Giordano Bruno Kimdir? Ne Yapmıştır? Kendi Ağzından Yaşam Öyküsü...
- İndir
- Dış Sitelerde Paylaş
Ocak ya da Şubat, tam olarak emin değilim... Ama Vezüv yanardağının kuzeydoğu yamacında bulunan küçük bir kasaba olan Nolano’da 1548 yılında doğduğumu biliyorum. Babam Giovanni Bruno profesyonel bir askermiş. Ben daha çok küçükken öldüğü için, hakkında annem Fraulissa Savolino’nun anlattıkları dışında pek bilgim yok. Adımı Filippo koymuşlar. 14 yaşındayken okumak için Napoli'ye gitmek üzere memleketim Nolano'dan ayrıldım. Napoli'deki San Dominik manastırında okurken Giordano adını aldığımda 17 yaşındaydım.
Eğitim hayatımın başlamasından itibaren, sürekli farklı şehirlerde dolaştım durdum. Elbette bunda uslanmaz karakterimin ve tutamadığım dilimin de payı vardır. Ancak sizlere biraz 16. Yüzyıl Avrupa’sını anlatırsam eminim ki bana hak vereceksiniz. Amerika kıtası keşfedileli yaklaşık 50 yıl olmuştu ve sömürgeciliğin başlamasıyla birlikte gelişen ticaret, zenginleşmeyi de beraberinde getiriyordu. Yeni zenginler sınıfının etkisiyle krallıklar ve hanedanlar arasında süregiden bir güç mücadelesi vardı. Bu kargaşada, Hristiyanlığın egemen kurumu Papalık da taraflardan biriydi. Soykırımlar, savaşlar ve dini çekişmelerin hüküm sürdüğü, paylaşılamayan bir dünya! Örneğin, Calvinizm tarikatının rahiplerinin yönetimi altındaki Genf kentinde, bu şehre “Tanrı’nın Cenneti” adını vermişlerdi, daha ben doğmamışken dinsel kurallara aykırı davrandıkları için 58 bilim insanı ölümle cezalandırılmıştı. Ve aralarında kan dolaşımının yapısını incelediği için mahkûm edilen Dr. Servetus’ta vardı.
Bütün bu olan biteni anlamak ve hem bilimsel hem de felsefi olarak yorumlamak için zekâmı doğru biçimde kullanmam, öğrendiklerimi kararlılıkla savunmam şarttı. Aptalların dünyasında ayakta kalmak başka türlü mümkün değildi. Ama işim hiç kolay olmayacaktı.
Napoli'de beşeri bilimler, mantık ve diyalektik derslerine katıldım. O sırada öğretmenlerimden birinin övgüyle anlattığı İbn Rüşd’ün felsefesinden oldukça etkilenmiştim. İspanya’da yaşayan ve Averroes adıyla ün salmış olan bu Müslüman filozof, Aristoteles'in eserlerinin yorumlanmasına dayanan bir felsefe ortaya koymuştu. Temel savunusu, akıl ve felsefenin ürettiklerinin çağlar boyunca inançtan ve iman üzerine kurulu bilgiden üstün olduğuydu.
Napoli'deki eğitimin sonunda Katolik rahip olarak atanmıştım. Ancak görüşlerim manastırdaki birçok kişi tarafından sapkınlık diye nitelendirildi. Mevcut Hristiyanlık anlayışı beni sefil ve aptalca bir aldatmacadan ibaret sisteminin kölesi yapmaya çalışıyordu. Ruhumu bu zincirlerden kurtarmaya uğraşıyordum.
