Buhran dönemi (2. Emperyalist paylaşım savaşı) Aydını’nın açmazı ve arayışı…
20. yüzyılın başlarında, faşizmin kitleselleştiği Avrupa coğrafyasında (İtalya-Almanya) , kitlelerin, Avrupa’nın bütün o muazzam ve bedeli fazlasıyla ödenmiş (“karanlık” ortaçağ boyunca) aydınlanmasına rağmen nasıl sürü psikolojisi ile ortaçağ karanlığını aratacak bir şekilde davranabildiğini görmek, o dönem Avrupa aydınını varlık ve hiçlik ikilemine soktu. Çıkış bireyde bulundu.
Temel savunu şuydu: Bir varlık olarak insan, kendiliğinden varlık değil de kendisi için varlık olabilseydi, varlığının farkına varabilseydi, varlığının hiç bir şeye ve hiç bir kimseye tabi olmadığının, dolayısıyla varlığının bilincinde olanın sürüden ayrılmayı göze alabileceğinin de farkına varacaktı ve bunca acı çekilmeyecekti. Çünkü geç gelen aydınlanmanın (Rönesans, Reform) diyeti önceden (ortaçağ karanlığı ile ) fazlasıyla ödenmişti.
Bir kıtanın insanı, yüzyıllar boyunca fırtınalı bir okyanusu( Ortaçağ “karanlığını”) aşıp, o fırtınalı okyanusun dingin olması lazım gelen kıyısında (Aydınlanmanın göbeğinde-Rönesans, reform, akıl çağında) boğulabilir miydi? Ve fakat insan en karanlık zamanlarda bile umutsuz kalamazdı, kalmamalıydı, insanın varoluşuna bağlı özünü arayışı sürmeliydi.
Yoksa bu, dünden geleceğe mahsup ve ödenecek olan, anakaranın(Avrupa’nın), yoksul dünyanın sefaleti pahasına ve üzerinden yarattığı sebepsiz zenginliğin ve emek ile var edilmemiş göreli refahın bir diyeti miydi? "Müreffeh bir kıtanın özgür insanları olarak Bizler; ancak dünyanın en ücra köşesinde, kendi halinde yaşarken huzurunu bozduğumuz, dünyanın en mazlum insanı-insanları kadar özgür ve onurlu olabiliriz." dedirten.
İşte varoluşçuluk (egzistansiyalizm) , Avrupa anakarasında tırmanan, insanın birikiminin ve özünün inkarı olarak değerlendirilebilecek bir sürecin reddine yönelik olarak doğdu.
Varoluşçuluk var olmayı temel alır. Var oluş var olanın hiç bir şeye ve kimseye bağlı ve borçlu olmadığı gerekçesi ile, aidiyetlerimiz dahil bu (var olma) durumumuzu anlamsız kılacak, sanki bir şeye veya kimselere bir borcumuz varmış gibi bizlere bir şeyleri dayatacak, toplumsal varlık oluşumuz hasebiyle, “aklınızı kapının dışında bırakıp öyle içeri girin” diyecek her şeyin reddidir.
Bir tarafta inkar edilemeyecek netlikte kabul gören, bilimsel, zorunlu toplumsal varlık oluşumuz, öte tarafta bu toplumsallığın sanki tek bir bireymiş gibi ve sürü psikolojisi ile çoğuldan tekile evrilişi. Bu korkunçtu ve bir şeyler söylemek, yapmak gerekiyordu. Ne yardan (toplum) ne serden ( birey) ikircikli tutumu ile tamamlanmamış bir arayış.
Sonraları bu akımın, bireysel özgürlüklerin, tercihlerin kullanımını, insanın toplumsallığının reddine varacak denli bireyi kutsayan, bireyciliği önceleyen ve dolayısı ile bana neciliğe kadar savrulan, “her koyun kendi bacağından asılır, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, benden sonrası tufan” şeklinde de karikatürize edebileceğimiz bir olguya sebebiyet vermesi nedeni ile, bu felsefi akımın, arayışın iki ustasından biri olan Camus, kendisini varoluşçu olarak tanımlamaktan imtina edecektir.
Ancak her şeye rağmen hakkını teslim etmek lazım. Özellikle insanın kendiliğinden değil kendisi için birey olma vurgusu önemli bir vurguydu. Bu vurgu özellikle edebiyatta geniş yankı buldu. Bu alanda yazılan Camus'un Sisifos Söyleni ve Yabancı ile Sartre'nin Bulantı'sı alanında birer başyapıt.
Başta da vurguladığımız üzere bu akımın, sonraları toplumu tali kılacak denli bireyi kutsaması, yaratıcılarının tercihinden bağımsız olarak gelişmiş olsa da; varoluşun farkındalığına yaptığı vurgu günümüzde de güncelliğini korumaktadır.
Yüzyıl önce, sürü psikolojisinin ürünü olarak, demokrasinin dahi bir ihtiyaç olmayacağı bir toplumun inşası iddiasını taşıyanların ( Almanya-İngiltere) Avrupa anakarasından başlayıp tüm dünyaya yaydığı yıkım ve ölüm dalgası ve bunun figüranı olan kendiliğinden milyonlarca bireyin modern halini ne yazık ki bugün de gerek dünyamızda gerekse ülkemizde “örgütlü cehalet” adıyla ve daha tehlikeli bir biçimde gözlemlemekteyiz.
Vesile olan veciz söze gelirsek; “Varlığında, varlığın var olmasının söz konusu olduğu bir varlık olarak var olan bir varlığım.” sözünü kanımca, “Var olmayı biz seçmedik. Mademki varız ve bu varlığımız bir oluşun ürünü, bize düşen bunu kabullenip bilince çıkarmak. Fakat bundan da emin değiliz, kafamız karışık. Arayışımız sürüyor.” şeklinde de özetlemek mümkün. Ülkemizde edebiyat alanında bu akımın en önemli eserlerinden biri Oğuz Atay’ın, buhran dönemlerinde bunalan Aydın’ı anlattığı Tutunamayanlar eseridir. (Ayrıca bknz: Soren Aabye Kierkegaard)