Hayır, elbette gerçeği bilmiyoruz. Ancak şunu sormak gerekiyor: Gerçeği bilmediğimiz bir durumda, doğru yolda ilerlediğimizi nasıl bilebiliriz?
Bu, filozofların kafasını çoook uzun sürelerdir karıştıran bir soru. Sadece filozofların da değil, birçok bilim insanının da sorduğu bir soru. Örneğin benim evrimsel mühendislik ile ilgili doktora çalışmamda da hep sorduğumuz ana soru buydu: En uyumlu (veya "gerçek") kombinasyonun ne olduğunu bilmeksizin, ona nasıl ulaşabilirsin? Koca bir optimizasyon alanının sorduğu ve cevap aradığı soru ile, (felsefi anlamda) metafiziğin aradığı sorulardan biri aslında birebir aynı. Ama her iki sorunun da nihai, mekanistik, analitik bir cevabı yok. Ama belli yöntemler önerebiliriz.
Sanıyorum cevap olmaya en yakın şey (ve herkesin de az çok hemfikir olduğu nokta), ampirik (deneysel) yöntemlerle gerçeğin "nasıl davrandığını" tespit etmek ve bunu kontrollü yöntemlerle sınayarak, Evren'e dair genel geçer bilgiler edinmek.
(Hemen bir parantez: Daha bu aşamada bile sorgulanabilecek çok şey var. Mesela: "Duyularımıza ve deneylerimize güvenebilir miyiz?", "Tüm gerçeklik bir simülasyon olabilir mi; dolayısıyla yaratıcılarımız varsa, bizimle alay ediyor olabilir mi?"; ancak şimdilik bu noktaları es geçiyorum).
Sonra da bu genel geçer gerçeklerden yola çıkarak, her yeni adımın öncekilerle tutarlı olduğundan emin olabilmek ("birikimli ilerleme"). Bu süreçte yaptığımız hatalardan ders alarak, daha tutarlı açıklamalar ve yöntemler bütünü geliştirmek.
Sonuçta kendinize her basamakta şunu sorun: Bunu yapmazsak, başka ne yapacağız ki?
Hiçbir şekilde deney yapmadan, "sadece düşünerek" bazı temel düşünsel çerçeveler ("framework") çizilebilir; Antik Yunan'da ve sonrasında Francis Bacon'a ve Galileo Galilei'ye kadar yapılan da buydu. Ancak o çerçevelerden hangilerini takip etmenin daha makul olduğunu, hangilerinin daha tutarlı olduğunu, vb. pozitif tespitlerimizi netleştiren, Max Planck'ın da dediği gibi "Evren'e deneylerle sorular sorup, ölçümler yoluyla cevaplar almak"tır. Sonrasında da tabii ki bu cevapları yorumlamamız, bunun ne anlama geldiğini akıl, mantık, veri yoluyla anlamlandırmamız gerekiyor.
Bu açıdan düşünülecek olursa, ana sorunun soruluş biçimi de bence hatalı: "Natüralizm bizi gerçeğe en çok yakınlaştıran şey." diye bir iddiada kimse bulunmuyor. "Bilim, bizi gerçeğe en çok yakınlaştıran şey." diye bir iddia var. Bu da, yukarıdaki kafa karıştırıcı "Gerçeği bilmiyorsak, ona nasıl yaklaşacağız?" sorusuna verdiğimiz, "Evren'i anlayarak!" cevabından kaynaklanıyor.