Zıt görüşleri daha derinlemesine incelemeden bana öğretilenleri asla kabul etmiyordum. Aziz Dominik manastırında epey zengin bir kütüphane vardı ama birçok kitap yasaklı listesindeydi. Gizlice edindiğim kitapları okudukça, manastırdaki sözde din alimlerinin sahtekâr, yalancı ve yozlaşmış kişiler olduğuna dair düşüncelerim netleşiyordu. Kitapları odamda saklıyordum. Yatağımın veya döşeme tahtalarının altına not defterlerimi gizliyordum. Cahillik, erdemlilik taslama ve softa beyinleriyle alay ettiğim “Kandil” adlı şiirimle, “Nuh’un Gemisi” adını verdiğim diyalogları burada yazmıştım. Okusalardı, öfkeden deliye dönerlerdi eminim.
Dominikan tarikatı papazları, katı dinciydiler ve kendilerini “zındıkların amansız düşmanları” olarak tanımlıyorlardı. Ne saçma! Bilgiyi aramak yerine engizisyon kurup kâfir bulmaya çabalamak! Bayraklarında ağzında ateş tutan bir köpek resmedilmişti. Tanrı’nın sadık köpekleri… Din bilgisi iyi olan papazlarla İsa Mesih’in, Tanrı değil, sadece ilahi bir insan olduğu üzerine tartışınca beni sapkınlıktan yargılamaya başladılar. Üstelik İsa heykelciğini odamdaki duvarda tutmak yerine, cebimde taşıdığımı öğrendiklerinde manastırla ilişkilerim iyice bozulmuştu. Böylece 1576’da, birçok kent ve ülkede barınacak yer arayacağım maceralı hayatım başladı.
Teoloji eğitimi sırasında Yunanca, İspanyolca ve Latince öğrenmiştim. Herkesin hayret ettiği bir belleğim vardı. Evet, biraz aksi ve inatçı davranıyor olabilirim, hatta beni seven ve destekleyenlerle bile tartıştığım oluyordu ama bilgisizliğe dayanamıyordum. Aforoz edilip papaz giysimi çıkarttıktan sonraki yıllarda, önce İtalya'da sonra da Fransa, İsviçre, İngiltere, Almanya ve Bohemya'da, bir kasaba veya şehirden diğerine taşındım durdum. Dil dersleri vererek geçim sağladım ve birçok çeviri yaparak yayınladım.
1579'da özgür düşünürlere çalışma ve tartışma ortamı sağlayacakları umuduyla Calvinist kilisenin kontrolündeki Tanrının Cenneti olarak adlandırılan, Genf, yani yeni adıyla Cenevre kentine gittim. Ancak kısa sürede yanıldığımı anladım. Din anlayışından Roma’ya göre farklılıklar olsa da tutuculuk aynıydı. Çevremde papazlar yerine sanki din tüccarları vardı. Erdem kabul edilen değerler dinin buyduğu gibi değil, karşılıklı çıkarlar gözetilerek oluşturulmuştu. Kim zenginse o en dindar ve kutsal olandı. Yani ikiyüzlülük konusunda Roma ile yarışırlardı. Sokaklarda özel görevli gözcüler dolaşıyor ve kim yanlış yola saparsa ya da ayine katılmazsa “nazikçe” doğruya davet ediliyordu. Katlanılacak gibi değildi.
Üniversitede yapılan bir konferansta, az önce size bahsettiğim, insan vücudundaki kan dolaşımının nasıl olduğunu tespit eden çalışmalar yapan, Dr. Miguel Servetus’un çok vahşice diri diri yakılarak öldürülmesini eleştirdiğim için, unvanı güya profesör olan adamlarla şiddetli tartışmalar yaşadım. Neymiş efendim? Kutsal olan insanın bedeni nasıl kesilip biçilirmiş! Konferans sonunda tutuklandım ve bir hafta hapiste kaldım. Çıktığımda, dava devam ediyordu ve Fransa’nın Toulose kentine kaçmak zorunda kaldım.
