Sosyal Bilimler, Gerçekten Bilim midir?
Birçok ekolden birçok isim bilim üzerine fikirlerini belirtiyor; yanlışlama düşüncesinden araştırma nesnesinin niteliğine kadar farklı konularda yorumlar belirtiliyor. Yaptığımız, kabul ettiğimiz bilim tanımına göre bir sınır çiziyoruz ve bu sınırlar neticesinde neyin bilim olup neyin bilim olmadığını da karar verebiliyoruz. Peki, sosyal “bilimler” de bilim kategorisine giriyor mu?
Günümüzde bu konu üzerine doğa bilimciler ile sosyal bilimciler arasında eskisi kadar çetin olmayan bir atışma olsa da, bu yazı kapsamında, sosyal bilimlerin bilim dünyasına kendini kabul ettirme sürecinin üzerinde duracağız. Yazının sonunu getiremeyecek kadar acelesi olanlar için sonu başa alalım: Bu yazı, Gulbenkian Komisyonu’nun sosyal bilimler tarihi üzerine yazdıklarını temel alarak hazırlandı. Bu doğrultuda denilebilir ki, sosyal bilimler, bilim dünyasında kabul edilmek zorundaydı ve zaman geçtikçe siyasi ve “sosyal” ortam, sosyal bilimleri dışlamayı imkansız hale getirdi. Şu an okuduğunuz yazı, sosyal bilimler üzerine bir yazı olduğu için sıkça tırnak işareti göreceksiniz ve bu tırnak işaretleri, o kelimeler üzerine biraz daha düşünmenize olanak sağlarsa bu yazı amacına ulaşmış olacak.
Son bir not daha vererek yazıya geçelim: Yazının başındaki öne çıkan görsel size bir yerden tanıdık geliyor olabilir. Kendisi Bronisław Malinowski, antropoloji meraklılarının sıklıkla duyduğu bir isim. Onun bu fotoğrafı, antropolojinin bir "bilim" olup olmadığının tartışıldığı dönemlerde yaşadığı ve antropolojinin "bilim" sıfatını kazandığı dönemlerde araştırmalarını yaptığı için seçildi. Kendisinin adı yazıda geçmiyor, baştan belirtelim. Ön açıklamaları yaptığımıza göre şimdi başlayabiliriz.
Klasik Bilim
Net bir çizgi çekecek olursak, klasik bilim görüşü ikiye ayrılır: Newton modeli ve kartezyen düalizm. Newton modeli insanların tıpkı tanrı gibi her şeyi kesin bir şekilde bilebileceğini, geçmiş ile gelecek arasında herhangi bir ayrım yapılmaması gerektiğini söylerken kartezyen düalizm ise karşıtlığa dayanır ve sosyal dünya ile fiziksel dünya arasında net çizgiler koyar. Bu iki ana çerçevede birçok kez yer değiştiren “bilim” ise zaman geçtikçe evrensel olan doğa yasalarını aramak olarak tanımlandı.
17 ve 18. yüzyıllarda bilim öncelikle gökyüzünü anlamak amacıyla ilerledi diyebiliriz. Bu dönemden sonra bilim ile felsefenin yolları ayrılmaya başladı; çünkü bilim, veri üzerinden ilerlemeye devam ederken felsefeye deneysel/ampirik olarak gözlenemez gözüyle bakılmaya başlandı. Doğa bilimlerinin yükselişi, zaman geçtikçe, felsefenin bir teoloji dalı olarak görülmesine neden oldu. 19. yüzyılda doğa bilimleri tamamen bilimin tanımı olurken, felsefe bilimin karşısında bir alan olarak görülüyordu.
“Modern devlet”in kararlarını dayandırabileceği bir bilgi türüne duyulan “gereksinim”, 18. yüzyılda baş göstermişti fakat o dönemlerde bu yeni bilgi türlerinin nasıl ilerleyeceği konusunda net bir görüş yoktu. Sosyal fizik ismi gündemdeydi ve sosyal filozoflar kültürel göreceliğin farkına varmaya başlayacaktı (Tabii daha öncesinde Vico’nun net olarak “kültürel görecelik” demese de buna atıfta bulunan Yeni Bilim’i vardı ama Vico, toplumların değişmezliği görüşüne daha yakın olan Montesquieu kadar tanınmıyordu.). O dönemde kilise tarafından epey baskı altında tutulan ve bilimden uzak bir duruş sergilediği görülen üniversiteler, bu yeni “yeti” ile birlikte yeniden bilginin yaratıldığı kuruma dönüşeceklerdi. Teoloji üniversitelerde yavaşça gözden düştü, yeni bilim dalları ise felsefe çatısı altında kurulacaktı.
