Coğrafya Nedir? Coğrafyanın Bilimdeki Yeri Nedir?
Coğrafyanın Bilimsel Kimliğinin Postyapısalcı Bir Perspektiften İncelenmesi
- İndir
- Dış Sitelerde Paylaş
Coğrafya denilince zihninizde nasıl bir düşünce oluşmaktadır? Coğrafya, halk arasında bir bölgenin, ülkenin genel özelliklerini öğrenme başkent adlarını ezberleme ve genel fiziki özelliklerini bilme bilimidir diye anlaşılabilir. Tüm bunlar, coğrafya biliminin içerisinde olmakla birlikte bu yüzeysel bakış açısı coğrafyanın kimliğini tanımlamamaktadır. Elbette bu düşüncede olmayan kişiler, istisna olmakla birlikte bu istisnalar var olan durumu değiştirmemektedir.
Bu tasvirci ve yüzeysel tanımlamanın hâkim olmasının sebebi; coğrafyanın geçmişte yaşanan çevresel determinizm ve bölgeselcilik gibi görüşlerinde yaygınlığıdır. Coğrafya olay ve olgulara farklı perspektiften bakarak geniş çerçeve sunan bir disiplindir. Ancak bu geniş çerçeve, coğrafyanın bilimsel kimliğinin ne olduğu konusunda çok çeşitli tartışmalar yaratmıştır. Örneğin; sosyoloji, psikoloji, fizik, kimya vd. bilim dalları ile ilgili de çeşitli tartışmalar yaşanmakla birlikte, coğrafyanın kimliğini bulma bunalımı çok daha tartışmalı olmuştur.
Bu tartışmaların arkasında çeşitli etkenler olmakla birlikte, coğrafyanın Batı'da 1960’lı yıllara kadar holistik bakış açısını ısrarla sürdürmesi de önemli bir sebeptir. Coğrafyanın bu holistik bakış açısı, hem doğa hem de sosyal bilimleri sahiplenmesi ve uzmanlaşma yerine bütüncül yaklaşma sorunudur. Burada coğrafyanın içerisinde fiziki ve beşerî coğrafya arasındaki karşılıklı etkileşim coğrafyanın doğası gereği elzemdir. Ancak 20. yüzyıldan itibaren iki kültürleşme dediğimiz, bilimlerin içerisinde uzmanlaşmaların ortaya çıkması bilim dallarının doğurganlığını daha da arttırmıştır. Doğurganlıktan kastedilen, bir bilimin içerisinde oluşan bir alt dal ve onun zamanla konularını geliştirerek büyümesiyle, bağımsız bir disiplin haline gelmesidir.
Coğrafya, 20. yüzyılın ilk yarısına kadar süregelen değişim içerisinde, doğa ve sosyal bilimlere yetişmemesi, bu bilim dallarının coğrafyayı ikinci planda görmesi ve “tasvirden öteye geçemeyen” bakış açısını geliştirmesine neden olmuştur. Ancak 1960’lı yıllarda başlanmak üzere coğrafya disiplini içerisinde önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmeleri yazımızın aşağı kısımlarında değineceğiz.
Burada vurgulamak istediğimiz durum, coğrafyanın bilimsel kimliğinin ne olduğudur. Coğrafya sosyal ya da fen bilimi midir? Dünya da var olan sorunlara coğrafya nasıl yaklaşmaktadır? Bu ve benzeri sorular, post-yapısalcı bir bakış açısıyla irdelenecek ve geçmişte yaşanan coğrafya içerisindeki bu bunalımları ve günümüz batı coğrafyasının geldiği noktayı anlamaya çalışarak; Türkiye’de coğrafya biliminin, yenilikçi coğrafya üzerinde nerede durduğu ele alınacaktır.
Bu yazıdaki amaç; okuyucuya zihinlerde beliren ve geçmişte sömürgecilik faaliyetlerinin de önemli bir yerinde yer alan bu tasvirci, kaderci ve sınırlandırıcı coğrafya anlayışı imajını sorgulatmaktır. Diğer bir sebep ise artık coğrafyanın böyle tanımlanmadığı gerçeğidir. Coğrafya için yapılan, bir ülkenin bulunduğu konumu, fiziki ve beşerî özelliklerin genel ve yüzeysel tarifi gibi tanımlamalar artık yetersizdir. Ancak burada hatırlatmak gerekir ki coğrafyanın içerisinde yukarıda anlatılan ülke ve bölge özellikleri, genel fiziki ve beşerî etkenlerin bilinmesinin de önemli olduğudur. Örneğin bir kişi “Evrim sadece değişimdir.” derse elbette evrimsel biyolojiyi tam olarak yansıtmayacaktır. Değişim evrimin önemli bir unsuru olsa da, bu durum çok daha karmaşık ve canlı hayatının anlaşılması için vazgeçilmezdir. Burada verilen örnekten de anlaşılacağı gibi Türkiye coğrafyasının içerisinde bölgeselciliğin hala güçlü bir görüş olması hem bazı coğrafyacıların ve dolaylı olarak lise ve yaygın eğitim kurumlarında öğretilen coğrafyanın zihinlerde böyle algılanmasına sebep olmuştur.
Post-yapısalcılık, değişmez kesin ve katı sınırlara karşıdır. Bu karşıtlık, her şeyi eleştirmek olarak algılanmamalıdır. Bu katı sınırların eleştirilmesi bir bilim dalının kendi içerisinde bakış açılarını daha iyi tanımlayıp daha bilimsel bir perspektif sunmasıdır. Bu sebeple her bilim dalının içerisinde var olan tartışma bilimlerin ilerlemesini sağlamıştır. Her dönem içerisinde başka bir fikri, görüşü ve kuramı eleştiren kişiler, marjinallik damgası yiyerek dışlandığı da olmuştur. Ancak unutulmamalı ki kendi dönemlerinde marjinal olarak görülen fikirler, ilerleyen dönemlerde kabul edilmiştir. Bilim ve felsefe tarihi içerisinde bu duruma birçok örnek verilebilir. .
Coğrafyanın Bilimsel Kimliği
Coğrafyanın bilimsel geçmişi kanlıdır. Bu coğrafyanın kendisinden değil, coğrafyayı yapanlardan kaynaklanmaktadır. 16. yüzyılda coğrafi gezilerin amacı, bilimsel olarak coğrafya yapmak değildir. Keşfedilen yerleri tanıyarak daha iyi sömürebilme, bu sayede daha zengin olma amacı ön planda olmuştur. Bu coğrafi keşifler ve sonrasında yaşanan Afrika ve Latin Amerika’daki facialar, bu duruma bir örnektir. Bu, diğer bilim dalları içinde geçerlidir. Bu yaşanan olaylar, coğrafyanın bilimsel olarak yapılmasından ziyade sömürgeleştirme, kaynaklarını kullanma, verimli topraklara sahip olma ihtiyacı sonucu oluşmuştur. Yukarıda kullandığımız “coğrafyayı yapanlar” ifadesi, kasıtlı olarak kullanılmıştır.
Bilim hiçbir zaman mutlak objektif olmamıştır. Bilim tarihine bakıldığında bilim; ülke, kurum ya da kişilerin isteklerine de cevap vermiştir. Ancak bir bilim insanı kendisini tarafsız olarak görebilir ve sadece tüm insanlık yararına misyonunu üstlenebilir. Burada eleştiri; hiçbir bilim insanının veya insanların mutlak tarafsız olamayacağıdır. Bu sorun bilimin kendisinden değil, bilimi yapan "insandan" kaynaklanır. Bilim aracılığıyla milyonlarca insanın hayatı kurtulduğu gibi, yine bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kötüye kullanılması sonucu milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir.