Burada Kopernik sistemi üzerine konferanslar verdim ve Aristotales felsefesini eleştiren sunumlar yaptım. Görüşlerim merak uyandırıyor ve ilgi görüyordu. Ortaçağ Avrupası’ında Katolik, Protestan veya Calvinist kiliselerin himayesine girmeden, bir kral ya da feodal soylu zenginlerin korumasında olmadan üniversitede ders vermeniz veya görüşlerinizi yaygın biçimde duyurabilmeniz mümkün değildi. Ayrıca okumak istediğim kitaplara ulaşmak sıradan insanlar için imkansızdı.
Evrim Ağacı'nın çalışmalarına Kreosus, Patreon veya YouTube üzerinden maddi destekte bulunarak hem Türkiye'de bilim anlatıcılığının gelişmesine katkı sağlayabilirsiniz, hem de site ve uygulamamızı reklamsız olarak deneyimleyebilirsiniz. Reklamsız deneyim, sitemizin/uygulamamızın çeşitli kısımlarda gösterilen Google reklamlarını ve destek çağrılarını görmediğiniz, %100 reklamsız ve çok daha temiz bir site deneyimi sunmaktadır.
KreosusKreosus'ta her 10₺'lik destek, 1 aylık reklamsız deneyime karşılık geliyor. Bu sayede, tek seferlik destekçilerimiz de, aylık destekçilerimiz de toplam destekleriyle doğru orantılı bir süre boyunca reklamsız deneyim elde edebiliyorlar.
Kreosus destekçilerimizin reklamsız deneyimi, destek olmaya başladıkları anda devreye girmektedir ve ek bir işleme gerek yoktur.
PatreonPatreon destekçilerimiz, destek miktarından bağımsız olarak, Evrim Ağacı'na destek oldukları süre boyunca reklamsız deneyime erişmeyi sürdürebiliyorlar.
Patreon destekçilerimizin Patreon ile ilişkili e-posta hesapları, Evrim Ağacı'ndaki üyelik e-postaları ile birebir aynı olmalıdır. Patreon destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi 24 saat alabilmektedir.
YouTubeYouTube destekçilerimizin hepsi otomatik olarak reklamsız deneyime şimdilik erişemiyorlar ve şu anda, YouTube üzerinden her destek seviyesine reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. YouTube Destek Sistemi üzerinde sunulan farklı seviyelerin açıklamalarını okuyarak, hangi ayrıcalıklara erişebileceğinizi öğrenebilirsiniz.
Eğer seçtiğiniz seviye reklamsız deneyim ayrıcalığı sunuyorsa, destek olduktan sonra YouTube tarafından gösterilecek olan bağlantıdaki formu doldurarak reklamsız deneyime erişebilirsiniz. YouTube destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi, formu doldurduktan sonra 24-72 saat alabilmektedir.
Diğer PlatformlarBu 3 platform haricinde destek olan destekçilerimize ne yazık ki reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. Destekleriniz sayesinde sistemlerimizi geliştirmeyi sürdürüyoruz ve umuyoruz bu ayrıcalıkları zamanla genişletebileceğiz.
Giriş yapmayı unutmayın!Reklamsız deneyim için, maddi desteğiniz ile ilişkilendirilmiş olan Evrim Ağacı hesabınıza üye girişi yapmanız gerekmektedir. Giriş yapmadığınız takdirde reklamları görmeye devam edeceksinizdir.
Tekrar Katolik kilisesine kabul edilmek için şansımı denedim ama reddedildim. Kentte Fransız Protestanları olan Hugenotlar’a yönelik sürekli saldırılar ve katliamlar oluyordu. Hugenot ailelerin evleri “H” harfiyle işaretleniyordu. Benim de Katolik karşıtı ve Protestanlardan yana olduğum dedikodusu dolaşmaya başlayınca, bir suikastte uğramamak için bir süre saklanıp, yine şehir değiştirmek zorunda kaldım. Lyon'a gittim ve burada uzmanlaştığım bir konu olan hatırlama sanatı üzerine Clavis Magna'yı yazdım. Bellek sanatı ve hafıza teknikleri konusunda öylesine geliştirmiştim ki kendimi, 1581'de Paris Üniversitesine felsefe öğretim üyesi olmak için davet edildim.