Bilginin disiplinlere ayrılıp meslekleşmesi, yani bilginin devamlılığı üzerine atılacak adımların bilimsel bir zemine oturtulması 19. yüzyıla denk geliyordu. Farklı disiplinlerin ortaya çıkması, sistemli araştırmanın farklı alanlara da yayılması gerektiği inancıyla örtüşüyordu ve bu ikisi arasında bir neden sonuç ilişkisi aranabilirdi. Ayrıca doğa bilimlerinin gelişimi doğrudan üniversitelere bağlı değildi, doğa bilimleri üzerine yapılabilecek çalışmalar henüz 17 ve 18. yüzyıllarda kraliyet akademileri ve özel okullar tarafından finanse edilebiliyordu. Üniversiteler ile birlikte adı anılmaya başlayan sosyal bilimler ise çoğunlukla tarih, klasik diller ve ulusal edebiyat alanlarıydı. Doğa bilimleriyle insan bilimleri arasındaki çekişme burada baş gösterdi. Farklı araştırma nesneleri ve araştırma metotları olası bir çatışmayı da beraberinde getiriyordu.
Sosyal Bilimlerin Yükselişi
Fransız Devrimi'nin ardından Fransa'da sosyal bilimlerin yükselişi başladı. Eğer ki sosyal bir değişim olacaksa bu değişimin nedenleri ve kökenleri aranmalıydı ve bu arayış ancak sosyal bilimler ile olabilirdi. Modern sosyal bilimler bu bağlamda Fransa ve Büyük Britanya'da "rasyonel" temeller üzerine kuruldu, bu temel üzerinden ilerleyen ekol, sosyal bilimlere Newton modeli açısından bakıyordu. Sosyal parçalanma sürecini yaşayan ülkelerse egemenliklerini ortaya koyabilmek ve geleceklerini güvence altına alıp çıkarlarını sağlama alabilmek adına ulusal tarihlerinin nasıl geliştiğine bakmaya başladılar. Ulusal tarihler, kraliyetten çok halk odaklı ilerledi. Tabii o dönem sosyal bilimler Newton modeli üzerine oturtulduğu için son derece evrensel ve şüphe duyulmaz bir tarih görüşü hakim olsa da her ulusun yaşadıkları, geçmiş öyküleri birbirinden farklı olduğu için sosyal bilimlerin evrensellik iddiaları da zarar görüyordu. Bu da ilerleyen süreçte ayakları yere sağlam basan sosyal düşüncelerin doğuşuna neden olacak kırıntılardan biriydi.
Zaman ilerledikçe doğa bilimleri ile felsefenin arası açıldı ve felsefe üniversitelerde kenara itildi. Hatta Auguste Comte -ki kendisi sosyoloji ismini literatüre kazandıran kişidir- felsefe ile “bilim” (buradaki bilim, doğa bilimleri anlamında) arasındaki kesin ayrılığa "boşanma" yorumunda bulunmuştu. Bazı filozoflar, bu “boşanma” durumu sonrasında, Viyana pozitivistlerinin analitik felsefesi gibi bilgilerini daha doğa bilimlerine uyacak hale getirerek yanıt vermeye çalıştılar. Bilimin (doğa bilimleri artık bilim olarak anılmaya başlamıştı), nesnel gerçekliği keşfettiği söylenirken, felsefenin ise yalnızca düşünülen ve düşünülenler üzerine yazılanlar olduğu popüler bir görüş haline geldi. Bu görüş Comte ve Mill tarafından savunuldu. Comte'un tarifiyle sosyal fizik, Fransız Devrimi'nin getirdiği kaos ortamını sonlandıracak ve yönetimin doğa bilimleriyle uğraşan kişilere verilmesini sağlayacaktı. Bu da işlev bakımından oldukça teknokratik temelliydi. Ayrıca Comte tarzı -sosyal bilimlere pozitivist yaklaşan- düşünürlere göre filozof, bir genelleme uzmanıydı. Pozitif bilimler teoloji, metafizik gibi gerçeği açıkladığını iddia eden görüşlerden kurtulmaya çalışıyordu ve Comte'a göre bilim sadece gerçek olguları incelemekle yetinmeliydi. Comte’un çizdiği sosyal bilim yolu, topluma da gerçek olgular üzerinden bakacak, insanın “kendi ördüğü anlam ağları üzerinde asılı bir hayvan” olduğunu bir bakıma göz ardı edebilecekti.