Örneğin Louis Pasteur, 1885 yılında kuduz aşını bulması sonucu milyonlarca insan ölmekten kurtulmuştur. Yine bilim aracılığıyla yapılan bir atom bombası da büyük felakete yol açmıştır. Bilim tam olarak güç sahiplerinden, siyasetten, kültürden ve propagandadan irtibatını kesememiştir. İnsanın sosyal bir varlık olması bunda önemli bir etkendir. Bilim insanlarının yaşadığı dönemi ve o dönemin özelliklerinden kendisi soyutlamak, duygularından tamamen arınıp bilimi bu şekilde yapmak gerçekçi gözükmemektedir. Ancak bu olayların yaşanması bilimin tarafsızlık ilkesini benimsemesine engel değildir. Temel eleştiri, mutlak objektifliğin sosyal bir varlık olan insanda bulunmayacağıdır.
Burada iki kavramı karıştırmamak gerekir. Bilimin tarafsızlık ilkesini benimsemesiyle mutlak tarafsız olması arasında ince çizgi bulunmaktadır. Mutlak objektifliğin olamayacağı eleştirisi, bilimin sürekli taraf olduğu/olacağı anlamını taşımamakla birlikte; kusursuz bir tarafsızlıktan da söz edilemeyeceğidir. Bu sebeple, coğrafyanın taraf olması değil, sömürenin yanında taraf olması sorun olarak görülmektedir. Coğrafya tarihinin kanlı olmasının sebebi de budur. Coğrafyanın, özellikle coğrafi keşifler zamanında ve 19. yüzyılda sömürgeleştirmeye aracılık etmesi sonucu yaşanan olaylar, yarattığı derin izleri hala kapatmamıştır.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Bazı çevrelerde "Coğrafya ilk bilimdir." veya "Coğrafya bilimlerin kraliçesidir." denilerek coğrafyanın önemi anlatılmaya çalışılır. Bu söz, bilimsel bir önem taşımamaktadır. Bir biyolog, kimyacı, fizikçi, sosyolog ya da bir kozmolog da kendi biliminin önemi anlatmak için benzer iddiaları savunabilir. Bu, ancak kısır bir döngüye sebep olacaktır. Oysaki bir bilim dalının önemi belirtmek için ilk bilim olduğundan bahsedilmesinin ya da "kraliçe" gibi subjektif söylemlerde bulunmanın rasyonel bir temeli bulunmamaktadır. Örneğin yazılım mühendisliği, bilim tarihi içerisinde henüz yeni sayılır. Kullandığımız telefondan tüm elektronik aletlere kadar yazılım hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir. Bütün bilim dalları ihtiyaçtan doğmakta ve var olan sorunlara çözüm getirmektedir. Bu bakış açısıyla ilk ve sonuncu olması yaptığı katkıyla doğru bir orantı sunmaz. Elbette coğrafya eski bir bilimdir, ancak bundan daha ilerisi subjektif ve duygusal yaklaşmaktan daha fazla olmadığı gibi, coğrafyanın sorunlarına bir çözüm de sunmamaktadır.
“Coğrafya, sosyal bilimler ile doğa bilimleri arasında bir köprüdür.” denilerek kısa bir tanım yapılır. Ancak bu tanım da kendi içerisinde bazı çelişkileri barındırmaktadır. Bilim felsefesinde "köprü" diye bir tanımlama mevcut değildir. Sosyal bilim ile doğa bilimleri arasında etkileşim vardır. Bu sadece coğrafya bilimine has bir özellik değildir; ancak burada ifade edilen fiziki ve beşerî coğrafya arasındaki etkileşim ise, buna herhangi bir itiraz olamaz. Bir bilim dalının genel çerçevesi içerisinde hem sosyal hem de beşerî bilimdir gibi iki kategori bulunmamaktadır. "Köprü" tanımı çıkarılırsa, coğrafya hangi kategoridedir? Bu soruya verilecek cevap; coğrafyanın bir sosyal bilim olduğudur.
Coğrafyanın sosyal bilim tarafında yer alması, fiziki coğrafya ile etkileşime girmeyeceği anlamını taşımamakla birlikte; fen bilimleri içerisinde yer alması da beşerî coğrafya etkileşimini aksatması gerçeğini yansıtmaz.
Coğrafyanın bir "fiziki coğrafya" tarafı vardır. Ancak bir bilim dalının fen bilimlerinin metotlarını uygulayarak bilimi icra etmesi, yapılan bilimin fen bilimi olduğunu göstermez. Örneğin; psikoloji, sosyoloji, iktisat, coğrafya ve ekonomi disiplinleri, fen bilimlerinin metotlarını yoğun olarak kullanmaktadır. Yine, fen bilimlerinin metotlarının kullanılması sosyal bilimin fen bilimleriyle aynı sonuçlara ulaştığı gibi bir görüşü de yansıtmaz.
Coğrafyanın fen bilimlerinde gösterilmek istenmesinin sebeplerinden bir tanesi de geçmişte yaşanan, bugün hala devam eden elitist bakışı açısıdır. Fen bilimleri daha üstün görülmekte, sosyal bilimler ise ikinci planda ve önemsiz gibi algılanabilmektedir. Bu bakış açısı toplumda da yer etmiştir. Örneğin "Sosyal bilimlerin bilim olduğu tartışılıyor." gibi söylemler duymaktayız; ancak günümüzde gelinen noktada bu görüş doğruyu yansıtmamaktadır. Bu konu ile ilgili yazıyı buradan okuyabilirsiniz.
Diğer bir neden ise medyanın rolüdür. Medyada var olan bilimle ilgili haberlerde genellikle klasik olan ve bilim denilince gözümüzde canlanan o tablo aklımıza gelir. Beyaz saçlı, beyaz önlüklü, gözlüklü ve bir laboratuvarda çalışan bir erkek portresi bize sunulur. Bilim, sadece laboratuvarda ve sadece bu kişilerce yapılmaz.
Coğrafyanın içinde 1960’lı yıllarda fiziki ve beşerî coğrafya arasında yoğun tartışmalar olmuştur. Coğrafyanın değişen ve gelişen doğa ve sosyal bilimlerin hızına yetişmemesi sebebiyle coğrafyada daha önceki bilimlerin iki kültürleşme dediğimiz uzmanlaşmaya gitmesini 1960’lı yıllara kadar korumuştur. Bu sebeple coğrafyanın sorunlara çözüm üretememesi, ciddi tartışmaları beraberinde getirir.
20. yüzyılın ikinci yarısında coğrafya, iki kültürleşmeye geçerek fiziki ve beşerî coğrafya içerisinde uzmanlaşmaya geçmiştir. Bu durumdan sonra fiziki ve beşerî coğrafya arasında iletişimsizlik sorunu ortaya çıkmış ve yoğun tartışmalar sorunu beraberinde getirmiştir.
Burada, fiziki ve beşerî coğrafya arasındaki iletişim kopukluğu önemli bir sorundur. Fiziki coğrafya daha çok botanik, mühendislik, jeoloji, jeofizik, zooloji vd. bilim dallarında yararlanır. Beşerî coğrafya ise tarih, antropoloji, sosyoloji, felsefe, ekonomi, iktisat gibi bilim dallarından yararlanmaktadır. Bilimsel açıdan bu yararlanma bir sorun teşkil etmemekle birlikte, coğrafyanın daha fazla gelişmesi açısından önemlidir. Ancak coğrafyanın kendi içerisindeki bu kopukluk, coğrafyanın "bütünselliğine" zarar vermektedir. Jeoloji Profesörü Celal Şengör’ün Mart 2019 tarihinde Geoced dergisinde yayınlanan makalesindeki yazısı bu kopukluğu anlatması açısından önemlidir:
Türk coğrafyacıları ya jeologluğa ya da sosyologluğa özendiler ve sonunda ne birinde ne de diğerinde kayda değer işler yapabildiler.
