Aslında ölüm en yalın tanımıyla enerji kullanarak entropi artışına karşı koyamayacak noktaya gelmek demek. Bu tanım yalın olsa da bazı teknik terimler içeriyor; fakat işin özü gerçekten de bu: Bizler, etraftan aldığımız "besin" adını verdiğimiz kimyasal ve düzenli enerji paketlerini vücudumuza alarak parçalıyoruz; yani entropilerini (düzensizliklerini) arttırıyoruz. Bu sırada açığa çıkan enerjiyi kullanarak, kendi entropimizin (düzensizliğimizin) artışına karşı koyuyoruz. Yani vücudumuz açık bir sistem olduğu için, enerji sarfiyatı yoluyla ikinci yasaya direnebiliyoruz. Ancak bu süreçte parçalarımız yaşlanıyor, çünkü durmaksızın bölünmek, yenilenmek, parçaların değişmesi, vb. nedenlerle en nihayetinde fiziksel olan bu yapılar bozunmaya başlıyor. Düşünsenize, en yüce dağlar bile milyonlarca yılda aşınıp ufacık tozlara dönüşüyor; çok daha dirençsiz olan biyolojik yapıların buna uzun süre katlanması pek kolay değil. Dolayısıyla nihayetinde biz de "ufalanıyoruz". Buna "ölüm" diyoruz.
Tabii ki bu süreci birçok farklı açıdan değerlendirmek mümkün. Genetikte telomer kısalması, tıpta kalp veya beyin durması gibi farklı şekillerde bu süreci tanımlamak mümkün. Ama en özünde olan yukarıda anlattığım gibi.
Etrafımızdaki atomların bir araya gelmesi sonucu karmaşık sistemler (mesela gezegenler, yıldızlar, insanlar, galaksiler, dağlar) oluşuyor; ancak hiçbiri sonsuza kadar aynı konfigürasyonda kalamıyor. Dolayısıyla bir yerde parçalanıyorlar ve bu onların "ölümü" oluyor. Galaksiler de ölüyor, dağlar da, yıldızlar da, gezegenler de, insanlar da...
Bu açıdan bakıldığında ölüm doğum kadar sıradan bir şey. Var oluşun kaçınılmaz bir parçası.