Paris, görüşlerimin ilgiyle dinlendiği bir şehir idi. Ciddi bir sorun olarak görülmüyordum. Hatta, 1582'de beni kraliyet okutmanı olarak atayan Fransız Kralı III. Henry'nin hakkını teslim etmem lazım. Bana profesör unvanı bile verdi. Bu fırsattan yararlanarak, saray bilgini olabilir, unvan ve ödüller alabilirdim.
Ama böylesi hiç bana uygun değildi. Bilimin şövalyesi olarak kalmak ve cahillerle kıyasıya savaşmaktan geri duramazdım. Burada Aziz Thomas düşüncesine ve dinin baskı aracı olarak kullanılmasına karşı 30 maddelik bir eleştiri yazdım. Eleştirilerim doğru düzgün tartışılmadı bile. Bu kez sorun, kilise ayinlerine katılmamamdı. Bazı öğretim üyeleri tarafından ihbar edildim. İşler iyice karışmaya başlamıştı.
Ertesi yıl Oxford Üniversitesi’nden davet aldım. Sanırım 1583 yazıydı. Kopernik'in sabit Güneş'in etrafında dönen dünya teorisi üzerine bir dizi konferansa katıldım. Öğrenciler tarafından epeyce eleştiri almama rağmen, inatla doğru bildiklerimi savundum. Gerçi öğretim görevlilerinden birçoğu fikirlerimi düşmanca karşılamamıştı ama nasıl olduysa onlarla da ters düşmeyi becerdim. Sanırım heyecanlandığımda ve aptalca savunulan fikirler karşısında biraz acımasız oluyorum. Bu alaycı tarzı, kitaplarımda da esirgemeden kullanıyorum.
Dünya ve insanlar hakkında bilmediğimiz çok şey vardı. Genç beyinler sürekli korkularla donatılıyordu ve korkuları yenmenin bir yolu da onlarla alay etmekti. Ellerini göklere açıp dua ediyorlar ama baktıkları göğü görmüyorlardı. Aristotelesçi evren anlayışı, “Dünya dönmüyor ve evrenin merkezinde sabit duruyor” diyordu. Onlarca kanıt sunmama rağmen, bu cehaleti yenmek çok zordu. İbn-i Rüşd’ün çalışmalarına dayanarak, bilimin felsefe ve akıl yürütme ile doğru sonuçlara ulaşacağını savunuyordum. Oysaki din, güç sahipleri tarafından cahil insanları eğitmek ve yönetmek için bir araç olarak kullanılıyordu.
Evrenin yapısı hakkındaki fikirlerim, sadece hareket eden bir dünya için değil, aynı zamanda Güneş gibi diğer yıldızları ve Dünya gibi diğer dünyaları içeren, sonsuz bir evreni savunduğum için oldukça ilgi çekiyor ve her ortamda tartışma yaratıyordu. Elbette bu sonsuz evren tanımının İncil’deki anlatımlarla çeliştiğinin farkındaydım, ancak İncil'in fizik ve astronomi öğretmek için kullanılması zaten en başından çok saçmaydı. İncil’in bir inanç sistemi olduğunu, ahlaki öğreti olarak görülmesi gerektiğini ileri sürdüm. Londra’da yazdığım, 1584 tarihli “Sonsuzluk, Evren ve Dünya” ve “Mutlak’ın ve Tek’in nedeni” adlı kitabımda bu görüşlerimi anlattım. Ayrıca biraz alaycı biçimde kaleme aldığım “Kibeleli Eşek” kitabımı da bastırdım.