Bilim harici yöntemlerle de Evren'i anlamaya çalışabiliriz. Çalışıyoruz da... Filozoflar bunun güzel bir örneği. Ancak hangi yöntemi kullanıyor olursanız olun, o yönteme şeklini verenin, o alandaki nihai sözleri söyleyenin bilim olduğunda hemfikirizdir (örneğin felsefi bir çıkarım test edilebilir bir öneride bulunuyorsa, bu önerinin gerçekliğini, bilimin yaptığı testler nihai olarak belirleyebilir). Bilimin alanı olamayan felsefi çıkarımlar ise zaten bilimden bile eski olan şeyler. Bu konuda bir noksanlık yok; her taraf bilimle ilgili olmayan felsefelerle ve şahsi inançlarla dolu. Ama gerçeğe ulaşmak konusunda bilimden başka bir yöntem varsa, onun metodolojisi (varsa) takip edilebilir ve sonuçlara varmaya çalışılabilir. Yoksa, elde olanın en iyisi bu. Ama bu noktayı birazdan daha da açacağım, çünkü sadece "Aman bu yöntem pek güzel, kurcalamayın." demiyor kimse. Buna döneceğiz.
Bilim sayesinde Evren'de ne olup bittiğini, nasıl olup bittiğini ve neden olup bittiğini anlayabiliyoruz. Örneğin davranış bilimlerinde karşımıza çıkan Tinbergen'in 4 Neden Sorusu, bilimin neden sorularına nasıl cevap verdiğini güzel bir şekilde gösteriyor. Yani şu, çok iyi anlaşılmalı: Bilimin cevap verebileceği "Neden?" soruları var. Ama bir de, bilimin şimdilik (belki de hiçbir zaman) cevap veremeyeceği "Neden?" soruları var.
Bu ikinci gruptan biri (ve belki de en önemlisi), "doğa yasalarının neden bu şekilde olduğu" veya neden "doğa yasaları diye bir şey" olduğu gibi sorular. Bunları genellikle "ilk neden" (veya "prime mover", "ilk hareket ettirici") başlığı altında topluyoruz. "Nedenlerin nedeni" olarak düşünülebilir ve tipik bir teist felsefe, bu sorunun cevabının "Tanrı" olduğu üzerine inşa edilmiştir. Ama elbette filozoflar ve bilim insanları arasında, sorunun tek olası cevabı bu değil. Bu konuyla ilgili olarak bir özeti buradan okuyabilirsiniz.
Fakat bu tarz derin sorular bir yana, bilimsel veriler sayesinde keşfetmeye çalıştığımız, içinde bulunduğumuz evrenin dinamiklerini çok daha iyi anlıyoruz. Bu da bize doğru yolda olduğumuzu düşündürüyor. Belki her şeyi elimize yüzümüze bulaştırıyoruz; bu her zaman bir olasılık. Ancak en azından bir yöntemimiz var ve ilerleyebiliyoruz. Bu da, gerçeğin ne olduğunu bilmeyen ama doğru yöne doğru adımları atmaya çalışan, kör ama zeki bir türden beklenen şey. Örnekleyelim:
Zifiri ve karmakarışık, karanlık bir odada gözleriniz bağlı, çıkış kapısını arıyorsanız hiçbir zaman doğru yolda olduğunuzu bilemezsiniz; ancak birbiriyle tutarlı, önceki adımlarınız üzerine inşa edilen yaklaşımlar kademeli ("incremental") bir şekilde gerçeğe ulaşmanızı sağlayabilir. Ama tabii ki sağlamayabilir de... Fakat denemek ve bunu denerken "Belki de biri gelir beni çıkarır." ya da "Bu belki de bu odayı yapanların, mühendislik becerilerini bana sergileme arzularının bir eseridir." diye düşünmemek oldukça makul. Sonuçta sizi odaya kapatanların niyetini bilmiyorsunuz.
Ha, keyfiniz yerindeyse ve kurtulma sürecinde mola verip alternatifler üzerine kafa yormak isterseniz, tabii ki bunlardan söz etmekte bir sakınca yok. Benzer şekilde, "Benim için odanın kendisini anlamak ve buradan çıkmak çok da önemli değil. Yani anlasam da olur ama çok da şart değil. Ben, bu baş döndürücü odayı tasarlayan mühendisin zekasına, duvarları malalayan ve çimentosunu döken işçinin işçiliğine hayranlığımı sergileyeceğim." demek de tamamen bir tercih meselesi.
