İskenderiye ve Bağdat Kütüphaneleri: Uzun Hayatları, Erken Vedaları
Tarihin Eksik Sayfaları Diye Bilinen İki Merkezin Hikâyesi
Wikimedia Commons
- Özgün
- Bilim Tarihi
Bu Makalede Neler Öğreneceksiniz?
- İskenderiye Kütüphanesi, Büyük İskender'in vizyonu ve Ptolemaios Hanedanı'nın desteğiyle kurulmuş, bilimsel araştırma ve kitap toplama merkezi olarak antik dönemde önemli bir kültür merkezi olmuştur.
- Kütüphanenin yok oluşu tek bir felaketten ziyade, nemli iklim koşulları, bakım eksikliği ve papirüslerin zamanla yıpranması nedeniyle yüzyıllar süren bir gerileme sonucu gerçekleşmiştir.
- Bağdat Kütüphanesi (Beyt'ül-Hikme), Abbasi halifelerinin himayesinde tercüme faaliyetleri ve bilimsel çalışmalarla İslam Rönesansı'nın merkezi olmuş, farklı kültürlerden gelen bilgileri koruyup yaymıştır.
Bilim tarihine meraklı olanlarımızın çoğunda İskenderiye Kütüphanesi’ne dair hayal gücümüzü harekete geçiren kişi Carl Sagan olmuştur. Efsanevi Cosmos serisinin ilk dakikalarından itibaren bu muhteşem kütüphane ve bilim merkezinin nasıl yüzyıllarca ışık saçtığını dinledik. Yok oluşuyla medeniyet yürüyüşümüzün aksadığını da gördük.
Bu yazımızda, medeniyet tarihimizde önemli bir yere sahip olan İskenderiye ve Bağdat kütüphanelerinin kuruluşları, gelişimleri ve tarih sahnesine vedalarını inceleyerek her iki kurumun da tarihine ışık tutmaya çalıştık.
İskenderiye Kütüphanesi ve Mouseion Nasıl Kuruldu, Büyüdü ve Yok Oldu?
İskenderiye, bir zamanlar Antik dünyanın Yedi Harikası'dan birine ev sahipliği yapıyordu. İmparatorluğundaki diğer birçok şehir gibi İskenderiye ismi de Makedonyalı III. Alexandros’tan ya da bildiğimiz adıyla Büyük İskender’den gelir. Şehir, MÖ 330 civarlarında, efsanevi imparatorun danışmanı Yunan Mimar Dinokrates’in hazırladığı şehir planı üzerinde kuruldu.
Sokrates’ten beri Yunanlılara işlemiş olan merak ve bilgi açlığının varisi olan Büyük İskender, bu geleneğin öğrencisiydi de aynı zamanda. Yaşça daha büyük olsa da aynı dönemde yaşadığı Aristo’dan ders aldığı rivayet edilir. Miletos okulunun son düşünürü Anaksimenes’den de etkilenmiş ve fikir hayatını bu çok önemli filozofların da etkisiyle şekillendirmiştir.
İskender’in hayali, uzak toprakları hem fethetmek hem de keşfetmekti. Kozmopolit şehirlerden birinin ve ikonik bilgi rezervinin tohumu bu adamın vizyonu ile atılmıştı. Ordusuna mühendisler, mimarlar ve tarihçiler de eşlik ediyordu. Ancak MÖ 323’deki zamansız ölümü, işleri daha da hızlandıracak bir aileyi sahneye çıkardı: Ptolemaios Hanedanı.
Mısır'ı ele geçiren Ptolemaios I Soter, MÖ 320'de İskenderiye’yi başkent yaptı. Şehir, Ptolemaios Hanedanı'nın merkezi oldu ve yavaş yavaş antik dünyanın kültürel merkezine dönüşmeye başladı. Antik Çağ tarihçilerine göre Soter’in arzusu; kütüphanesini, ciddiye alınacak metinler olmak kaydıyla tüm insanların yazılarıyla donatmaktı. Bu nedenle kütüphanenin kuruluşunda etkisi olan isimlerden ilki Soter'di.

Bir diğer isim ise eski bir Atinalı politikacı olan Demetrius idi. Atina'da iktidarını kaybettikten sonra, Soter'in (yaklaşık MÖ 297) sarayına sığınan Demetrius, kralın danışmanı oldu. Yeni danışmanının çok yönlü bilgisinden etkilenen kral, MÖ 295 civarlarında, neredeyse dünyadaki tüm kitapları alabilecek bir bütçeyi -antik rivayetlere dayanır- önüne koydu. Daha sonra Demetrius, Soter’in himayesi altında, "müze" kelimesinin de kökeni olan Yunan mitolojisindeki ilham perileri "Musalara" adanmış "Mouseion"u kurduğu iddia edilir. Bu yapı entelektüel, felsefi dersler ve tartışmalar için bir merkezdi. Mouseion Tapınağı'nın İskenderiye'deki Kütüphane kompleksinin ilk bölümü olduğu düşünülüyor ama bununla ilgili kesin bir bilgi yok. Tapınak, ayrıca Kraliyet Sarayı'nın arazisinde yer alıyordu. Aynı zamanda konferans alanlarına ev sahipliği yapıyordu. Kesin kanıt olmamakla birlikte gözlemevleri, botanik bahçeleri, hayvanat bahçesi ve yemek salonlarına da ev sahipliği yaptığı düşünülüyor.
Kral tarafından seçilen bir rahip, Mouseion’un yöneticisiydi ve ayrıca el yazması koleksiyonundan sorumlu bir kütüphaneci de vardı. Bazı kaynaklar, Soter'ın oğlu olan Ptolemaios II Philadelphus'un, MÖ 282 - MÖ 246 arasındaki hükümdarlık döneminde, babası tarafından kurulan Mouseion Tapınağı'nı tamamlamak için "Kraliyet Kütüphanesi"ni kurduğunu ifade ediyor.