Coğrafyanın yukarıda belirtilen tek kültürcü holistik bakış açısı sebebiyle doğa ve sosyal bilimleri kucaklaması önemli bir etkendir. Yine aynı dergide şundan bahseder:
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında büyük evrensel dâhi Alexander von Humboldt’un (1769-1859) hayâl ettiği coğrafya, yirminci yüzyılın ortalarında kaybolmaya yüz tutmuştu. Bunun en önemli nedeni coğrafyanın kucakladığı doğa ve sosyal bilimlerin her birinin kendi başlarına ihtisas konuları haline gelerek kendi öğretim ve araştırma programlarını geliştirmiş olmalarıydı. Coğrafyacı, her şeyden anlayan, ancak hiçbir şeyde uzman olmayan bir Orta Çağ âlimine dönüşmüştü.
Celal Şengör’ün bu söylemi, günümüz Anglosakson ekolü için tam olarak geçerli değildir. Bu eleştiri, Türk coğrafyası için bir sorun gibi gözükmektedir. Türk coğrafyasının 1960’lı yıllarda yaşanan uzmanlaşma faaliyetlerini ve 1970’li yıllarda yaşanan paradigmaları yakalayamamış olması, tüm bu sorunların önemli sebepleridir. Celal Şengör’ün tüm coğrafyacıları kast ettiği ya da etmediğini bilmiyoruz. Bu yazı kişilerden ziyade coğrafyanın içerisinde görünür bir durumu yansıtmaya çalışmaktadır. Bu sebeple Celal Şengör’ün yazısını paylaşmamızın en önemli sebebi, bir jeolog olarak coğrafyaya bakışını belirtmektir. Türk coğrafyasının yetiştirdiği hem beşerî hem de fiziki coğrafyaya önemli katkılar yapan çok önemli bilim insanlarımız bulunmaktadır. Coğrafyanın kendi içerisinde de bu sorunlara eskiden beri var olan itirazlar olsa da bu sorunlar güncelliğini korumaktadır.
Coğrafyanın ikili yapısı ve geniş perspektif sunması coğrafyanın sınırlarını kesin olarak belirlemeyi de zorlaştırmaktadır. Peki bir sınır çizmek şart mıdır? Bir ekonomist coğrafyacı olan Adam Tickell, şu şekilde bir açıklama yapıyor:
Coğrafi disiplinin sınırlarını gözetlemekten çok gelin bu sınırları genişletelim. Coğrafya içinde olunacak açık, canlı ve heyecan verici bir yer.
Bir bilim dalı içerisinde kategorilere ayrılma sorun teşkil etmez. Aksine kategorileşme, ihtiyaçtan ortaya çıkmış bir zorunluluktur. Ancak kategorileşme diğer bir kategoriyi gölgeliyorsa bu, sorunlara yol açmaktadır. Coğrafyanın bu geniş perspektifi sonucu artık yaygınlaşan disiplinlerarası ve disiplinler-ötesi çalışma yöntemleri, coğrafyanın doğasıyla yatkınlık gösterir. Var olan sınırları çizmek değil onu genişletmek gerektiği görüşü son derece makul bir izahtır. Bir bilim dalının gelişmesi onun üretkenliğiyle doğru orantılıdır. 1960’lı yıllardan sonra coğrafya bu üretkenliği batıda yakalamış olup birçok alt disiplin ve bu alt disiplinin zaman içerisinde büyüyüp ayrılması üretkenliğin bir göstergesi olmuştur. Örneğin antropojenik jeomorfoloji hem doğal süreçlerin meydana getirdiği yeryüzü şekillerini tanımlarken, sosyal bir varlık olan insanın son 250 sene içerisindeki doğaya müdahalesi, bu yeni sayılabilecek disiplinin konusudur. Bizzat coğrafyanın içinde doğan bu disiplin sürekli gelişerek büyümektedir.
Kantitatif Devrim Öncesi ve Sonrası
Çevresel Determinizm
Coğrafya bilimi, Evrim Teorisi'nden önemli oranda etkilenmiştir. Evrim Teorisinde önemli bir yer tutan, “uyum sağlayanın hayatta kalması” ilkesi ve bunun sosyal bilimlere uygulanması hiçbir zaman başarılı olmamıştır. Sosyal Darwinizm, evrimin işleyişindeki kuralların sosyal bilimlere giydirilmiş hali diyebiliriz. Sosyal Darwinizm’in bu katı görüşü, yayılmacı ve sömürgeleştirme faaliyetlerine zemin hazırlamıştır: Çevresel determinizm (belirlenimcilik) görüşü ilkçağa kadar gitmekle birlikte, Darwin’in Türlerin Kökeni (On the Origin of Species) adlı kitabının yayınlamasından sonra hız kazanır.
Çevresel determinizm kaderci bir bakış açısına sahiptir. Örneğin iklimsel farklılıklar ve bunun sonucunda o bölgede yaşayan insanların davranışları benzerdir. Aynı iklimler, aynı insan karakterleri ve toplum ortaya çıkarır görüşünü savunur. Diğer bir ifadeyle insan, çevrenin pasif bir canlısıdır. Her şeyi var eden şekillendiren güç, fiziki şartlar ve iklimdir. Öyleyse, burada bakılacak ilk unsur iklimsel elverişliliğin nerelerde uygun olduğudur. Bu önemlidir; çünkü büyük devletler, büyük medeniyetler orta iklim kuşağında meydana gelir görüşünü baskındır. Eğer Afrikalılar büyük medeniyet kuramadılar ise bu, çevresel şartlar dolayısıyladır. Daha da ileri gidilerek dağlık alanlarda yaşayan insanlar, kaba- sert ve özgürlükçü insanlar olduğu, soğuk iklimde yaşayanların daha çalışkan ancak sıcak iklimde yaşayanların ise tembel olduğunu savunurlar. Örneğin çölde yaşayan insanlar tek tanrıya inanır ve büyük devletler kuramazlar. Diğer büyük devletler tarafından da sömürülürler.
Ancak bu görüşler coğrafyada 1920’li yıllardan sonra yoğun olarak eleştirilmiş, sömürgeciliğe destek veren bu görüşten vazgeçilmiştir. Friedrich Ratzel’in lebensraum terimi, Halford Mackinder’in kara hâkimiyet teorisi, Rudolf Kjellén’in jeopolitik görüşleri, gücünü Sosyal Darwinizm’den alan ve felaketle sonuçlanan; “güçlü olan güçsüzü ezer” bakış açısıyla hareket eden teorilerdir.
Burada, biyolojik evrim ile Sosyal Darwinizm karıştırılmamalıdır. Eleştirilen husus, evrimin kuramlarının Sosyal Darwinizm adı altında sosyal olaylara uygulanarak sömürgeciler tarafından kullanılması ve felaketle sonuçlanmasıdır. Buradan Sosyal Darwinizm ile ilgili yazıyı okuyabilirsiniz.