Sosyal bilimlerin farklı dallara bölünmesi 19. yüzyıl itibarıyla artsa da 1850-1914 dönemi üniversiteler açısından önemlidir. Sosyal bilimlerin değişik disiplinleri, ampirik bulgulara dayalı nesne bilgi elde edilmesini sağlamak amacıyla ortaya çıktı diyebiliriz. Amaç, doğruyu sezgi yoluyla bulmak değil, öğrenmekti. Bu tür bir bilginin kurumsallaşması da net ve düz bir çizgi üzerinde, tek hatlı bir şekilde olmadı. Bu tür bilginin nasıl bir yöntem izleyeceği, epistemolojik açıdan nasıl bir yöntem üzerine kurulacağı henüz bilinmiyordu. O dönem için sosyal bilimler, bilim ile edebiyat arasında üçüncü bir kültür olarak da görülüyordu. Henüz akademik temelini tam olarak oturtamayan ve metot yönünden sorunlar yaşayan sosyal bilimler çerçevesinde yapılan çalışmalar, dönemin ağır basan eğilimleri üzerine saptamalar yapmayı amaçlıyordu. Bu bağlamda ele alınacak ilk konu da "kurumsallaşma"nın nerede olduğuydu.
Gerçekte Ne Oldu?
Birinci Dünya Savaşı sosyal bilimler için dönüm noktalarından biri oldu, bu alanın altına eklenebilecek birkaç isim giderek netleşiyordu: Tarih, iktisat, sosyoloji, siyaset bilimi ve antropoloji. Tabii ilk kurumsal yapıyı elde eden tarihti. 19. yüzyıldaki tarih yazımı görüşü -Ranke tarafından sorulan- "Gerçekte ne oldu?" sorusundan hareket ediyordu ve methiyelerden uzak bir tarih anlayışı eksenine oturmaya çalışıyordu. Bu görüş de ampirik belgelere dayanması neticesinde doğa bilimleri tarafında saf tutuyor, “veri” üzerinden ilerliyordu. Bilim ile tarih tam olarak bu noktada kesişiyordu. Kesin çizgiler yoktu ve tarih, doğa bilimlerinin yanında dururken, "gerçeklik" arayışının onu geri götüreceğini bildiği için felsefeye de üstü kapalı bir yakınlık besliyordu. Bir bakıma, tarih bölümlerinin üniversitelerin edebiyat fakültelerinde bulunmalarına da temel olarak bu anlayış gösterilebilir.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Ulusların tarih yazımları 19. yüzyılın başlarıyla epey popülerleşti. Tarih yazımı; krallara methiye düzmek yerine, kendi ulusunun tarihini yazma üzerinden ilerliyordu ama methiyelerin nesneleri değişmişti. Methiyeler artık krallara değil, uluslara ve halklara düzülmeye başladı. Tarih alanı devletlerin işine yarıyordu ama günlük siyaset ve gelecek planları açısından yetersizdi. Devletler de bu eksikliği yeni bilgi alanlarının gelişmesine öncülük ederek kapatmaya çalıştılar. Bu bilgi alanları arasında hukukun da yer aldığını söyleyebiliriz.