Bundan sonra da kelimenin tam anlamıyla bir kitap avı başladı. İskenderiye limanına giren her gemi aranıyordu. Bir kitap bulunursa iade edilme ya da el konulmasına karar vermek için Kütüphaneye götürülüyor ve sahibine ödeme yapılarak bir kopyası çıkarılıp teslim ediliyor, aslı ise Kütüphane envanterine alınıyordu. Bilimsel araştırmalar yapma, ders verme, tercüme yapma, kopyalama faaliyetleri ve kitap toplama ile ilgilenen 100'den fazla bilgin ve görevlinin Mouseion'da bulunduğu tahmin ediliyor.
Kütüphane'deki eser sayısına dair genellikle telaffuz edilen rakam 500.000 civarı, ancak bu rakamın kitapların sayısına mı yoksa papirüs rulolarının sayısına mı atıfta bulunduğu belirsizdir. Öte yandan, bir kitabın tamamını meydana getirmek için birçok papirüs rulosuna ihtiyaç duyulduğunu göz önüne aldığımızda, çok yüksek ihtimalle papirüslerin sayısına atıfta bulunulduğunu söyleyebiliriz. Ptolemaios III Euergetes döneminde Kütüphane'de o kadar çok eser birikmişti ki şehrin güneydoğu kesiminde, Rhakotis bölgesinde, Tanrıça Serapis’e adanan Serapeion tapınağında bir kardeş kütüphane ya da şube kuruldu. Bu arada, Romalı devlet adamı ve düşünür Seneca’nin eser sayısına dair verdiği rakam çok daha mütevazı bir rakam: 40.000.
Bir rivayete göre Euergetes; Atinalılardan Sophocles, Aeschylus ve Euripides'in orijinal el yazmalarını ödünç istedi. Atinalılar el yazmalarını geri alabilmeyi garantilemek için 500 kg altın talep ettiler. Kütüphaneciler el yazmalarını kopyaladılar, orijinalleri tutup Atinalılara (altınları alıkoyabileceklerini söyleyerek) sadece kopyaları verdiler. Tekrar belirtmek gerekir ki bu tamamen bir rivayetten ibaret.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Mouseion Tapınağı ve İskenderiye Kütüphanesi, pek çok seçkin bilim insanına ev sahipliği yaptı. Bunların belki de en önemlisi Yunan matematikçi, coğrafyacı, astronom ve filozof Eratosthenes idi.
Coğrafya biliminin temelini atan bu deha, deney yoluyla dünyanın çevresini hesaplayan ilk insandı. Eratosthenes, Kuzey Yarımkürede 21 Haziran’da, Yengeç Dönencesine (23° 27’ Kuzey enlemi) güneş ışığının dik düşeceğini biliyordu. 24° Kuzey enlemindeki Syene’de, öğle vakti tam 12.00’de toprağa dik olarak saplanan bir çubuğun neredeyse gölgesi olmayacağı bilgisine sahipti. İskenderiye’de, saat 12.00’de toprağa dik olarak sapladığı çubuğun ise belirgin bir gölgesi vardı. O zamanlarda astronomların sık kullandığı gereçlerden olan Güneş Saati Kadranı kullanarak gölgenin açısını 7° 12’ olarak ölçtü. İki şehir arasındaki bildiği uzaklık üzerinden de 1 dereceyi 700 stadyum olarak buldu. 360 ile çarpınca 252.000 rakamına ulaştı. Antik Mısır’da 1 stadyum yaklaşık 157 metredir. Bu rakamlar Eratosthenes’i 39.690 km rakamına götürdü. Bu rakam ekvator çevresinde 40.000 km olarak ölçülen gerçek rakamdan sadece %1'lik bir sapma demektir.
Merkezin bir başka muhteşem sakini İskenderiyeli matematikçi Euclides (Öklid) idi. 2.000 yılı aşkın süre geometri öğretimi onun teoremleri ile yapıldı. Muhtemelen, 13 ciltlik eseri "Elementler"in büyük bir kısmı Kütüphane'de yıllarca dirsek çürütülerek yazıldı. Anatominin babası diyebileceğimiz Yunan hekim Herophilos, Rodoslu şair Apollonios ve Yunan matematikçi, coğrafyacı ve astronom Claudios Ptolemaios, yani Batlamyus farklı zamanlarda burada çalışmış isimlerdi.
Tüm bu isimlere ilaveten, gelmiş geçmiş en büyük bilginlerden biri kabul edilen Arkhimedes yani Arşimed de İskenderiye Kütüphanesinde bulunmuş olabilir. Ancak bu konu net değildir. Çalışmalarından ikisinin girişinde Eratosthenes’e hitap etmesi, merkezde bulunma ihtimalini düşündürmektedir. Kütüphane'nin kayıtlardan bilinen son yöneticisinin Antik Çağ'ın ikonik kadın filozof, matematikçi ve astronomu Hypatia'nın da babası olan matematikçi bilgin Theon olduğu düşünülüyor.

Mouseion’ın günümüze ulaşan en iyi tarifi, revaklar ve sütunlu yürüyüş yollarıyla birbirine bağlanan konferans ve ziyafet salonlarına sahip büyük bir bina ve bahçe kompleksi olduğundan bahseden Yunan coğrafyacı ve tarihçi Strabon’a aittir. 4. yüzyıla kadar varlığını sürdüren Mouseion ve Kütüphanenin tarihin sahnesinden ne zaman çekildiği, bunun birdenbire mi olduğu yoksa yavaş yavaş mı olduğu konusu hâlâ belirsizliklerle doludur. Hatta yakılması üzerine anlatılan teoriler muhtemelen İskenderiye Kütüphanesinin kendisinden daha popüler hale gelmiştir.