Türkiye’de bazı coğrafya kitaplarında etkili olan çevresel determinizm izlerine rastlanmaktadır. Çevresel determinizme getirilen eleştiri ise sadece çevrenin insanı değil insanın da çevreyi değiştirebilme özelliğinin olmasıydı. Ayrıca bazı coğrafyacılar o dönemde coğrafyanın görevi insan ve çevre arasındaki karşılıklı ilişkileri incelemek olduğu görüşünüde savunmuşlardır. Bununla bağlantılı olarak halen sıklıkla kullanılan, “Coğrafya kaderdir.” sözü, güncelliğini 100 sene önce terk etmiş bir görüşün uzantısıdır. Eğer bu sözden kastedilen, çevrenin ve iklimin varlığının insanların ve dolaylı olarak tüm eylemlerinin, o bölgeye has olduğu ise, bu bakış açısının günümüz çağdaş insanı için mutlak olduğu sonucuna ulaşamayız. Bazı kişiler İbn-i Haldun’un bu sözünü, coğrafyanın önemini anlatmak için sıklıkla kullanırlar. Ancak büyük felaketlere yol açmış ve insan için kabul edilemez bu görüşün hala söylenmesi üzerinde durulması gereken bir konudur.
İbn-i Haldun gibi önemli bir düşünür bu sözü söylerken sömürgecilik adına söylememiştir. Elbette çevresel etkilerin şüphesiz insan yaşamına büyük etkileri olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Ancak günümüzde gelinen nokta, çevrenin insanı belirlemediği ancak etkilediği görüşü önemli bir yer tutmaktadır. Bu anlayış hem coğrafya bilimine zarar vermiş hem de sömürgeciliğin destekçisi olmuştur.
Determinist (belirlenimci) yaklaşımlar, coğrafya içerisinde gelişen paradigmaların en fazla eleştirdiği konulardan sadece bir tanesidir. Çevresel determinizm ile ilgili Geoced dergisinde yazılmış olan "İbn Haldun ve Ali Şeriati’ye Göre Çevresel Determinizm (Belirlenimcilik)" adlı yazıyı buradan okuyabilirsiniz. Yazıda izlenen yol, her iki düşünürün kendi yaşamış olduğu çağın gerekliliklerine göre değerlendirerek bir bakış açısı sunmasıdır.
Bölgeselcilik
Coğrafya biliminin içerisinde gücünü ülkemizde koruyan bir diğer görüş ise bölgeselciliktir. Bölgesel coğrafya, mekanlar arasındaki farklılıklara göre hem fiziksel hem de kültürel bir inceleme esasına dayanır. Mekânın hem fiziksel hem de insanlar arasında kültürel farklılıklarını esas alarak ve sınırlar çizerek araştırmaya çalışmaktadır.
Bu görüş ilk çıktığı zamanlarda coğrafyacılara büyük öz güven getirse de ilerleyen yıllarda yoğun şekilde eleştirilmiştir. Bu görüş coğrafyanın tasvirden öteye geçememesini, son 250 yılda yaşanan birçok insan sorununu anlayamaması ve çözüm üretememesi sonucu, 1960’lı yıllarda coğrafyanın bilimsel bir disiplin olup olmadığı tartışmalarına kadar gitmiştir.
Gelişen diğer bilimlerin gölgesinde kalan coğrafya saygın üniversiteler tarafından tek tek kapanarak büyük bir hayal kırıklığı yaratmış ve coğrafyacılar yeni çözüm yolları aramıştır. Başta gelen Yale ve Harvard üniversitesi, coğrafya için “tasvirci ve yüzeysel” olduğunu söylemiştir. Eğer kısa bir tanımlama yapmak gerekirse var olan üç sorun bu durumun temel sebeplerini oluşturur. Çevresel determinizmin oluşturduğu kötü izlenim, bölgeselciliğin tıkanmışlığı, coğrafyanın hem bunlardan vazgeçmeyip gelişen diğer bilimlere oranla geri kalması, tek kültürlülüğü koruyup tüm doğa ve sosyal olayları kucaklamak istemesi yaşanan olayların sonuçlarının temel sebepleridir.
Yeni Arayışlar
Coğrafyanın içinde bulunduğu bu zor dönemler yeni arayışları beraberinde getirdi. Dönemin gereklerine uyularak coğrafyada kantitatif ya da sayısal devrim meydana gelerek, coğrafya saygınlığını tekrar kazanacaktı. Artık coğrafya iki kültürleşmeye geçişi hızlandırmış, coğrafyanın ne olduğu ne olması gerektiği gibi yoğun tartışmalar olmuştur.
Coğrafyacılar, bu sebeple coğrafyayı daha bilimsel kılmak için pozitivizmi benimsediler. Kantitatif coğrafyanın amacı olaylara mekanistik yaklaşarak açıklamayı tercih etmesidir. Bu görüşe göre coğrafya sadece ölçülebilen, teste tabi olan diğer bir ifadeyle fenomenler ile ilgili çalışmalar yapmalıdır. Ölçülemeyen şeyler coğrafyanın konusu olamazlar. Duygular, göç sorunları, inançlar, kadın sorunları, işçi sorunları, toplumsal sorunlar, dezavantajlı gruplar, vd. hiçbirisi kantitatif coğrafyanın ilgi alanında değildi. Bunlar sübjektif oldukları için bilimsel bir değer ve öneme haiz değildiler. Sayılarla gerçekliğe ulaşılabilir ve bilim insanı mutlak objektifliği benimseyerek olguları test edebilirdi.
Kantitatif devrim önemli bir dönüm noktasıdır. Bu sayede coğrafya bölgeselcilik ve çevresel determinizmden vazgeçmiş, uzmanlaşmanın önü açılmış, fiziki coğrafyacılar doğa bilimleriyle, beşerî coğrafyacılar ise sosyal bilimler ile yakınlaşmıştır. Artık coğrafya diğer bilimlerin gerisinde değil bizzat hem doğa hem de sosyal bilimlere katkı sağlayan bir disiplin olmuştur.
Buraya kadar sorunların artık ortadan kaybolduğu coğrafya yeniden güçlendiği gibi bir anlayış son derece makul gözükse de kantitatif devrim bundan sonra gelecek paradigmaların hepsi tarafından çok yoğun şekilde eleştirilecekti. Kantitatif devrimin mutlak objektifliği sorunu olduğu gibi, insanı mekanistik açıdan ele alması, sanayi devriminden sonra gerek toplum gerekse insan yaşamının var olan birçok sorununa çözüm getirememesi eleştirilere tabi tutulur. İnsanı makine gibi görmesi birçok sorunun göz ardı edilmesini sağlamıştır.
Kantitatif devrim sosyal olguları es geçmiş, coğrafyayı daha bilimsel göstermek adına sayılarla indirgeyerek insan ve mekânı tanımlayacağını iddia etmiştir. Ancak bu karmaşıklık sadece sayılara indirgenerek açıklanmayacağı anlaşılmış ve coğrafyanın artık sosyal tarafının görünürlüğünün arttığı 1970’li yıllar, yeni paradigmaların doğmasına sebep olmuştur. Özellikle beşerî coğrafyacılar bu mekanistik, determinist ve indirgemeci yaklaşımları benimsememiştir. Kantitatif coğrafya kendisini güncelleyerek varlığını devam ettirmektedir. Burada önemi bir hususu hatırlatmak istiyoruz. Bir paradigmanın eleştirilmesi onu ortadan kaldırmamaktadır.