Benzer bir şekilde, eğer ki sizden başka birileriyle işbirliği yaparak bu zifiri karanlık odadan kurtulmaya çalışıyorsanız da, karşınızdaki kişinin sürekli "Bizi kaçıranların ne harikulade zekaları olduğundan" veya "İçine hapsedildiğimiz bu kapkaranlık odanın sahip olduğu ilginç özelliklerin, odayı inşa eden mühendislerin üstün zekasının ve bizde hayranlık uyandırma isteğinin bir göstergesi" olduğundan bahsetmesi, bu bahislerin gerçeklik değerinden tamamen bağımsız olarak sinirinizi bozabilir. Bu normaldir. Ama belki de haklılardır, kim bilir? Bu tarz durumlarda insanların bir kısmının o davranışı, bir kısmının bu davranışı sergilemesi (yani varsayım kabulleri konusunda bir dağılım olması) normaldir.
(Burada bir parantez açayım: Bu analojiyi bozan bir durum, "odadan kaçmamız gerekmediği" yani "evreni anlamamız gerekmediği" duruşu olabilir. Buna felsefede "science stopper", yani "bilim durdurucu" deniyor. Benimsediğiniz felsefeden bağımsız olarak, buna sebep olan her tutum "zararlı" veya "kötü" olarak görülüyor. Dolayısıyla evreni anlama çabasında değilseniz, konuşacak bir şeyimiz yok demektir. Bu nedenle bu olasılığı görmezden geliyorum ve kendimizi içinde bulduğumuz "karmakarışık, zifiri, karanlık odayı" anlama sorumluluğumuz olduğunda hemfikir olduğumuzu varsayıyorum.)
(Burada açılabilecek ikinci bir parantez de, odayla ilgili veriler toplayıp da, onları odanın kendi iç dinamikleriyle, yani doğalcı bir şekilde değerlendirmemek/yorumlamamak gerektiği iddiasıdır. Ya da yorumlanacaksa da, odanın mühendisleri göz önüne alınarak yapılan yorumlar haricindeki tüm yorumların hatalı olduğu iddiasıdır. Bunların her ikisi de hatalıdır. İlki, parsimoni ilkesini ve insanın açıklama ihtiyacını görmezden gelmekten kaynaklanır. İkincisi ise, halihazırda bir cevabın doğru olduğuna dogmatik bir şekilde bağlanmaktan ve sadece onu doğrulayan sonuçlar aramaktan kaynaklanır. Ancak bu "yorumlama işine" de az sonra geleceğim, ondan bunu sadece parantez içinde belirtmek istedim.)
Bu da bizi asıl konumuza getiriyor:
Bilimin bazı konulardaki yetersizliği (veya yolun aşırı başında olduğu) gerçeğini gördüğümüzde, geriye sadece çok sayıda varsayımlar kümesi kalıyor. Ve insanlar, kendi iç dünyalarına, eğitimlerine, geçmişlerine, yaşanmışlıklarına, vs. uygun varsayım kümeler seçiyorlar. Kimisi bu boşluğu teizm ile dolduruyor, kimisi deizm, ateizm, agnostizm, mistisizm, vs. ile. Bu, "boşlukların tanrısı" ile karıştırılmasın; altını çizmek isterim: Boşlukların tanrısı, henüz bilinmeyen meselelerde tanrı kartını ileri sürmeye verilen isim. Burada söz ettiğim ise, bilimin belki de gerçekten cevaplamaktan aciz olduğu konularda tanrı kartını ileri sürmek... Yani gerçekliği bilmediğimiz gibi, ona doğru gidip gitmediğimizi de bilmiyoruz ve bu bilgisizlik bizi, bizden daha büyük şeylerin varlığına inanmaya itiyor. Ama şu ihtimal unutulmamalı: Bilimin kesinlikle cevaplayamayacağı sorular varsa bile bu, bir yaratıcıyı garanti etmezdi. Yani mutlak natüralizm ile mutlak teizm arasına hapsolmuş değiliz. Yaratıcı bir bilincin var olmadığı (ve "şeyleri" var etmediği) ama var olan bir sistem hayal etmek mümkün. Ama bu, doğru mu (yani gerçek olan bu mu)? Bilmiyoruz. Zaten tüm din felsefesi ve teoloji, milenyumlardır bu soruyla boğuşuyor.