Yakılma-yıkılma hikâyeleri arasında en popüleri Julius Caesar’ı işaret eder. MÖ 47’de İskenderiye şehrini işgali sırasında kendisini limandaki Mısır filosu tarafından sarılmış bulduğu ve kendi güvenliği için Mısır gemilerine ateş emri verdiği iddia ediliyor. Seneca’nın da aralarında olduğu bazı tarihi isimler ateşin kontrolden çıktığını, cephaneliklere ve el yazması depolarına sıçrayarak şehirde Kütüphane dahil pek çok yapıya zarar verdiğini ifade ediyor. Şehrin neredeyse tamamen yandığı bu yangın sonrası çok az sayıda da olsa ana Kütüphane'den kurtarılan eserlerin Serapeion Tapınağı’na taşındığı iddia edilse de bununla ilgili kesin ve güvenilir bir kanıt yok.

İkinci şüpheli ise Roma İmparatoru I. Theodosius idi. Hristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun resmi dini ilan eden Theodosius, Antik Yunan’dan kalan metinlerde varlığını sürdüren pagan inançlarını Hristiyanlığın yayılması önünde kafa karıştırıcı bir engel olarak görüyordu. MS 391'de, pagan inançlarını tarihe gömme girişiminin bir parçası olarak İskenderiye'deki Serapeion Tapınağı'nın imhasını yaptırdığına bazı buluntular uzun yıllardır mevcuttu. Ancak sonradan ulaşılan yeni kayıtlar, aslında Theodosius’un ardılı olan imparator Marcian’ın MS 455 yılında Mısır valisine gönderdiği ferman ile belirli sapkın doktrinleri savunan metinlerin yok edilmesini emretmiştir.
İskenderiye Kütüphanesi ve Mouseion’a yakılıp yıkılarak bir son biçen anlatıların en zayıfı Halife Ömer’e dairdir. Anlatılara göre Arap komutan ve Mısır Valisi Amr bin Âs, İskenderiye’yi fethettiği günlerde buradaki Kütüphane ve Mouseion ile karşılaştığında ne yapması gerektiğine dair kararsız kalıyor ve Hz. Ömer’e bir mektup yazarak fikrini soruyor. Cevap şöyle geliyor:
Eğer bu Kütüphanede bulunan kitapların ihtiva ettiği bilgiler Kur'an'da varsa bunlara artık lüzum yoktur. Kuranda yoksa zaten hem lüzumsuzdur hem de dine aykırıdır’. Bu cevap üzerine Amr bin Âs da İskenderiye Kütüphanesi’ndeki kitapları yöredeki yüzlerce hamama dağıtarak yaktırıyor.
Ancak bu hikâyenin de rivayetten öte anlam yüklenecek hiçbir kanıtı veya kaydı yoktur, zira Araplar İskenderiye'deki bir Hristiyan kütüphanesini yok etmiş olsa da 7. yüzyılın ortalarında Kraliyet Kütüphanesinin artık mevcut olmadığı neredeyse kesindir. Bununla birlikte kurumun eğitim ve araştırma işlevleri 5. yüzyıla kadar devam ediyor gibi görünüyor. Günümüzdeyse tüm bu tanıdık yok oluş senaryolarına alternatif sunan yeni bir tez var masada:
Columbia Üniversitesinden Prof. Roger S. Bagnall, Kütüphanenin ve Mouseion’un kuruluşundan tarih sahnesinden çekilene kadarki tüm hikâyesini Alexandria: Library of Dreams (Tür: "iskenderiye: düşler kütüphanesi") isimli makalesinde toparlamış. Detaylı makalenin asıl ilgi çekici kısmı ise Kütüphanenin hem kapasitesi hem de sonuna dair farklı bir perspektif ortaya koyması. Bagnall’ın tezi, merkezin sonunun tek bir felaketle gelmediğini, yüzyıllara yayılan bir yavaş ölümle sahneden çekilme şeklinde gerçekleştiğini savunuyor. Dahası, Büyük Kütüphanenin tarih sahnesine vedasını tek bir felakete ya da bilinçli bir saldırıya bağlamaya çalışmanın boş bir iş olduğunu söylüyor.
Bagnall, insanların görüşleri ve eğilimleri değiştikçe Kütüphanenin içeriğinin de ihmal edilmesiyle birlikte İskenderiye'deki Kütüphanenin sonunun dört ya da beş yüz yıllık bir sürece yayıldığını düşünüyor. Savının ilk unsuru papirüsler.
İyi koşullarda 150-200 yıl kadar dayanabilen papirüsler için İskenderiye’nin fazla nemli olduğunu düşünüyor. Antik çağlardan bu yana İskenderiye ve çevresinde Mısır’ın daha kurak yerlerinin aksine günümüze hiçbir papirüs kalmadığını söylüyor. Dahası "Büyük Kütüphanede fare veya böcek olmadığını kim söyleyebilir?" diye soruyor ve ekliyor: "Bunlar kesinlikle Mısır'ın daha kuru bölgelerinde bile arşivlerde mevcuttu." Bagnall’a göre muhtemelen Tiberius Dönemi'nde, ilk üç Ptolemaios Dönemi'nde biriken papirüslerin görece olarak çok azı hala kullanılabilir durumdaydı.
Bagnall’a göre papirüs iyi bir materyaldir, oldukça dayanıklıdır ve iyi koşullarda yüzlerce yıl dayanabilir. Ancak İskenderiye ideal koşulları pek temsil etmiyordu. Akdeniz iklimi, kitaplara zarar verecek kadar nemlidir. Mısır'daki daha kurak çöl bölgelerinin aksine, Antik çağlardan günümüze kadar orada neredeyse hiçbir papirüs hayatta kalmadı.
Öyle görünüyor ki düşmanca bir eyleme maruz kalmasa bile İskenderiye Kütüphanesi ve Mouseion, Antik çağlardan sağ çıkamazdı. Papirüs ruloları sürekli olarak yeni nüshalarla değiştirilmedikçe ve dördüncü yüzyıldan itibaren de "kodex" dediğimiz sayfalı kitaplara aktarılmadıkça herhangi bir kütüphane, neredeyse kesin olarak, geç Antik çağlarda kültür tarihinin mezarlığını boylamış olurdu. Aslında eskiler de kopyalama ya da dönüştürme gerekliliğinin farkındaydı.