Paradigmaların Ortaya Çıkışı ve Evrimi
Hümanistik coğrafya
20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde hümanistlik coğrafya, insan merkezli bir bakışı açısı oluşturarak insanı ön plana çıkarmıştır. Hümanistik coğrafya, insanın duygularını daha ön plana koyarak olayları anlamlandırmaya çalışır. Onlara göre bizim var olan tüm deneyimlerimiz dış gerçeklikle ya da mekanla etkileşimlerimizin toplamıdır. Bu da ancak insan zihnini inceleyerek anlaşılabilir. Hümanist coğrafyacılar, mekânsal fetişizmi ön planda tutmuştur. Duygulara fazlaca ağırlık vererek indirgemeci yaklaşmış ve eleştirilmiştir. İlk çıktığında daha çok taraftar toplayan bu paradigma, günümüzde varlığını sürdürse de eski önemi azalmıştır.
Davranışsal Coğrafya
Bu görüşe göre kantitatif coğrafya insanı anlamakta yetersizdir. Oysaki insan davranışları sadece mekanistik bakış açısına indirgenemeyecek kadar sanılandan daha karmaşıktır. Davranışçı coğrafyaya göre insanın tüm eylemleri ancak zihinde bilginin işlenmesi ve değerlendirilmesiyle oluşur. Bu sebeple zihin dünyasına öncelik vererek çeşitli araştırma yöntemleri geliştirmiştir. Doğal afetler, seyahat, turizm, göç gibi mekânsal farklılıkların ortaya çıkmasıyla insanların davranışlarındaki farklılıkları incelerler. Örneğin; bir bireyin tatile gideceği ülkeyi seçerken hangi kriterleri önemsediği, farklı mekanlarda zihnin nasıl davranış sergilediği gibi öncülleri araştırırlar. Bu sebeple zihin haritası oluşturarak karmaşık olay ve olguları derinlemesine analiz ederler. Davranışçı coğrafya, sosyal olayları es geçtiği ve tüm olguları içsel zihne indirgediği gerekçesiyle tartışılmıştır.
Varoluşçuluk
Varoluşçuluk, coğrafyacıların benimsediği bir diğer ekoldür. Varoluşçulara göre insan özgürdür. Bu yüzden tüm belirlenimci görüşleri eleştirir. Varoluşçuluk bireysellik üzerine dayanır. Onlara göre insanın hayvandan düşünsel anlamda farklılıkları vardır. Örneğin; insanın düşünme (tefekkür) yeteneği bu farkın bariz bir örneğidir. İnsanlar farklı deneyimler yaşarlar. Bu deneyimler sonucu kişi, kendisine has özgün bir birey olur. Bireyler kendi kişiliklerini kendileri oluşturduğu için, zaman ve mekânın deneyimlenmesi sonucu kişinin tabiatı da değişim gösterir. Diğer bir ifadeyle zaman ve mekân içerisinde yaşanan deneyimlerimiz sürekli değişmektedir. Bu değişim sonucu kişiliğimizde farklılaşır. Zamanın ve mekânın içerisinde bireylerin seçenekte bulunma özgürlüğü vardır. Hayata dair seçeneklerimiz, varoluşu anlamlandırmaya çalışmamız ve insanlar arasındaki etkileşimlerimiz önemlidir. Varoluşçulukta empati ayrı bir yer tutar. Çünkü bizler var olan tercihlerimizi kendi kişilik özelliğimize göre belirlediğimiz için bir araştırmacının bu davranışın altında yatan nedenleri mutlak olarak anlaması imkansızdır. Öyleyse empati yeteneği kullanılarak anlamlandırılmaya çalışılır. Varoluşçuluk insanın yaşama bakış açısını ve anlam dünyamızı algılamayı hedefler. Bu nedenle yaşama dair algılarımız, hayatın olağan akışı içerisinde sembollere, çevreye, diğer bireylere ve topluma verdiğimiz anlamların derinlemesine incelenmesi gerekir. Coğrafyaya çok önemli bir araştırma alanı açarak, coğrafyacıların anlam dünyalarını anlamasına yardımcı olur. Varoluşçuların anlam dünyasını önemseyip çevresel etkileri ikinci plana atması eleştirilmiştir.
İdealizm
Var olan tüm deneyimlerimiz nedir? Bu soruya idealizmin vereceği cevap düşünce olacaktır. Onlara göre materyalist ve natüralizmin belirttiği gibi mutlak nesnel bir gerçeklikten bahsedemeyiz. Çünkü tüm varlık ancak düşüncelerimizden ibarettir. Bu görüşe göre biz varlıkları sadece düşünce ve duyu organlarımızla algılayabiliriz. Örneğin içtiğim kahvenin gerçekte var olduğunu söylemem ancak koklayabilir, hissedebilir ve benim o anki ihtiyaçlarımı karşılayabilir. Varlık, onu nitelendirdiğimiz duygular ve deneyimlerimizle bilenebilir. Gerçeklik ancak aklın oluşturduğu bir olgudur. Eğer insanların davranışlarını anlamak istiyorsak, düşüncelerin arkasında yatan sebepleri bilmemiz gerekir. Pozitivistlerin iddia ettikleri gibi mutlak objektiflik yoktur. İdealistler, davranışı anlamak için derinlemesine mülakat ve veri toplar; nitel yöntemlerle analizler yaparlar. İdealistlerin bu görüşleri eleştirilmiştir. Nesnel gerçekliği inkâr edip sadece düşünceye yüklediği anlam sonucu gerçeklik önemsizleştirilmiştir.
Pragmatizm
Bu felsefi görüşe göre bir bilginin değeri onun fayda sağlamasıyla ölçülür. Yaşamın içerisinde bilgi; birey ve toplumun yararına fayda sağladığı müddetçe doğru kabul edilmelidir. Bu yüzden tek başına rasyonellik aranmamalıdır. Düşüncenin gerçekliğe ulaşma fikrini reddeden pragmatistler, bunun yerine düşünce sayesinde olayları çözerek pratik değerler inşa edilmesi gerektiğini belirtir. Birey ve toplumu anlayabilmek için bilgiden ziyade davranışlar, bireysel ve toplumsal tecrübelerin anlaşılması önemlidir. Örneğin toplumda var olan bir inancı anlamlandırmak istiyorsak, onun faydacılık yönünün ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Coğrafyanın bireysel ve toplumsal olayları anlamasında yeni bir görüş getiren pragmatizm, bazı coğrafyacılar arasında benimsenmiştir. Nitel yönteme ağırlık vererek olayların arkasında yatan faydacı ilişkilere odaklanırlar.
Fenomenoloji
İlk ortaya çıktığında diğer paradigmalar içerisinde en yoğun eleştirileri pozitivistlere bu paradigma getirmiştir. Özellikle pozitivistlerin iddia ettikleri mutlak objektiflik görüşünü sert eleştiriler getirerek reddetmişlerdir. Fenomenoloji ye göre insan, karmaşık ilişkiler ağı gibidir. İnsanın sübjektif dünyası vardır. Öyleyse bu dünyayı algılamak için sayılara indirgememiz yanlış olacaktır. Pozitivistler insanın sübjektif dünyasını bilimsel olmadığı için incelememiştir. Fenomenoloji ise bu alana yoğunlaşır. İnsanın tüm değerleri sadece maddesel anlamda olmamaktadır. İnsanın metafiziğe yüklediği anlam önemsenmelidir. İnsanın tüm olguları duyularla ölçülemeyeceği için bunun tüm yönleriyle incelenmesi gerekir. Fenomenoloji sadece kişinin iç dünyasına yoğunlaşmaz; kültürler, inançlar, kişisel özellikler ve toplumsal özellikleri, mekânı önemseyerek incelerler. Çünkü tüm bu olay ve olgularımız mekânın içerisinde oluşur. Nitel yönteme ağırlık veren fenomenoloji, karmaşık ilişkiler dünyasının ancak bu şekilde açıklanacağını savunur.