Neden Natüralizm?
Bilimdeki metodolojinin natüralizm olması (buna "metodolojik natüralizm" de deniyor) yukarıdaki temel prensiplere ve biraz da tarihsel gerekçelere dayanıyor. Şöyle bir gerçek var: Gerçeğe yönelik metafiziksel yaklaşımlar, sadece "tanrı vardır" varsayımıyla gelmediği ve beraberinde aşırı çok sayıda, aşırı yüklü miktarda ispatsız varsayımı/iddiayı getirdiği için (dinler, sektler, mezhepler, hadisler, ayetler, yorumlar, vs.), metafiziksel bir noktadan başlamak evrensel bir fikir birliğine ulaştıramıyor. Bu bir.
İkincisi, bu kadar çok sayıda varsayımı gerçekmiş gibi kabul etmek, sadece "doğanın doğal olduğu" varsayımını kabul etmeye nazaran parsimoni ("Occam'ın usturası") ilkesiyle çelişiyor. Zaten bilimde natüralizmin tarihselliğinden kastedilen de bu. Elbette bilimin bazı varsayımları var; ancak bunların beraberinde getirdiği ek varsayımlar, alternatiflerinin tümünün ek varsayımlarına nazaran çok daha az sayıda. Bu nedenle bilimde metodolojik olarak natüralizmi seçmek makul oluyor.
Üçüncüsü ise, bilimin sadece "doğal olan ile" uğraşması gerektiğine yönelik bir algı olduğu için, bilim insanları da kendilerini doğal olmayandan izole ediyorlar. Bu her zaman böyle değildi; Newton ve Aristo gibi kişiler metafiziksel olan ve olmayan yorumlara eşit miktarda eğiliyorlardı; ancak onların çalışmalarını başka coğrafyalarda okuyan kişiler, natüralist taraflarını kabul etmekte zorluk çekmediler; ama metafiziksel taraflarını evrensel olarak kabul edemezlerdi, çünkü dini görüşler ve algılar sürekli değişiyor; gerçekler ise değişmiyor. Bu nedenle metafiziksel açıklamalar kişinin kendi iç dünyasına bırakıldı, bilimden izole oldu. Böylece yersiz kavga dövüşler olmadan, herkes "doğal olandan" söz edebilmeye başladı.
Bunu şöyle düşünün: Bir konferansa gidiyorsunuz ve kütleçekim dalgalarını anlatacaksınız. Başlıyorsunuz:
"Efendim Brahma'nın insanlığa anlam verme isteğinin bir parçası olarak yarattığı kütleçekim dalgaları, Shiva'nın atarlı doğası nedeniyle birbirine çarpıştırdığı kara deliklerin birleşmesi sırasında yaratılan dalgalanmalardır. Tabii ki Vishnu doğadaki dengeyi korumak istediği için, bu dalgaları Dünya'ya doğru yaklaşırken sönümler ve gezegenimizi korur. Şu anda Vishnu'nun hangi sembolizm yoluyla bunu başardığını araştırıyoruz. Söylemeye gerek yok, kara delikler de kuşkusuz Ganapati'nin evrensel süreçlerdeki engelleri kaldırmak amacıyla yarattığı madde yutuculardır."