İskenderiyeli kilise babası Origenes tarafından Caesarea'da kurulan teoloji okulunun kütüphanesi, tam da böyle bilinçli bir uğraşın sonucu olarak (kitapların parşömen üzerine kopyalanmasıyla) dördüncü yüzyılın ortalarında restore edilmişti.
Bagnall, papirüs rulolarını yüzyılların yıpratıcı etkisine karşı koruyacak böyle bir kopyalama faaliyetinin (yazmaların sayısı dikkate alındığında) hatırı sayılır bir kopyalama ordusu gerektirdiğini hatırlatıyor. Böylesi büyük bir istihdamın yine büyük bir bütçe gerektirdiği de aşikar. Ne var ki günümüze kalan kısıtlı kayıtlarda ne böyle bir istihdama ne de bununla ilgili bir bütçeye dair hiçbir izin olmamasını da tezini temellendirirken ortaya koyuyor. Elbette böyle bir korumanın -kopyalama faaliyetine dair kayıt bulunmaması asla olmadığı anlamına gelmez- ancak gerçekten böylesine büyük bir kütüphaneyi aktif tutmak için gereken ölçekte olma ihtimali de düşüktür.
Muhtemelen kütüphanenin ortadan kalkması, onu meydana getiren itici güç ve ilginin sona ermesini takip eden yönetim ve bakım eksikliğinin kaçınılmaz sonucu. Antik kütüphaneden günümüze üç taş blok ve bir hatip heykelinin alt kısmından başka bir şey kalmamıştır. Aynı yerde bugün modern İskenderiye Kütüphanesi yükseliyor.

Kütüphane'de Kaç Kitap Vardı?
Kütüphanedeki toplam kitap sayısı tahminleri de farklılık göstermektedir. MÖ 3. yüzyıldan kalan en eski kayıt 200.000'den fazla kitap bildirirken John Tzetzes'in Orta Çağ metninde dış kütüphanede 42.000 kitap ve iç kütüphanede 400.000 karma kitap, artı 90.000 karıştırılmamış kitaptan bahsediyor.
Bagnall ise bu rakamları akla yakın olup olmadığı üzerinden masaya yatırıyor ve soruyor: "3. yüzyılın başlarında acaba dünyada kaç kitap vardı?"
Devamında cevabı şu şekilde detaylandırıyor:
İlk olarak 1972 yılında Kaliforniya Üniversitesi, Irvine'de kurulan ve Antik Yunan edebiyatının veri bankası diyebileceğimiz Thesaurus Linguae Graecae, birkaç kelimelik alıntılardan kapsamlı eserlere kadarki yelpazede eserler vermiş yaklaşık 450 yazar ismi içerir. Bu 450 ismin günümüze ulaşan eserlerinin çoğunda, kelimenin tam anlamıyla sadece birkaç cümle var. Bunlara ilaveten MÖ 3. yüzyılda hayatlarının yerleştirildiği veya doğumlarının gerçekleştiği bilinen 175 kişi daha var.
Atinalı oyun yazarları gibi en hacimli külliyatlara sahip yazarlar bile muhtemelen yüz rulodan fazlasını doldurmadı. Ortalama bir yazar 50 rulo doldurduysa üçüncü yüzyılın sonuna kadar bilinen yazarlarımız 31.250 rulo üretmiş olacaktı. Meseleye başka bir açıdan bakarsak en azından kısmen 4. yüzyılda veya daha önce yaşamış olduğu bilinen tüm yazarlardan kalan metinlerin kelime sayısı olarak hacmi yalnızca 2.871.000 olmuştur.
Üçüncü ve ikinci yüzyılları eklemek, toplamı 3.773.000 kelimeye (veya her biri 300 kelimelik yaklaşık 12.600 sayfa) taşıyor. Rulo başına ortalama 15.000 kelimede, bu külliyat yalnızca 251 rulo gerektirir. Rulo başına ortalama 10.000 kelimede bile, rakam sadece 377 papirüs rulosu olacaktır. Ünlü bir antik tarihçi tarafından, Antik Yunan'daki orijinal tarihsel yazıların, günümüze kalanların kırk katı kadar olduğu tahmin ediliyordu. Bu bilgiyi doğru kabul edersek, tahminimiz 10.000 ila 15.000 papirüs rulosundan oluşan hacme denk gelecektir.
Tüm Reklamları Kapat
Öte yanda papirüs rulolarının saklanma yöntemi üzerinden de sorgulama yapıyor Bagnall. 1847'de yapılan kazılarda bulundan, üzerinde "Dioskourides, 3 rulo" yazısı kazınmış olan ve Viyana'da sergilenen granit kutuyu hatırlatıyor. 19,5x 23 cm boyuta ve 8 cm derinliğe sahip bu kutu, Kütüphane’ye dair elimizdeki bilgiler ve tahminler, el yazmalarının her üç papirüse bir kutu şeklinde saklandığını söylüyor.
Yıllardır anlatıldığı haliyle 500.000 papirüse sahip olan bir kütüphane, bu kaplardan 166.667 tanesine ihtiyaç duyacaktı. 2300 yıl önce bu sayıda granit kutuyu taşıyabilecek yapı ve raf sistemini hayal etmek bile zor değil mi?
Özetle İskenderiye Kütüphanesi, zamanına göre kapsamlı olsa da, 20. yüzyılın büyük araştırma kütüphaneleriyle karşılaştırılabilecek ölçekte değildi.
Bagnall’ın akademisyenlerinden biri olduğu Columbia Üniversitesi Kütüphanesindeki kitap hacmi 1856'da 20.000 ciltten 1889'da 100.000'e ve 1903'te 362.000'e çıktı. British Museum, 1830'da sadece 200.000 cilde sahipti ve ancak 30 küsur yıl sonra bir milyona ulaşabildi.