Paris'e döndüğümde ortam epey değişmişti. Daha önceki hoşgörülü tavırlardan eser yoktu. Çeşitli dini gruplar arasında devam eden rekabet, şiddetli çatışmalarla ve cinayetlerle sonuçlanmıştı. Aristoteles'in doğa felsefesine alenen karşı çıkarak dersler vermeye devam ettim. College de Cambrai’deki konferansta konuşurken “Sınırsız evrende, sonsuz sayıdaki gezegenler bir bütünlük içindedirler ve Dünya bunlardan biridir. Ayrıcalığı da yoktur! Uzay yaratılmamıştır ve hiçbir şey değişmez değildir!” dediğim için, tartışma akademik bir skandala dönüştü. Üstelik hızımı alamayıp genç Katolik matematikçi Fabrizio Mordente'yi acımazsızca eleştirdim. Mordente'nin görüşleriyle alay eden dört diyalog yazıp yayınlamamla tepkiler öyle arttı ki bana yine yol göründü. Paris'ten ayrılmak zorunda kaldım.
Almanya'da Wittenberg Üniversitesi’nde Bellek Sanatı üzerine dersler vermeye başladım. Her şey gayet iyi gidiyordu. Ama sadece bilimin tümüyle özgür bırakılması gerektiğini savunduğum için “istenmeyen adam” ilan edildim ve Helmstendt’e taşındım. Maalesef burada da uzun süre kalamadım. Doğal büyü üzerine yazdıklarım bahane edilerek Helmstendt Protestan Kilisesi tarafından da aforoz edildim.
Böylece, 16. yüzyılda üç büyük mezhepe ait kiliseler tarafından aforoz edilen tek filozof olma ayrıcalığına sahip oldum. Roma Katolik; Napoli, 1576, Kalvinist; Cenevre, 1579 ve Lutheran Protestan Helmstedt, 1589... Eğer birbiriyle çatışan görüşlerdeki güç sahiplerini aynı anda kızdırmayı becerebiliyorsanız, doğru bir şeyler söylüyor olma ihtimaliniz yüksek.
İnsanları aptal olarak gördüğüm ve bu kişilere karşı hoşgörüsüz olduğum hep söylenir. Evet, belki de bu bir söylenti veya iftira değil, haklılar. Kısacık ömürde safsataları gerçeklerin önüne koyma aptallığını gösterenlere dayanamıyorum. Ama yine de bu, üniversitelerden kovulma ve kiliselerden aforoz edilmemin tek nedeni olmamalı. En nihayetinde tek yaptığım, bıkmadan usanmadan bilimsel bilginin ışığında öğrendiklerimi aktarmaya çalışmaktı. Ama karşımdaki onca sözde eğitimli tipin cehaletine hayret etmemek elimde değil. Beni anlamadıkları için böyle davranmıyorlardı. Çok iyi anlıyorlardı. Gerçekler, işlerine gelmiyordu. Çünkü Tanrı adına hükmetmek ve böylece insanları kukla oynatır gibi yönetmek işlerine geliyordu. Nereye gitsem ikiyüzlülük, sahtekârlık, ortalıkta gezen hafiyeler, tarihin çarkını durdurmaya çalışan kalın kafalılar! Nasıl alay etmeyeyim, nasıl sakin kalayım?
Madem hiçbir yerde özgür düşünceye ve bilime yer yok, o halde kendi ülkemden ayrılmaya değmeyeceğini düşündüm. Zaten Dominikan tarikatı üyeleri de beni unutmamıştı. Din yolundan ayrılan bu zeki ve bilgili kardeşlerini ne yapıp edip kendi taraflarına çekmeyi planlamışlardı. Beni Venedik’e davet edip rahatça bilimsel çalışmalarımı yürütebileceğimi bildirdiler. Bunun bir tuzak olabileceğinden şüphelendim elbette, ancak hem başka çarem yoktu, hem de onlarla yüzleşmekten korkmuyordum. Eğer hapse gireceksem veya öleceksem, bu, kendi ülkemde olmalıydı.