“Staatswissenschaften”, sosyal sistemlerin işleyiş kurallarını araştıran, sosyal bilim geliştirme yolundaki önemli adımlardan biridir. Bu görkemli, Almanca kelime; tarih, içtihat, sosyoloji ve iktisadın karışımından oluşur ve farklı devletlerin tarihsel özgüllüğünü vurgular. Ayrıca Fransa ve Büyük Britanya'daki disiplinlerarası ayrışmaya pek itibar etmez. Bir bakıma sosyal bilimleri tekeli altında tutan ve birden fazla araştırma nesnesi, metodu olan alanları içinde barındıran bir alandı. 20. yüzyıla doğru bu bütüncül alan ayakta kalamadı ve Fransa ve Büyük Britanya'da da disiplinler ayrışmaya başladı. Max Weber gibi şahsiyetler Alman Sosyoloji Derneği'nin kuruluşuna öncülük ettiler. 1920'lerdeyse sosyal bilimler resmen Almanya'da da terim haline geldi.
Sosyoloji
Buradan sonra yola sosyoloji ile devam edelim. Sosyoloji, kentli işçi sınıfın yol açtığı hoşnutsuzluk ve düzensizliklerle baş edilebilmesi amacıyla dikkatle incelendi ve üniversitelerde dikkate alınmaya başladı. Tarihi “bilgelik” üzerine kurulu olan ama kendi tarihinin “hayırsız evladı” olarak görülebilecek olan bu alan, tabii ki sadece bununla ilgilenmedi. Bu süreçte sosyal reform örgütleriyle bağlarını koparmak isteyen sosyologlar, bu bağı koparabilmek adına pozitivizme yöneldiler.
1945'e kadar önemli disiplinler haline gelen tarih, iktisat, sosyoloji ve siyaset bilimi sosyal gerçekliği betimleme sorumluluğunu üstlendiler. Ortada gerçek, gözle görülebilir, deneye tabi tutulabilir, “net” bir “şey”ler vardı ve sosyolojinin kendine görev edindiği konu bu şeyleri açıklamaktı. Bir şeyleri açıklamaktan ziyade değiştirmenin marifet olduğunu savunan öncülleri olsa da temel alınan şey verilerden hareketle bir sonuca varmaktı. Varılan sonuç, idarecilerin alacakları hamlelerde pay sahibi olabilirdi.
Antropoloji
Sosyolojide durum böyleyken antropoloji ise Avrupa'nın dünyanın geri kalanıyla tanışması vesilesiyle gündeme geldi. Yeni yaşam tarzları ve farklı kültürler ile tanışan Avrupalılar, bunu daha iyi anlayabilmek için antropoloji gibi bir alana başvurdular. Her ne kadar daha önce de bu alana yönelik çalışmalar yapılmış olsa da antropolojinin disiplin haline gelişi Avrupalıların diğer halkları inceleme merakları üzerine kuruldu. İlk antropologlar tıpkı ilk tarihçiler gibi evrensel konularla ilgilenirken, alan gereği bazı bölgelerin etnografı oldular. Alan araştırması (ki burada ampirik yöntem görülebilir, doğa bilimlerinden kopuş yok), katılımcı gözlem gibi metotlar geliştirildi. Avrupalının merakını gidermek ve sömürge yolları için enfes bir alan olan antropoloji, sosyolojiyle birlikte dönemin siyasal ekollerinden en çok etkilenen alanlardan biri oldu.
Oryantalistler, yani Doğu bilimcileri ise araştırmalarını uygarlık yaratan değerler ve uygulamalar dizisini anlamak ve yorumlamak üzerine kurdular. Kendilerini sosyal bilim çatısı altında değil, insan bilimleri çatısı altında gördüler. Tabii Weber, Toynbee ve daha az da olsa Marx da oryantalist çalışmalara odaklandılar ama onların amacı Batı'nın neden medeniyet kurucusu olduğunu açıklamaktı, oryantalistler gibi Doğu uygarlıklarının kendilerini konu almıyorlardı. Bu bağlamda onları bu alana dahil etmemek daha uygun olabilir.
Coğrafya
Coğrafya ise 1945 öncesi dönemde tarihe destek veren bir kol olarak görüldü. Bu yüzden sosyal bilimler çatısı altında mekan ve yer konuları ihmal edildi. Sosyal bilimler zaman boyutuna ilgi duyarken, mekan konusunda yetkin olmayı düşünmedi. Bir bakıma mekan sadece olayların olduğu yer olarak görüldü ve önemsiz kaldı. Bir diğer görüşe göre mekan olayları etkileyen bir ortam olarak ele alınıyordu ama olayların çözümlenmesinde mekan yine ikinci faktör olarak gösteriliyordu. Yine de antropoloji gibi uygulamalı sosyal bilimler de mekansallık görüşüne sahipti.