Görüldüğü gibi hayal etmesi heyecanlı rakamlar, analitik bir bakışla masaya yatırınca heyecanı kaçsa da daha rasyonel ve aydınlatıcı bir perspektife oturuyor. Bu haliyle daha doğru bir noktadan yol gösteriyor. Şu bir gerçek ki bir kütüphanenin ortadan kaybolması karanlık bir çağa yol açmaz ya da hayatta kalması o çağları iyileştirmezdi. Aslına bakarsanız, Kütüphane kasıtlı veya kazara şekilde yok edilmemiş olsaydı da, antik çağlardan daha fazla kitap kurtarılamayabilirdi.
Bağdat Kütühanesi ya da Beyt'ül Hikme
Tarihin bir başka koparılan sayfası ama aynı zamanda en önemli kültür köprülerinden olan Bağdat Kütüphanesini doğuran kültür iklimini, A Short History of the World (Tür: "kısa dünya tarihi") yazarı H.G. Wells şöyle tarif ediyor:
Dünyanın Çin’in batısında kalan kısmı bir fikir rönesansı idrak ediyor, eski düşünüş tarzlarının yerini yenisi alıyordu. Araplar bu dönemde Yunan bilim literatürü ile Suriye ve İran’da karşılaştılar. Yine bu kültürün Araplara geçmesine Mısır da aracılık etti. Çinlilerden kâğıt imalini öğrendiler, Hindistan’da da Hint matematiği ve felsefesiyle temasa geçtiler. Bu suretle, Aristo ve İskenderiye Müzesinin saçtığı fakat çok uzun bir zaman kısır kalmış tohumlar şimdi yeniden filizleniyor ve meyve vermeye başlıyordu. Matematik, tıp ve fizik bilimlerinde büyük ilerlemeler oldu. Roma rakamlarının yerini bugün hâlâ kullandığımız Arap rakamları aldı, sıfır işareti icat edilip kullanıldı.
İslam Rönesansı’nın görkemli başlangıcıydı aslında Bağdat Kütüphanesi. Vücuda getirildiği dönemdeki ismiyle de "Beyt’ül-Hikme" (Tür: "bilgelik evi").

8. yüzyıldan hemen hemen 14. yüzyıla kadar devam eden bu parlak döneme damga vuran İslam bilginlerinin ve çıkış noktası olarak başvurdukları temel metinlerin varlıklarını sürdürmelerini sağlayan en önemli nedenlerden biri, bir tercüme furyası olarak başlayan ve sonrasında bir akademiye dönüşen bu merkezdir. Emevî devletinin orta dönemlerinde başlayan, ekseriyetle bireysel merakların ateşlediği tercüme faaliyetleri, Abbasî devletinin kuruluşuna kadar dağınık bir şekilde sürmüştü.
İlk adım 2. Abbasi Halifesi Mansur’dan (714-775) geldi. Mansur, hükümdarlık sınırları içindeki unutulmak üzere olan bilimlerin korunabilmiş eserlerin toplanması ve tercümesini emretti. Bu ilk adım, Beyt’ül-Hikme’nin kuruluşuna kadar giden tercüme seferberliğinin başlangıcıydı. Bu dönemde Mansur’un yaptırdığı en önemli tercümelerden biri Ptolemaios’un (Batlamyus) Latince ismiyle Almagest ya da Arapça ismiyle El-Mecisti eseriydi.
Peki bu tercüme hareketini başlatan sadece Mansur’un ve halefi olan diğer Abbasi halifelerinin açık fikirliliği ya da merakları mıydı? Aslında tercüme hareketini başlatan ilk tohum bir ihtiyaçtı.
Fetihlerle birlikte İslam coğrafyasına dâhil olan farklı inanç ve kültürlerin varlığı, Müslüman halklarda kendi inanç ve düşüncelerini savunmak ya da ters düşen fikirleri eleştirmek için yeni bir söylem ve yöntem arayışını gerekli kılmaya başlamıştı. İnanç ve düşüncelerini mantık çerçevesinde savunmak ve rasyonel bir biçimde temellendirme ihtiyacı, yerleşik Müslüman toplumu felsefe ile tanışma zorunluluğuna götürdü. Bu ihtiyacın bir neticesi olarak da; başta Aristo olmak üzere Antik Yunan eserlerine yönelik bir tercüme ilgisi doğdu.

Bununla birlikte Abbasi devletinin kuruluşuyla beraber yönetim merkezinin Şam’dan görece çok kültürlü bir toplum yapısına sahip Bağdat’a taşınması, devamında Abbasi halifelerinin bilim ve felsefe karşısındaki olumlu tavırları da tercüme hareketine giden yolun diğer unsurlarıydı.
Halife Mansur ve takipçisi Abbasi halifelerinin açık fikirliliği, aynı zamanda Bağdat’ı giderek zamanın belki de en kozmopolit şehirlerinden birine dönüştürmeye başlamıştı. Zira farklı din ve etnik kökenlerden, çeşitli zanaat ve meslekten kişilerin Bağdat’ın kuruluşu için şehre davet edildiği, bazı kaynaklarda geçmektedir. Bu davetle şehre akan Sabiiler, Nasturiler, Süryaniler, Yakubiler, Yahudiler ve Araplar kendi inanç ve mezheplerine ait gelenek ve alışkanlıkları Bağdat’a taşımışlardı. Bu kozmopolitleşmenin sonucu olarak da Bağdat halkında; Şam Hristiyanlarının aksine, Yunan bilim ve felsefesine ya da diğer kadim kültürlerin mirasına karşı bir düşmanlık görülmemekteydi. Bağdat’ın kuruluşundan kısa bir süre sonra; Yunan bilim ve felsefesine ait kitaplar ve hocalar, İran siyasetine dair eserler, Hint medeniyetine ait kitaplar, halifelerin ve hamilerin desteğiyle Abbasi sarayına akmaya başlamıştı.