Bu da gayet makul bir anlatımdır; ancak sizinle aynı kültürel arka planı paylaşmayan biriyle bu anlatımda hemfikir olmanız imkansızdır (burada sorgulanması gereken bir diğer nokta da bu: "Natüralist meselelerde bu kadar kolay hemfikir olabiliyorken, metafiziksel meselelerde neden olamıyoruz?", "Metafizikte bu evrensel olamayış, nereden kaynaklanıyor?" Bunları düşünmeyi size bırakıyorum). Bilim ise, küresel ölçekte yapılan bir uğraş. Dolayısıyla herkesin zorlanmadan hemfikir olabileceği, belirli standartlar belirlemek gerekiyor. Natüralizm de (en azından metodolojik olarak) bunu veriyor: Doğayı, doğayla anlatacaksın. Yukarıdaki anlatıyı natüralist olarak tekrar edelim:
"Kütleçekim dalgaları, kara delikler gibi büyük kütleli cisimlerin birbirine çarpması sırasında oluşan uzay-zaman dokusunda oluşan dalgalanmalardır. Kaynaktan uzaklaştıkça bu dalgalar enerji yitirerek sönümlenirler. Kara delikler, olay ufkuna ulaşan maddeleri yutan astronomik nesnelerdir."
Yalın, net, dolambaçsız. İlkini yapabilir miydik? Evet, yapabilirdik. Ama bu bize, herkesin hemfikir olabileceği nasıl bir "ek bilgi" veriyor? Sıfır. Hiçbir ek bilgi vermiyor. Bir Hıristiyan, bir Müslüman, bir Budist, bir ateist ilk anlatımı kabul eder mi? Elbette hayır. Bir Hıristiyan, bir Müslüman, bir Budist, bir ateist ikinci anlatımı kabul eder mi? Elbette! İşte olay bundan ibaret. Natüralizmin kendisi bir varsayım olabilir; ancak natüralizm, kendisinden öte varsayımlara gereksinimi ortadan kaldırıyor.
Ama şuna dikkat: Bu demek değil ki metafiziksel olarak natüralist olmak zorundasın. Yani ben, yukarıdaki natüralist bilgiler ışığında hayatımı:
- bir teist ("Kütleçekim dalgaları Tanrı'nın yaratma sanatını bizlere gösterme yoludur."),
- bir deist ("Kütleçekim dalgaları Tanrı tarafından yaratılmıştır."),
- bir agnostik ("Kütleçekim dalgalarının bir yaratıcısı olup olmadığını bilemeyiz."),
- bir panteist ("Kütleçekim dalgaları, Tanrı'nın ta kendisidir.") veya
- bir ateist ("Kütleçekim dalgalarının yaratıcısı yoktur.")
olarak geçirebilirim. Ancak bilimle ilgili meselelerde (yani metodolojide) natüralist olmayı kabul ediyoruz ("Kütleçekim dalgaları, büyük kütleli cisimlerin çarpışması sonucunda yaratılır."). Bunun, az önce de bir örneğini verdiğim gibi, çok ciddi pratik faydaları var.
Natüralizm Yanlışsa Ne Olacak?
Hiçbir şey olmayacak. Yeni bir felsefe, natüralizmden daha bütüncül ve tutarlı bir yorum getirmeyi başardığında (veya var olan felsefeler, kendi objektiflik ve nötralite miktarlarının natüralizmden daha çok olduğunu genel geçer olarak kabul ettirdiklerinde) o yoruma geçeceğiz, eski yorumlarımızın hatalı olduğu sonucuna varacağız. O kadar.
Zaten bunun anlamını bir düşünün: Böyle bir şeyi (yeni bir felsefenin natüralizmden daha başarılı, daha evrensel, daha gerçekçi olduğunu) nesnel bir şekilde gösterebilirsek, gerçeğe doğru bir adım daha yaklaştığımızı da biliyor olacağız. Çünkü felsefeleri gerçeğe ulaşabilme başarısı açısından nicel olarak derecelendirebiliyorsak, gerçeklik arayışımızda bir üst seviyeye ulaşabilmişiz demektir. Ama bu da ilginç bir nokta: Daha tutarlı bir yorum geliştirmek, gerçeğe yaklaşma konusunda daha başarılı olmayı garanti eder mi? Tanrı'nın tutarlı bir evren yaratmak gibi bir isteği olduğundan (natüralizm konusunda olduğumuzdan daha fazla) emin miyiz? Ya da yeni gelen felsefenin hangi özelliği, onu natüralizmden daha isabetli kılacak? Bunu nasıl ölçeceğiz?
