlenen erken nicelik algısıyla büyük paralellikler gösterir. Dehaene’in çalışmaları, hem insanlarda hem hayvanlarda sayı algısının evrimsel kökenli, biyolojik olarak yerleşik bir bilişsel sistem olduğunu ortaya koymuştur. Bu bağlamda sayı, ilk aşamada kültürel bir sembol değil, doğal bir ilişkiler düzeni olarak algılanmaktadır (Dehaene, 1997; 2011).
Karıncalar ve arılar gibi böceklerde yapılan deneyler ise nicelik algısının merkezi sinir sistemi karmaşıklığına bağlı olmaksızın evrimleşebildiğini göstermiştir. Arıların yiyecek kaynakları arasında seçim yaparken sayısal ipuçlarını kullanabilmesi ya da karıncaların adım sayısına dayalı yön bulma stratejileri geliştirmesi, “sayı” fikrinin yalnızca yüksek bilişsel soyutlama ürünü olmadığını düşündürür. Bu durum, niceliğin doğada nesnel olarak mevcut olduğu ve canlıların buna uyum sağladığı şeklindeki Platoncu “keşif” yorumuna zemin hazırlar.
Şempanzeler ve babunlar üzerinde yapılan deneylerde, basit toplama-çıkarma benzeri işlemlerin sezgisel düzeyde gerçekleştirilebildiği gösterilmiştir. Cantlon ve Brannon’un çalışmaları, bu türlerin yaklaşık niceliklerle işlem yapabildiğini ve hata oranlarının Weber yasasına uyduğunu ortaya koyar. Bu, matematiksel düşüncenin çekirdeğinin evrimsel olarak oldukça eski olduğunu düşündürür. Dolayısıyla matematiğin en temel bileşenleri – nicelik, oran, karşılaştırma – insan zihninin icadı değil, doğayla etkileşim içinde keşfedilen düzenler olarak yorumlanabilir.
Ancak bu veriler matematiğin bütünüyle keşif olduğu sonucunu doğrudan desteklemez. Hayvanlarda gözlenen sayısal biliş, sembolik, aksiyomatik ve soyut matematik düzeyine ulaşmaz. Diferansiyel geometri, sonsuz kümeler ya da negatif sayılar gibi soyut yapılar, biyolojik zorunluluklardan değil, insan kültürü ve dilinin sağladığı bilişsel genişlemeden doğmuştur. Bu nedenle birçok filozof ve bilişsel bilimci, matematiğin çift katmanlı olduğunu savunur: Temel niceliksel ilişkiler keşiftir; bu ilişkileri ifade eden sembolik sistemler ise icattır.
Sonuç olarak, hayvanların nicelik algısı ve sınırlı sayısal akıl yürütmesi, matematiğin tamamen keyfi bir insan icadı olmadığı yönündeki iddiayı güçlü biçimde destekler. Bu bulgular, matematiğin doğanın yapısına içkin düzenlerden beslendiğini ve insanın bu düzenleri fark edip sistemleştirdiğini gösterir. Ancak ileri matematik, bu keşfin insan dilsel, kültürel ve tarihsel yaratıcılığıyla inşa edilmiş soyut bir uzantısıdır. Dolayısıyla hayvan bilişi ışığında en savunulabilir görüş, matematiğin ne yalnızca icat ne de yalnızca keşif olduğu; keşif üzerine kurulmuş bir insan yapımı yapı olduğudur.[1]