Farklı mezhepler rakipleri karşısında üstünlük sağlamaya çalışırken Abbasi sarayının herhangi bir gruba taraf olmaması, Bağdat’ta tarafların birbirini dengelediği bir atmosferi mümkün kılıyordu. Böylelikle de Emevi iktidarının temel özelliği olan Arap milliyetçiliği, Abbasilerle birlikte siyaseti domine eden güç olma hüviyetini kaybediyordu.
Mansur’un, yaşadığı mide rahatsızlığı nedeniyle Cürcis bin Buhtişu’yu 765 yılında Bağdat’a getirmesi, Abbasi toplumunun ilk ilmi faaliyetlerinden biriydi. Cündişapur Okulunun hekimlerinden Buhtişu, halifeyi tedavi ettikten sonra Bağdat’a yerleşmiş ve halifenin himayesinde tıp alanında Yunancadan Arapçaya birçok tercüme yapmış, Künnaş isimli eserini bu dönemde kaleme almıştı. Mansur, ayrıca Bizans imparatoruna elçi göndererek ülkesindeki matematik ve mantık kitaplarını Bağdat’a göndermesini de talep etmişti.
Mansur’un oğlu Mehdî (775-785) dönemine baktığımızda; "Zenâdıka" hareketinin etkisiyle tercüme çalışmaları yavaşlasa da (zındıklığı eleştirmede söylemi güçlendirmek amacıyla) Aristoteles’in Topika’sını tercüme ettirmesi, dönemin dikkat çeken birkaç faaliyetinden biridir. Topika, Nasturî Patriği Timotheos tarafından Süryaniceden tercüme edilmişti.
Mehdi’nin halefi ve oğlu Harun Reşid (786-809) döneminde ise tercüme çalışmaları yeniden canlılık kazandı. Aslında Harun Reşid dönemi, Beyt’ül-Hikme’nin tekrar parlama dönemidir. Rivayetlere göre Harun Reşid’in Ankara ve Ammuriye seferlerinde ele geçirilen Yunanca tıp, matematik ve felsefeye eserleri Bağdat’a getirilmiştir. Yuhanna bin Maseveyh ve Ebu Sehl Fazl bin Nevbaht, bu eserlerin tercümesiyle görevlendirilmiştir. Daha da ilginci Harun Reşid, Ehl-i Kitap’tan yani tebaası olan Musevi ve Hristiyanlardan cizye yerine kitap kabul edebileceğini de beyan etmiştir -tabi bu bilginin kesinliği kaynaklarla doğrulanamamıştır- bu döneme nazaran çok ciddi bir zihinsel açılım olarak kabul edilmelidir.
Burada sözü geçen zihinsel açılıma ev sahipliği yapan ortamın altını çizmekte fayda var. Endülüs fakihlerinden Ebu Ömer Ahmed bin Muhammed’in sözleri halifelik merkezindeki özgür düşünce ortamını açıklıkla resmediyor:
İki defa, iki ayrı meclise katıldım. Mecliste Ehl-i Sünnet ve bid’at ehlinden müslümanların yanında Hristiyanlar, Yahudiler, materyalistler, dinsizler gibi her çeşit kâfir mevcuttu. Bu grupların her birinin kendi görüşlerini savunan birer lideri vardı. Bu liderlerden biri salona girince, diğerleri saygıyla yerlerinden kalkıyor ve o oturuncaya kadar ayakta kalıyorlardı. Salon yeterince dolduğunda kâfirlerin içinden birisi ‘Buraya tartışma için geldik. Müslümanlar bize karşı Kur’an’dan ve peygamberlerinin sözlerinden delil getirmesinler; çünkü biz bunlara inanmıyoruz. Bu tartışmada sadece aklî delillere dayanmalıyız,’ dedi. Bunun üzerine herkes ‘Haklısın öyle olmalı’ dedi.
Bu lafları duyduktan sonra bir daha o meclise gitmedim. Sonra başka bir meclisten söz edildi. Bu sefer oraya gittim fakat aynı şeylerle orada da karşılaştım. Bunun üzerine bir daha kelamcıların meclislerine katılmadım.
Tüm Reklamları Kapat
Avrupa rönesansında olduğu gibi İslam rönesansında da, hamilik müessesesi bilim ve sanatın gelişmesinin temel itici güçlerinden biri olmuştu. Avrupa’daki Medici ailesinin Ortadoğu’daki bir benzeri olan İran asıllı Bermeki ailesinin, Halife Harun Reşid döneminde Yunanca, Hintçe ve Farsça kitapların Bağdat’a getirilmesinde önemli katkıları olmuştur. Özellikle Hindistan’dan Menke, Baziyar, Sindbad, Korbulkul gibi hekimlerin ve Hint tıbbındaki gelişmelerin Bağdat’a gelmesinde Bermekiler’in gayreti dikkate değerdi.
Harun Reşid döneminde Bermeki ailesinin de destekleri sayesinde Beytü’l- Hikme’deki yabancı kitapların ve çalışanların sayısında artış olduğu gözlenmektedir. Nihayetinde kitaplar Mansur’un kütüphanesine sığmayınca Harun Reşid daha geniş bir mekân temin etmişti. Kaynaklarda bu kısmın “Hizanetü’l-Hikme” olarak adlandırıldığından bahsedilmektedir. Ayrıca, Allan eş-Şu'ubi için "Harun Reşid ve Me'mun zamanında Beyt’ül-Hikme'de kitap istinsahı (kopyalama) ile meşgul oluyordu," denmektedir. Bu ifade Beytü'l-Hikme'de kitapların çoğaltıldığına dair önemli bir ipucudur.

Abbasi sarayındaki kültürel açılıma dair bir ara özet yaparsak tercümeler, komşu ülkelerden toplanan eserler ve eser kopyalama faaliyetleri derken, kültürel açılımın giderek bir sistematiğe oturmaya başladığını gözlemliyoruz.