Realizm
Realizme göre gerçeklik, insan bilgisinden ve düşüncelerinden bağımsız olarak vardır. Diğer bir deyişle insan olsa da olmasa da bu gerçeklik insanın varlığından bağımsızdır. Örneğin; Dünyanın iç ve dış çekirdeği vardır. Eğer bizler kendi inançlarımıza göre yok desek de bu gerçeklik değişmez. Çünkü bizim bilgilerimiz ve inançlarımız dışında bir durumdur. Realizm coğrafyaya farklı araştırma yöntemleri kazandırmıştır. Özellikle Marksizm’in ekonomiyi ön plana çıkarması, determinizmin ise belirlenimciliğine yüklediği anlamı kabul etmez. Bu sebeple realist coğrafya, başrolü insana ve topluma verir. Hem birey hem de toplumun anlaşılmasını öngörür. Fenomenolojinin bireyi, Marksizm’in ise toplumu ön plana çıkarmasına karşılık bu görüş, her ikisini de ön plana koyar. Realist coğrafyanın araştırma yöntemleri hem nicel hem de nitel veriler kullanması ve derinlemesine analiz yapmasıdır. Örneğin; göç sorununu araştıran bir bilim insanı, önce nicel verilerle göçün yaygınlığını tespit eder. Nitel verilerle ise göçün sebeplerini anlamaya çalışır.
Feminist Coğrafya
Bilgiyi, özelde ise coğrafi bilgiyi üretenler kimlerdir? Feministlere göre üretilen bilgi erkek egemendir. Bilimde ve toplumda var olan bilgi, beyaz erkek hakimiyetinde olmuştur. Örneğin medyada sıklıkla karşılaştığımız 'bilim adamı' söylemini feministler seksist (cinsiyetçi) bulmaktadır. Bunun yerine bilim insanı söylemi daha eşitlikçi kabul edilir. Bu yüzden erkek egemen oluşturulan bu yapıların evrensel olmayacağını ifade etmektedirler. Feminizm, 1960’lı yıllarda başlayan kadın hareketleri sebebiyle coğrafya biliminin ilgi alanına girer. Coğrafyanın gündemine kadın sorunları, cinsiyet farklılıkları, eşcinsellik ve sembolik şiddeti taşıyarak bunların bilimsel bir şekilde incelenmesinin önünü açmıştır. Feminizme göre mekânın oluşturulması daha çok erkek egemen olduğu için, mekân ayrımcılıklarla doludur. Coğrafyada yapılan arazi çalışmaları bile erkek egemendir. Çünkü arazi şartları daha çok erkeğe uygundur. Oysaki kadın zayıf ve arazi şartlarına uygun olmadığı için hep geri planda kalmıştır. Feminizmde, Marksizm gibi sorunları tanımlamakla kalmayıp değiştirmeyi amaçlar. Feminist coğrafyacılar, araştırmalarında dışlanmışların yaşadıkları sorunları gündeme getirmeye çalışır. Belirli bir araştırma yöntemleri olmayıp, kantitatif ve kalitatif yöntemlerde uygularlar.
Marksist Coğrafya
Pozitivist yöntemin toplumsal değişiklikleri, işçi sorunlarını, ezen-ezilen ilişkilerini açıklayamadığını öne sürmüştür. Marksizm’in amacı toplumda var olan sosyal adaletsizliği anlamanın da ötesinde onu değiştirmeyi amaçlar. Olayları sadece tanımlamak yetmez, değiştirmekte gerekir felsefesini benimser. Marksist coğrafya, mekânı ekonomik temele dayalı olarak ele alır. Mekân sürekli değişen, sosyal ilişkiler ve inşalar ağıdır. Marksist coğrafya birçok sosyal sorunları coğrafya biliminin gündemine taşımıştır. İşçi sorunları, ırkçılık, çevresel sorunlar ve kapitalizm bunların başlıcalarıdır. Tüm bunlarla birlikte kapitalizmin çevreye verdiği zararlarda ilgi alanlarına girer. Marksizm’e getirilen en önemli eleştirilerden bir tanesi, çevresel determinizmin çevreye yüklediği deterministik bakış açısını, Marksistlerin ekonomiye yüklemesiydi. Coğrafyacılar arasında önemli taraftar bulan bu paradigma, varlığını önemli bir şekilde sürdürmektedir. Marksizm, coğrafya bilimine önemli kazanımlar yapmış olmakla birlikte coğrafyada, mekânın önemini Marksizm’in gündemine taşıyarak yeni bir bakış açısı sunmuştur.
Postmodernizm
Modernizme karşı olarak ortaya çıkmıştır. Postmodernistler her şeye şüpheyle yaklaşırlar. Yukarıda sıralanan paradigmaların hiçbirisi insanı tanımlamak için yeterli değildir. Çünkü hepsi yaşamın farklı yönlerini öne çıkarıyor ve indirgemeci yaklaşıyor. Onlara göre bilim insanının mutlak objektifliği sadece söylemden ibarettir. Çünkü bir bilim insanı yaşadığı çağın gereklilikleri olan siyaset, kültür, ekonomi vd. olaylardan bağımsız değildir. Bu yaklaşıma göre tek doğru ve tek yaklaşım yoktur. Doğrular ve yaklaşımlar vardır. Postmodernizm, “her şeye karşı” gibi algılansa da büyük etkiler bırakmıştır. Postmodernizmde belirlenen bir araştırma yöntemi yoktur. Bilim insanı birçok araştırma yöntemini kullanabilir. Önemli olan olaylara hep eleştirel yaklaşmak kesin doğrulardan ve yargılardan uzak durmaktır. Postmodernistlerin bilgi ve güç ilişkisine getirdiği yeni yaklaşımlar oldukça önemsenmiştir. Onların önemsediği bilgi ve güç ilişkilerini anlamaktır. Bu sayede bunlar anlaşılırsa olayları daha iyi kavrayabilir ve açıklayabiliriz görüşünü savunur.
Yukarıda açıklanan paradigmalar, coğrafyanın sosyal tarafını görünür kılmış ve birçok sorunu coğrafyanın gündemine taşımıştır. Elbette yukarıda anlatılan paradigmalara çok kısa değinilmiş olup, bu paradigmalar burada anlatılanlardan çok daha detaylı ve mekânda var olan sorunlara çoklu perspektiften bakma açısını kazandırmıştır. İlhan Kaya'nın "Coğrafi Düşüncenin Değişimi ve Paradigmalar" adlı yazısını buradan okuyarak çok daha detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz. Bu yazıda tüm paradigmalardan bahsedilmemiş olup, sadece öne çıkanlar yazılmıştır. Coğrafya için artık vazgeçilmez olan ‘mekân’ ve onun anlaşılması deterministik ve tasvirci görüşleri eleştirmesiyle mümkün olmuştur. Artık coğrafyada tartışılan durum, mekânın ne olduğu? Nasıl anlaşılması gerektiğidir. Tüm bunlarla birlikte, insan- mekân ilişkisinin ne olduğu yaklaşımı adeta coğrafyanın merkezindedir. Yukarıda anlatılan paradigmaların var olan iki özelliği; hepsinin kantitatif coğrafyayı mekanistik ve olayları anlamada yetersiz bularak eleştirmesi, mekân-insan gibi karmaşık iki olguyu derinlemesine araştırma perspektifini getirmesidir. Elbette her bir paradigma bir başka paradigmayı eleştirmiştir. Ancak bu eleştiriler, başka paradigmaların ortaya çıkmasıyla coğrafya biliminin araştırma yöntemlerini genişletmiştir.