Sonuç
Biyolojik bir hayvan türü olarak insanın evrimi 2 kademeden oluşur (aslında iri beyinli diğer hayvanlarda da böyledir; ancak insanda kat kat daha belirgindir): biyolojik evrim ve kültürel evrim.
İnsanı "insan" yapan unsurlar, kendisinden önceki atalarından ayrılmasından sonra, milyonlarca yıl içerisinde evrimleşmiştir. Bu biyolojik evrimin parçalarından biri, beynin evrimidir. Ancak beynin evrimi, sıra dışı bir olguyu doğurmuştur: kültür.
Gerçekten de, insanın tüm yaşantısı biyolojik ve kültürel olarak ikiye bölünmüştür. Kültür, köklerini biyolojiden alır; ancak onun ötesine dek gelişebilmiştir. Kültürel unsurların içerisinde biyolojinin yoğun ve göz ardı edilemez izleri bulunur; hatta memetik veya sosyobiyoloji gibi alanların doğumu mümkün olmuştur. Ancak kültür, temel bilimlerin penceresinin ötesinde de, daha uygulamalı ve insani (beşeri) bilimlere ihtiyaç duyar. Ancak bunların katkısıyla tam olarak anlaşılabilir. Temel bilimsiz kültür kör, beşeri/sosyal bilimsiz kültür topaldır diyebiliriz.
Dolayısıyla insanı ve insana dair olan her şeyi anlayabilmek, sistemleştirebilmek, bilgi yığınlarını bilgi birikimi haline getirebilmek, geçmişten dersler çıkararak geleceğe yönelik öngörülerde bulunabilmek için sosyal bilimlere muhtacız. Bu sebeple, bu bilimlerin arka plana itilmemesi ve "insani" olmasından ötürü şahsi inançlara/tercihlere açıklık gibi bariz bir zaafından özveriyle arındırılmalıdır. Bu, zorlu bir iştir; ancak bilimin kolay olduğunu kimse iddia etmemiştir. Bilim ve aydınlanma, daima kazanacaktır.
Görüldüğü üzere sosyal bilimlerin yükselişi Avrupa'nın dünyanın geri kalanına üstünlük kurduğu döneme denk geliyor. Bu anlamda Darwinci, başarılı olanın hayatta kaldığı görüşler, sosyal bilimlerin bilim sahnesinde yer almaya başladığı dönemlerde oldukça büyük bir yer tutuyordu. Çünkü Avrupalılar bu üstünlüklerini ilerlemeci bir görüşle bağdaştırmışlar, üstünlüklerini bilimsel anlamda kanıtlayacak bilimlere ihtiyaç duymuşlardı.
Sosyal bilimlere yönelik, Gulbenkian Komisyonu’nu temel alan bu yazı, birçok istisnayı da göz ardı etmesi nedeniyle tamamen doğru olamaz. Bu anlamda bunu bir özet veya giriş yazısı olarak görüp ilerleyen okumalarınızı yaparken buradaki bilgileri de teyit etmenizi öneririz. Sosyal bilimlerin tarihi, yaptığınız bilim tanımına ve sosyal bilimlere bakış açınıza göre değişiklik gösterebilir, ki bu çok doğaldır. Kendi içinde dahi net olamayan ve genel geçer doğruları olmaması gereken sosyal bilimler alanı, bu yönüyle de bizleri cezbediyor. Umarız sizi de ilerleyen okumalarınızda cezbeder.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 23
- 4
- 3
- 2
- 1
- 1
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- I. Wallerstein. (1996). Sosyal Bilimleri Açın, Gulbenkian Komisyonu. ISBN: 13 978-975-342-099-0. Yayınevi: Metis.
- R. Aron. (2014). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. ISBN: 978-975-0040-41-4. Yayınevi: Kırmızı Yayınları.
- A. Swingewood. (1998). Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi. ISBN: 975-7298-31 -X. Yayınevi: Bilim ve Sanat Yayınları.
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 11:51:04 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/7553
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.