Gelelim Harun Reşid’in oğlu ve halefi, ismini taşıyan haritalarla da ünlü Me’mun dönemine. Aslında pek çok kaynakta Halife Me’mun’un rüyasında Aristoteles’i görmesi üzerine Bizans imparatoruna bir mektup yazdığı ve imparatorluk sınırları içerisinde bulunan felsefi eserleri Bağdat’a getirmeleri için bir mütercimler kafilesi gönderdiği, devamında felsefi eserlerin tercümesine ağırlık verdiği, bu sürecin de Beytül- Hikme’yi kuruluşuna gittiği söylenir.
Esasen, Mansur döneminde tohumu atılan, Harun Reşid döneminde desteklenen kütüphane Halife Me’mun (786-833) döneminde son şeklini almıştır. Me’mun, bilimsel çalışmalara öncüllerinden kat kat fazla destek vermiştir. Bağdat’a geldiğinde, Rusafe mahallesindeki saraya yerleşmiştir. Muhtemelen kütüphaneyi de bu yeni saraya taşımış idi. Ardından yine Rusafe mahallesinde Sind bin Ali, Yahya bin Ebi Mansur gibi çalışanlarının tamamının görev yaptığı bir rasathane kurdurdu. Rasathane çalışanları aynı zamanda Beytü’l-Hikme’de görev yapıyordu. Bilgiye itibar eden aydın bir kişiliğe sahip olan Halife Me’mun, bazı önemli vakıfların gelirlerini kütüphaneye bağışlayarak, çalışanlarını düzenli maaşlara bağlamıştı. Böylelikle Beytü’l-Hikme onun döneminde kurumsallık vasfı kazandı diyebiliriz.
Rivayetlere göre Me’mun, Kıbrıs Emiri ile yaptığı barış anlaşması sonrasında bir heyet göndererek orada bulunan eski Yunan eserlerini barış şartlarının bir gereği olarak ondan istemiş, o da istediği eserleri kendisine göndermişti. Bunların dışında Suriye, Küçük Asya (Anadolu), Şam ve Filistin civarlarından da kitaplar getirtilmişti. Kitap sahibi, kitabını vermekte tereddüt ederse müstensihler onun ayağına kadar giderlerdi ve geceli gündüzlü vardiyalı çalışarak, kitabın kopyalamasını süratle bitirirlerdi. Yunanca, Farsça, Hintçe, Kıptice ve Aramice yazılmış çeşitli bilimlerden yapılan çeviriler ve diğer çalışmalar Me’mun döneminde zirveye ulaşmıştır.
Bu verimli süreçte Aristo’nun belli başlı tüm eserleri, Platon’un diyaloglarının çoğu, Hipokrat, Galen, Dioscerides, Ptolemaios, Öklid ve Porfirios’a ait eserler tercüme edilmiştir. Coğrafyaya dair Batlamyus’un eseri bir kaç kez tercüme edilmiş, daha sonra da Harezmî, bu dalda "Suretü’l-Arz" adlı eserini yazmıştır. Halife Me’mun’un da teşvikiyle 70 kişinin ortaklaşa yürüttüğü bir çalışma sonucu İslam dünyasında ilk dünya haritası olarak çizilen ve Batlamyus’un haritasından çok daha kapsamlı ve doğru olduğu söylenen harita da bu eserde yer aldığı ifade edilse de bu savın ayrıntıları belirsizdir.
Artık bir akademi niteliği kazanmış olan Beytü’l-Hikme’de çevirmenler, kâtipler (yazıcılar) bulunuyordu. Kesin olmamakla birlikte yazarlar için ayrı bölümler ve halkın da yararlanabileceği okuma salonlarının olduğu düşünülüyor.
Beytü’l-Hikme, İslâm tarihine olduğu gibi Bilim Tarihine de damga vuran çok önemli bilginlere ev sahipliği yapmış, onların kendilerini geliştirmelerini destekleyen akademilerden biri olmuştur. Başlıcalarını sayarsak;
- Felsefe, tıp, matematik, astronomi, ilahiyat, psikoloji, fizik, kimya ve müziğe kadar pek çok bilim dalında 250’yi aşkın eser vermiş, İbn Sina ve Farabi ile birlikte Büyük Müslüman Filozofları arasında sayılan Arap bilgini El-Kindi
- Matematik, astronomi, coğrafya ve algoritma alanlarında çalışmış, Cebir biliminin kurucusu sayılan Fars bilim insanı Musa El-Harezmi
- Harran doğumlu, 150’ye yakın eser vermiş matematikçi, astronomi, mekanik ve tıp bilgini Sabit bin Kurra
- Bilinen en eski göz çizimlerinin sahibi, Arapça, Süryanice, Grekçe'yi çok iyi derecede bilen mütercim ve hekim Huneyn bin İshak
- Doğa felsefesinin İslam dünyasındaki temsilcisi olan; felsefe, matematik, doğa bilimleri ve astronomi alanında 150’yi aşkın eser veren Fars simyacı, kimyager, hekim ve filozof Er-Razi
- Irak, Suriye ve İran'daki mahkemelere hekim yetiştiren Cündişapur’daki (Gondeshapur) hastanenin reisi olan, 765 yılında Halife el-Mansur 'nin mide şikayetini tedavi etmek için Bağdat'a gelen Süryani hekim Cürcis bin Buhtişu

Medeniyet tarihi için olduğu gibi insanlık açısından da Beytü’l-Hikme son derece önemli bir kurum olmuştur. Yukarıda da değindiğimiz gibi Yunan, Mısır, Hint ve İran medeniyetlerinin ürünü olan ve zamanla aslı kaybolmuş bulunan yüzlerce eser burada Arapçaya kazandırılmıştır. Beytü’l-Hikme, Roma’nın düşmesiyle kopmaya yüz tutan bilim zincirinin tekrar bir araya getirilmesine destek olmuş, medeniyetin sürekliliği sağlanmıştır. Avrupalılar, Yunan kültür ve medeniyet eserlerini yeniden ele almak istediklerinde, eserlerin çoğunu Arapça tercümelerinden Avrupa dillerine tercüme etmek zorunda kalmışlardır. Bu kültür nakli, Rönesans’ın doğuşuna da ciddi bir zemin hazırlamıştır
Bununla beraber, Kur’an öğretisi dışında akli yorumların ortaya çıkması yeni problemleri de beraberinde getirmiş ve toplumda tartışmalar yoğunlaşmıştır. Sonuç itibarıyla Kelam ilmi ve İslam ilahiyatı doğmuştur.