Mekan Nedir?
Yazımızda mekân vurgusunu sık bir şekilde tekrarladık: Mekân nedir? Sorusuna birbirinden farklı cevaplar gelebilir. Çünkü geçmişte mekânın tanımlanması ile günümüz mekân anlayışı da büyük ölçüde değişmiştir. Mekân anlayışı hala tartışmalı ve karmaşık örüntüler içerse de geçmişte olduğu gibi mutlak mekân ve insandan bağımsız hareket eden bir olgu olmadığı kabul edilir. Orta çağda mekân; genişlik, yükseklik ve derinliği olan, koordinat sistemiyle hesaplanan mutlak mekân anlayışı hakimdi. Mekân geometriye indirgenerek açıklanmaya çalışılıyor ve sosyal olgular bunun dışında tutuluyordu. Diğer bir ifadeyle mekân hesaplanabilen kontrol edilen kendi başına bağımsız bir alandı. Oysaki mekânın sayılara indirgenmeyecek kadar karmaşık sosyal olaylarla oluştuğu gerçeği günümüz coğrafi mekân anlayışında hâkim etkendir. Mekân; nesnelerle, ilişkilerle, doludur. İnsan mekândan bağımsız ele alınamadığı gibi insanın var olan sosyal ilişkileri de mekânın içerisinde cereyan eden sübjektif ilişkilerle doludur. Kadının mekandaki yeri, iş gücünün mekânsal ayrımı, gettolaşma, göç sorunları, dezavantajlı gruplar, kamusal alan gibi konular, insan- mekân bağlamsallığı üzerinde karmaşık örüntüler dikkate alarak, paradigmalar tarafından ele alınmaktır. Mekân Statik değil, dinamik bir görüngüdür. Sürekli değişim olmaktadır. İnsanın bu değişimdeki rolü yadsınamaz derecede önemlidir. Mekân ile ilgili bir makale olan İlhan Kaya’nın “Coğrafi Düşüncede Mekân Tartışmaları” adlı yazısını buradan okuyarak daha detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz. Mekân konusun Türkiye coğrafyasında fazla bir şekilde ele alınmaması da düşündürücü bir olaydır. Mekân ile ilgili mimarlık, kamu yönetimi, felsefe, şehir ve bölge planlama, peyzaj, çevre bilimi gibi disiplinlerin çalışmaları ön planda olurken coğrafya biliminin daha fazla ve karmaşık olan mekânı çalışması gereklilik değil zorunluluktur. Burada belirtilen husus coğrafyada mekân çalışması olmadığı değil az olduğu eleştirisidir.
Buradan ve buradan mekan konusu ile ilgili yazımızı okuyabilirsiniz.
Sonuç
Bir bilimin doğal olarak evrensel özellikler taşıması gerektiği kabul edilir. Ancak dünyanın tüm ülkelerinde bu duruma rastlamayabiliriz. Örneğin Amerikan coğrafyasında peyzaj (landscape) görüşü etkili olmuş diğer batı ülkelerinde bu durum etkili olmamıştır. Bu yerellik Türkiye içinde geçerlidir. Anglosakson ülkelerinden gelişen birçok paradigma ortaya çıkmış fakat Türkiye’de çevresel determinizm ve bölgeselcilik etkisini sürdürmüştür. Yerellik olarak ifade edilen bu durum ve bu gelenekten vazgeçmeme, Türkiye coğrafyasının sosyal bilimlerde yaşanan gelişmeleri kaçırdığını göstermektedir. Erdem Bekaroğlu “Modern dünya-sisteminin bilgi yapıları bağlamında coğrafya disiplini için bir dışsal tarih okuması” adlı çalışmasında şu ifadeleri dikkate değerdir.
“1980 sonrasında, 1968 dünya devriminin sosyal bilimlere kazandırdığı yeni araştırma temalarıyla ilgilenmekten ısrarla kaçınmış; kendi pratiğini büyük oranda sentezci bölgesel yaklaşıma sabitleyerek gitgide zenginleşmekte olan sosyal bilimlerden kendisini soyutlamıştır”
Ayrıca tek kültürcü yaklaşımının getirdiği uzmanlaşmayı da kaçırmış olan ülkemiz coğrafyası, sadece ortaöğretim kitaplarında verilen yüzeysel bilgi haline getirilmiştir. Diğer üzücü olarak nitelenecek durum ise 1980’li yıllardan sonra artık yok olmuş bölgeselciliğin coğrafya ders kitaplarında halen önemli bir yer kaplamasıdır. İnsanları sınıflara ayırmak, farklı kültürler arasında sınırlar çizmek artık anlamsızlaşmıştır. Örneğin; bir ülke bölgelere ayrılırken fiziki coğrafya özellikleri dikkate alınarak çizilen sınırlara herhangi bir itiraz yoktur. Bu durumun amacı işleri daha da kolaylaştırma olarak bakılabilir. Ancak küreselleşmenin dünyamızda egemenliği ve şehirlerin yaygınlaşması sınır çizmeyi imkansızlaştırmaktadır. İstanbul gibi farklı etnik grupların iç içe yaşadığı bir şehirde hangi duruma göre bir sınır çizebiliriz? Hatta bir sokakta dahi farklı etnik kimlikler ortaya çıkmaktayken sınırları çizmek yerine artık coğrafya sınırlarını genişletmek istiyor.
Ülkemizde coğrafya batıyı takip ederek bu gelişimleri yakalaması öncül bir zorunluluk haline gelmiştir. Ayrıca Batı'nın deyimiyle '3. dünya ülkeleri’ denilen coğrafyalar da takip edilmelidir. Coğrafya sadece batıdan ibaret olmadığı gibi batılıların sömürgeleştirdiği yerlerde coğrafya nasıl bir bilim olarak varlığını sürdürdüğü, geçmişin kanlı tarihine karşılık coğrafyanın görevi olmalıdır.
Bilim sürekli ilerlemektedir. Bu ilerleme yanlışlanarak olduğu gibi üst üste de olabilmektedir. Coğrafyanın çağın gerektirdiği bir biçimde sosyal olguların ağır gözükmesi fiziki coğrafyanın daha az önemli olduğu gibi bir bakış açısı sunmamalıdır.
Kültürel evrimimiz biyolojik evrimimize oranla daha hızlı ilerlemektedir. Oysaki biyolojik evrimdeki olaylar milyonlarca yıllık uzun sürelere tekabül etse de kültürel evrim, 15.000 sene gibi jeolojik zaman açısında çok fazla kısa ve olağan hızıyla değişim gösterir. Bu zaman zarfının son 250 senesi çok daha karmaşık ve insan baskınlığının ortaya çıktığı bir dönemdir. Öyle ki son 50 senede dünyada üretilen bilgi, tüm zamanlarda üretilenden daha fazla olmaktadır. Çevreye verdiğimiz zararlardan, var olan savaşlara ve yapılan bilimden teknolojik gelişmelere kadar hepsini yapanın sosyal bir varlık olan insan olduğu düşünüldüğünde, insanı anlamlandırmak, sosyal bilimlere çok yeni bakış açıları kazandırdığı aşikardır. 70’li yılların atmosferinde yaşanan gelişmeleri ve insan tanımlama sorunlarını, Ali Şeriati bir doğulu bakış açısıyla şu şekilde aktarmaktadır.