Frankfurt’tayken yoğunlaşan tepkiler nedeniyle yayıncılığımı yapan Wechel, beni evinde barındırmak istememişti. Kitapçı dostum Giotto bana Venedik’in zengin ve seçkin ailelerinden Giovanni Mocenigo’nun davet mektubunu iletmişti. Döndüğümde, Mocenigo’nun evinde kalmaya başladım. Bellek geliştirme sanatı dersleri veriyordum. Ayrıca Padua Üniversitesi’ndeki Alman öğrencilerin derslerine giriyordum. Beni konuk eden Bay Mocenigo ile sohbetler ediyorduk. Sinsice beni konuşturmaya çalıştığının farkındaydım, başka insanlarında tartışmalarımıza tanık olmasını sağlıyordu. Ne yaparsa yapsın! Doğru bildiklerimi inatla anlatıyordum. Gururum ve doğru bilgiye olan inancım yalan söylememe izin vermiyordu.
Sonradan öğrendiğime göre beni davet etmesinin ve delil toplamasının amacı, beni engizisyona teslim etmek ve sonra da şehir senatosuna girebilmekmiş. Bravo, aman ne akıllıca bir plan! İlk ihbar mektubunu İsa’ya küfrettiğimi iddia ederek göndermiş. “İsa, Tanrı’nın oğlu değildir.” demişim. İhbarı yeterli bulmamışlar. Birkaç gün sonra “Bruno bana büyücülük öğretmeyi teklif etti.” diye ihbar etmiş… Buna uzun süre güldüm. Muhtemelen beni iyi tanıyan engizisyon yargıçları da gülmüşler ki ihbarı ciddiye almadılar. Üçüncü denemede ise sihirli sözcükleri bulmuştu Mocenigo, şu satırları yazmıştı: “Bruno, din ile felsefeyi birlikte yorumluyor. İnsan aklı ile her şeyi kavrayabilir diyor, bu bir anlamda insanoğluna sınırsız özgürlük çağrısıdır!” Tam isabet! Kilise, insanın sınırsız özgürlüğünü kabul edebilir mi? Asla!
Sonrası… Sonrasını hatırlamak bile istemiyorum. Küçücük pencereden gökyüzünü güçlükle görebildiğim zindanda sorgu ve işkence günleri… Ellerim arkadan bağlı vaziyette kilise babaları ve din kardeşlerim bana, babacan bir tavırla ve de kardeşçe yanlışlarımı anlatıyor, Tanrı’nın yoluna davet ediyorlardı. Benimle uğraşmanın zor olduğuna karar verdiler ve 1593’de Roma Engizisyonu’nda yargılanmak üzere nakledildim.
Zindandayken, sorguculardan gündemde olan biteni öğrenebiliyordum. Avrupa devletleri arasında bitip tükenmeyen mezhep savaşları ölüm ve sefalet getiriyordu. Ticaretle zenginleşen yeni bir sınıf yönetimde söz sahibi olmak istiyor ve durumları giderek kötüleşen, topraklarını ve nüfuzunu kaybeden soyluların bir kısmının desteği ile kiliseleri barış çağrısı yapmaya zorluyorlardı. Din uğruna ölümler ve katliamlar kiliselerin otoritesini ve saygınlığını zedeliyordu. Papa Nant’ın Fransa ve İspanya arasındaki savaşı durdurmak için bir buyruk çıkardığını, Avrupa’da bir devlet içinde farklı mezheplerin birlikte var olabileceğine onay verdiğini öğrendim. Papalık gücünü yitiriyordu. Siyasi alanda etkisini kaybeden din otoritesinin bir de benim savunduğum görüşlere karşı yenilgiye uğraması ve eleştirilmesi tahammül edilemez bir durumdu.