Beyt'ül Hikme'nin Yok Oluşu ve İstiladan Kurtulan Kitap
Harun Reşid’in bir kütüphane olarak yaptırdığı, Me’mun’un geliştirip bir akademi haline getirdiği, Abbasilerin ve İslam kültür tarihinin önemli bir enstitüsü olan Beytü’l-Hikme, Moğolların 1258’de Bağdat’ı istila etmesine kadar varlığını ve faaliyetini sürdürmüştür.
1253 yılında Moğol kurultayı Hülâgû’yu, Abbâsî halifeliğini itaat altına almak üzere Bağdat’a göndermişti. Ordusuyla şehrin önlerine gelen Hülâgû’ya Bağdat’ın kapılarını açan Müsta‘sım-Billâh, bu hamlesinden dolayı Hülâgû’nun kendisine zarar vermeyeceğini düşünüyordu. Ancak çok iyimserdi. Abbâsî halifesini, üç çocuğuyla birlikte hapseden Hülâgû, işkenceyle hazinesinin yerini söyletti ve ardından onu öldürttü. Kaynaklarda yazılanlar Hülâgû’nun ordusuyla beraber burada günlerce kaldığını ve yüzbinlerce kişinin katledildiğini söylüyor. Hatta bazı söylentiler katliam sonrası cesetlerden yayılan koku dolayısıyla Hülâgû’nunda bir süreliğine şehirden ayrılmak zorunda kaldığını ifade ediyor.
Bu devasa tahribattan o dönem İslâm dünyasının en büyük ilim merkezlerinden biri olan Bağdat kütüphaneleri de nasibini almıştı. Moğollar, binlerce kitabı yakarken yakmaya yetişemediklerini de Dicle Nehri’ne atmışlardı. Kaynaklarda aktarıldığına göre nehir günlerce mürekkep renginde akmıştı.

İki Kütüphanenin Yok Oluşu Medeniyet Yürüyüşümüze Sekte Vurdu mu?
Uzun zamandır hem varlıkları hem de yok oluşlarının kültürel evrimimize etkileri üzerinden bir efsaneye dönüşen iki kütüphanenin gerçekteki etkileri neydi peki?
- Birincisi, Kütüphane ve Mouseion ilk kez bilim adamlarının doğru metinler oluşturma ve bunu yapmanın yolları üzerine düşünmeye çalıştıkları filolojik geleneği başlattı.
- İkincisi, her iki kütüphane de sistematik bilgi derlemeye yönelik birçok girişim içeriyordu. Bilginin ve bilimsel gelişimin gelecek kuşaklara sistematik aktarımının bilinçli akımlarından biriydi.
Her iki merkezin kuruluşlarını takip eden yıllardan başlayarak günümüze kadar, entelektüel araştırmanın ve kütüphane fikrinin evrensel sembolleri haline gelmesi hâlâ anlamlıdır. Bu iki kütüphane; yok oluşlarıyla kültürel tarihimizde devasa boşluklara neden olmuş kitap depolarından çok daha fazlasıdır.
Yaratıcı başarıların ancak onlara değer veren bir kültürel ortamı teşvik ettiğimizde hayatta kalacağını binlerce yıl önce kanıtlamışlardır.
Düşünme biçimimizde majör değişimlerin yolunu açmış ve bilimsel perspektifin bilginlerin zihinlerinden toplumların kolektif zihnine uzanan yolculuğunu başlatmışlardır. Bıraktıkları bu muhteşem miras, binlerce yıl uzaktan günümüzü aydınlatmaya devam etmektedir.
Evrim Ağacı'nda tek bir hedefimiz var: Bilimsel gerçekleri en doğru, tarafsız ve kolay anlaşılır şekilde Türkiye'ye ulaştırmak. Ancak tahmin edebileceğiniz gibi Türkiye'de bilim anlatmak hiç kolay bir iş değil; hele ki bir yandan ekonomik bir hayatta kalma mücadelesi verirken...
O nedenle sizin desteklerinize ihtiyacımız var. Eğer yazılarımızı okuyanların %1'i bize bütçesinin elverdiği kadar destek olmayı seçseydi, bir daha tek bir reklam göstermeden Evrim Ağacı'nın bütün bilim iletişimi faaliyetlerini sürdürebilirdik. Bir düşünün: sadece %1'i...
O %1'i inşa etmemize yardım eder misiniz? Evrim Ağacı Premium üyesi olarak, ekibimizin size ve Türkiye'ye bilimi daha etkili ve profesyonel bir şekilde ulaştırmamızı mümkün kılmış olacaksınız. Ayrıca size olan minnetimizin bir ifadesi olarak, çok sayıda ayrıcalığa erişim sağlayacaksınız.
Makalelerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu makalemizle ilgili merak ettiğin bir şey mi var? Buraya tıklayarak sorabilirsin.
Soru & Cevap Platformuna Git- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- ^ R. S. Bagnall. (2002). Alexandria: Library Of Dreams. Jstor, sf: 3-17. | Arşiv Bağlantısı
- ^ Ş. E. Biçer. (Yüksek Lisans Tezi, 2020). Beytü’l-Hikme Ve Tercümeler Dönemindeki Önemi.
- ^ M. El-Abbadi. Library Of Alexandria. (12 Mayıs 2016). Alındığı Tarih: 24 Ekim 2025. Alındığı Yer: Encyclopaedia Britannica | Arşiv Bağlantısı
- ^ Y. S. Kamadan. Moğol Tahribinden Kurtarılan Kitap. (1 Mart 2023). Alındığı Tarih: 24 Ekim 2025. Alındığı Yer: GZT | Arşiv Bağlantısı
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 19/11/2025 22:31:18 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/21671
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.