Yani natüralizme büyük anlamlar yüklemenin anlamı yok. Natüralizm özünde en az sayıda varsayıma dayanan ve beraberinde varsayımlar zincirini getirmeyen bir felsefe (getirse bile, daha az ayrışmaya neden olan, alternatiflerine göre daha az varsayımla gelen bir felsefe). Bazıları natüralizmin Evren'de önemsiz olduğumuz varsayımını, vs. beraberinde getirdiğini iddia ederek de natüralizme karşı eleştiriler üretiyor; ancak bu da tamamen kişisel bir yorum. Eğer Evren'de özel bir yere sahip olduğunuzu düşünüyorsanız, düşünebilirsiniz. Ben, bir natüralist olarak da Evren'de özel bir yerimiz olduğunu düşünebilirim. Başka bir natüralist de Evren'de özel olmadığımı(zı) düşünebilir. Bu konuda doğru veya yanlış yok. Yine, eldeki verilerin hayat görüşüne göre yorumundan ibaret. Ama natüralist yorumlar, daha yalın ve "ek yükleri olmayan" bir çerçeve sağlıyor. O noktadan sonra filozoflar, bireyler, vs. bunları alıp, kendilerine göre yorumluyorlar. Zaten hep "Bilimi şahsi inançlarınıza/inançsızlıklarınıza göre değiştiremezsiniz; ancak şahsi inançlarınızı/inançsızlıklarınızı bilime göre değiştirebilirsiniz." derken kastedilen de bu.
Natüralizm bilimden gelen verilerin hayat görüşlerine uyarlanmasında dikte edilen bir şey değil (yani metafiziksel natüralizm ile metodolojik natüralizm karıştırılmamalı). Sadece bilimden söz ederken metodolojik olarak natüralizmi seçiyoruz, hepsi bu. Çünkü alternatifleri çok komik sonuçlar doğuruyor, deneyip kendiniz de görebilirsiniz.
Not-1: Bu arada standart bir pratik olmasa da, en azından teorik olarak, bir kişiyle konuşurken natüralist, bir başka kişiyle konuşurken teist tutumlar da takınabilirsiniz. Sonuçta bu, aynı verilerin farklı gözlüklerle yorumlanmasından ibaret. Kavga, (metodolojik) natüralizm ile teizm arasında değil; ateizm (metafiziksel natüralizm) ile teizm arasında, bu kesinlikle unutulmamalı. Zaten "Bilim dinle çelişmez." diyen kişiler "Metodolojik natüralizm teizm/deizmle çelişmez."; "Bilim dinle çelişir." diyen kişiler "Metafiziksel natüralizm teizm/deizmle çelişir." demek istiyorlar. Stephen Jay Gould tarafından tanımlanan NOMA ("birbiriyle çakışmayan alanlar") önermesi de bundan kaynaklanıyor; en azından ben bu şekilde anlıyorum. Bu ayrımı yapamayanlar, kavramları birbirine karıştırıp tökezliyorlar.
Not-2: İnsanlardaki merakı veya hayranlığı öldürdüğü konusu da tamamen subjektif bir yorum; buna katılmıyorum. Ben teist olduğum dönemlerde de bilime ve doğaya hayrandım, şimdi de hayranım. Hatta hayranlığım, doğaya dair daha fazla şey bildikçe katlanarak arttı; ancak hiçbir zaman natüralizmin bu hayranlığı öldürdüğü bir döneme rast gelmedim. Üzerinde düşününce de böyle bir hissi deneyimlemiyorum. Eğer teizm hayat görüşünüze anlam katıyorsa, teist (ya da bir diğer metafiziksel felsefeden) olabilirsiniz, bunda bir sakınca yok.