Bu çaresizlikleriyle üzerime hınçla saldırıyorlardı. Tam 7 yıl boyunca din, dünya, bilim, insan aklı ve özgürlükler üzerine söylediklerimi yalanlamamı ve itiraflarda bulunmamı istediler. Korkunç işkencelere rağmen, onlara istediklerini vermedim. İnsanın iradesini işkence ile kırmanın yollarını iyi biliyorlardı. Ne ulvi adamlar ama! İstedikleri yanıtları almak için işkence yapmak, onlar için bir sanattı. Burada sizleri üzmemek ve dehşete düşürmemek için yaşadığım acıları çok fazla anlatmak istemiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim ki, zihnime asla giremediler ve benden beklediklerini asla alamadılar. Benden tek duydukları, gerçekler oldu. Öğrenmek istemedikleri, kulak tıkadıkları, sizlerin de bilmesini istemedikleri gerçekler…
Bana akıllarınca son uyarıyı 14 Ocak günü yaptılar… Araştırmalarımdan, dersler ve tartışma kayıtlarından derledikleri kanıtları, sekiz “sapkın önerme” başlığında toplamışlardı. Bana; “Altı gün süren var. Yanıldığını ve pişman olduğunu ilan edip imzala! Yoksa başına gelenleri kabullenirsin.” dediler. Beni bilgisiyle alt edebilecek, fikirlerimi çürütecek tek 1 adet filozofları yoktu. Bu yüzden benden önce, fikirlerimin ölmesi isteniyordu. Herkesin önünde kendi öğretilerimi kendim öldürecektim öyle mi? Verilen süre dolduğunda yanıtım kısa ve netti:
Pişmanlık duyacağım hiçbir düşünceyi benimsemedim!
Aynı gün karar alınarak beni dünyevi, yani sivil mahkemeye teslim ettiler. Bu bir engizisyon geleneğiydi. Engizisyonun sivil mahkemeye sevk etmesi, mahkûm için ölüm cezası anlamına geliyordu. Kilise, ölüm cezası vererek elini kana bulayan bir kurum olarak görünmek istemiyordu. Dürüst olan tek bir tarafları kalmış mıydı acaba? Roma Valilik Mahkemesi başkanı, ayağıma kadar gelerek bana verdikleri kararı açıkladı:
Bruno kâfirdir. Yakılarak günahlarından arındırılacaktır!
Bitkin, solgun ve çok halsizdim. Bütün eklemlerim işkenceden dolayı yırtılmıştı ve ayakta güçlükle durabiliyordum. Yine de başımı kaldırıp kararı okuyan başkanın gözlerine bakarak; “Kararı bildirirken siz benden korkuyorsunuz, ama ben sizden korkmuyorum.” dedim.
17 Şubat 1600 yılında Roma Çiçekler Meydanı’nda odunların üzerine çıkarılarak bir direğe bağlandım. Öpmem için uzatılan çarmıhtaki İsa yontusuna gülümseyip yüzümü çevirdim. Alevlerin arasından gökyüzüne bakarken şunu düşündüm:
Dayan, mert ol. Cahillerin yargısını mutlu etme. Işığı karanlıktan ayırabilecek bir akıl mahkemesi vardır ve düşüncelerini, davanı savunacak insanlar, tanıklar ve dostlar mutlaka olacaktır.
Yakıldığım yerde 1889 yılında halkın büyük çoğunluğunun isteği üzerine büyük bir törenle anıtımı dikmişler. Makam ve unvan hiç önemli olmadı benim için, evet… Ama heykelimin, kendini dindar gibi gösterip, dinden en uzak olan din tüccarlarına inat orada duruyor olması, hoşuma gitmiyor değil açıkçası. Akla, mantığa ve bilime savaş açan herkes, yenilgiyi tadacaktır. Er ya da geç…
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 39
- 20
- 13
- 11
- 9
- 8
- 6
- 5
- 3
- 0
- 0
- 0
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/12/2024 20:07:33 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/11081
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.