İnsan yaşamının en büyük sorunu bizzat ‘insan’ sorunudur. Hayat ne ölçüde aydınlanırsa aydınlansın, yeryüzünün güçlükleri ne ölçüde kolaylaşırsa kolaylaşsın, insan ne denli dünyaya egemen olursa olsun, sorunlar ne denli çözülürse çözülsün, bu ölçüde de ‘insan’ sorunu belirsizleşmekte ve giderek trajik boyutlara varmaktadır. Bilim sayesinde her gün eskisine oranla daha çok sorunun cevabı verilebilmektedir. Gelgelelim ‘insan nedir’ sorusu da daha güncel olmakta ve gitgide sorunlaşmaktadır. Nitekim bu bunalıma Batı’da bizden daha büyük boyutlarda ve bizden daha erken varıldığını görüyoruz. Orada ‘insanın kim olduğunu bilmiyorum!’ trajedisi bizden daha fazla sezilmektedir. Çağdaş insan için temel sorun insanın kendisidir. Nedir insan? İnsanın bilinçli, doğru ve mantıksal bir tanımına ulaşmadıkça hiçbir sorun çözülemez.
Ali Şeriati’nin Fransa’da kaldığı süre zarfında bu yaşanan sorunları açıklamaya çalışması dikkate değerdir. Şeriati’nin konferansı daha sonra İnsanın Dört Zindanı adlı kitaba çevrilerek okuyucuya sunulmuştur. Buradan bakabilirsiniz. Bu sebeple sadece Batı dünyası değil Doğu dünyası da incelenmeli; bu ‘öteki dünyalarda’ yaşanan gelişmeleri takip etmek, daha iyi bir bakış açısı için zorunluluk halini almaktadır.
Coğrafyanın geçmişi kirlidir. Coğrafya geçmişte ezenin yanında ezilenin karşısında olmuştur. Artık coğrafya ezen değil ezilenin yanındaki baskınlığı daha görünürdür. Sosyal bilimlerin geçmişine baktığımızda ezilenin yanında olduğu gerçeğini görürsek, coğrafyanın artık bu sorunlardan kendisini soyutlayıp, insana mekanistik bir açısıyla yaklaşması düşünülemez. Eleştirel ve sosyal teoriden yararlanan coğrafya, insanın yaşadığı sorunları anlamak istiyor. Feminist coğrafyanın kadın sorunları olmak üzere Marksist coğrafyanın ezen ve ezilen arasındaki ilişkileri ele alması gerçeği, aynı zamanda coğrafyanın feminizm ve Marksizm’e yaptığı katkıyı da güçlendirmektedir. Coğrafyanın içerisindeki her paradigmaların olayları tanımlayıp onları değiştirme gibi bir amacı bulunmaz. Ancak feminist ve Marksist coğrafya bu amacı kendisine misyon edinmiştir.
Coğrafyanın kesin olarak bilimsel sınırları çizilemeyeceği gibi bu tüm bilim dalları için geçerlidir. Bu sebeple bir disiplin içerisinde yapılan çalışmaların disiplinin sınırları içinde ne kadar kaldığından ziyade var olan bilime ne kattığı gerçeği daha elzemdir. Disiplinlerarası ve disiplinlerötesi kavramları günümüz bilim dünyasında yaygınlık kazanmaya başlamış ve sınırları aşma çabası gütmüştür. Örneğin sosyoloji ile biyolojinin birlikte çalışması var olan görüngüleri tanımlamada büyük avantajlar sağlamaktadır. Elbette her bilim dalı birbiriyle çalışmalıdır gibi bir bakış açısı sunulmasa da dünyanın tüm fiziki ve beşerî olgularının karmaşıklığı ve bağlamsallık gerçeği, eski bilimsel bakışa göre daha farklı çözümler getirmiştir. Birçok bilim dallarının ilişkiselliği günümüzde giderek güçlendiği gerçeği göz önünde bulunmaktadır. Geniş bir perspektif sunan coğrafya bilimi ise insan-mekân perspektifinde geleceğimiz açısından çok büyük önem taşır. Artık günümüzde coğrafyaya, geçmişten daha fazla ihtiyacımız olduğu gerçeği yadsınamaz. Coğrafya biliminin diğer bilim dallarından olaylara daha geniş örüntülerden baktığı için, coğrafyacıların bu sorumluluklarının bilincinde olması mecburidir.
2000’li yıllarda yurt dışına eğitim almaya giden coğrafyacılar, ülkeye dönerek coğrafyada yaşanan bu gelişmeleri akademide daha sık dillendirmeye başlamıştır. İnternet'in getirdiği kolaylıklar sayesinde coğrafyacıların yurtdışında gelişmeleri ve yazılan makaleleri de takip etmesi kolaylaşmıştır. Coğrafyacılar tarafından dile getirilen yurtdışındaki gelişmeler ve bunun üzerine makalelerin yazılması; bu çalışmaların daha fazla coğrafyacılar arasında benimsenmesi sonucu değişim için coğrafyanın altyapısı hazır hale getirmektedir. Türkiye coğrafyasının içerisinde başlayan tartışmalar henüz çok yoğun olmasa da gelinen noktanın önemli olduğu düşünülmelidir. Var olan coğrafyanın dünyada, özelde ise Türkiye’de yaşanan sorunlara bu şekilde bir çözüm getiremeyeceği; batıda yaşanılan geçmiş tecrübeler çerçevesinde görülebilmektedir. Batıdaki coğrafyanın bu durumu daha erken tespit edip dönüşümü gerçekleştirme ve bunun ülkemizde geç kalınması bir kayıp olarak görülse de asıl kayıp olarak görülmesi gereken durum, dönüşüm için daha yoğun olarak bu durumun dillendirilmemesidir.
Teşekkür: Bu yazının ana omurgası, sayın Doç. Dr. Münür Bilgili'ye aittir. Bu sebeple kendisine yardımlarından dolayı içtenlikle teşekkür ederiz.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 9
- 3
- 3
- 3
- 2
- 2
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- M. Bilgili. (2017). Coğrafyanın Bilimsel Kimliğine Postyapısalcı Bir Yaklaşım. Marmara Coğrafya Dergisi, sf: 101-109. | Arşiv Bağlantısı
- İ. Kayan. Coğrafi Düşüncenin Değişimi Ve Paradigmalar. (21 Kasım 2014). Alındığı Tarih: 3 Eylül 2019. Alındığı Yer: Academıa | Arşiv Bağlantısı
- E. Bekaroğlu. Modern Dünya-Sisteminin Bilgi Yapıları Bağlamında Coğrafya Disiplini Için Bir Dışsal Tarih Okuması. (21 Kasım 2014). Alındığı Tarih: 4 Eylül 2019. Alındığı Yer: Academıa | Arşiv Bağlantısı
- İ. Kayan. (2014). Coğrafi Düşüncede Mekân Tartışmaları. Düşünme Dergisi, sf: 1-13. | Arşiv Bağlantısı
- A. M. C. Şengör. (2019). Bir Coğrafyacı Olabilmek: Türkiye'nin Tek Gerçek Coğrafyacısı Sırrı Erinç. Geoced, sf: 1-6. | Arşiv Bağlantısı
- İ. Tekeli. Türkiye’de Coğrafyacıların Çok Paradigmalı Bir Coğrafya Dünyasında Yaşamayı Öğrenmesi Gerekiyor. (5 Eylül 2019). Alındığı Tarih: 5 Eylül 2019. Alındığı Yer: Ankara Üniversitesi | Arşiv Bağlantısı
- A. Özkaya. (2019). İbn Haldun Ve Ali Şeriati'ye Göre Çevresel Determinizm. Geoced, sf: 5-10. | Arşiv Bağlantısı
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 14:45:55 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/7978
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.