Postyapısalcılık Nedir?
Yapısalcılığa Karşı Postyapısalcılık: Birlikten Parçalılığa, Gerçeklikten Göreceliliğe Doğru Giden Bir Süreçte Postyapısalcılık
Dünya bir açık hava tiyatrosu, bizler de birbirimize roller yükleyen aktörleriz.
İlk kuramsal düşünürlerden günümüzdeki modern düşünürlere kadar, tüm kültürel unsurları anlamak için birbirinden farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ana çıkış noktası olarak bu görüşlerin hepsi de anlamayı amaçlar. Anlamak için ise düşünürler, çeşitli kategorizasyonlar vasıtasıyla var olan fenomenleri zihinsel olarak anlaşılır hale getirir. Sosyal olan olgular kompleks yapısı sebebiyle sürekli olarak bu çeşitli kategorizasyonları aşar. Sosyal fenomenleri, tıpkı her olgunun birbirine geçmiş karmaşık ağlarla örülmesi olarak betimleyebiliriz. Bu sebeple zihinsel olarak bu karmaşık ağları çözmeye çalışarak anlamaya çalışırız. Çözüldükçe hangi ipin nereden çıktığını ve bu ipin, çıktığı yerdeki diğer iplerle olan ilişkiselliğini biliriz ya da keşfettiğimizi varsayarız. Birkaç ipucu buldukça diğer etkenlerin “tereyağından kıl çeker gibi” kolay anlaşılması da büyük düşünürlerin istediği şeydir.
İlk sistematik düşünme biçimini Antik Yunan’dan başlattığımızda, günümüze kadar gelen büyük düşünürlerin temelci (foundationalist) olduğunu söyleyebiliriz. Anti temelci (anti-foundationalist) ve anti özcü (anti-essentialist)olan düşünürler ise daha geri planda kalmış ve bu düşünürlerin etkisi daha az olmuştur. Örneğin sofistler Antik Yunan’da anarşinin kaynağı olarak düşünüldüğü için özellikle Sokrates ve Platon tarafından ağır eleştirilere maruz kalmıştır. Çünkü sofistler göreceliliği ve kuşkucu düşünme tarzını benimsemişlerdir.
Sofistlerin en önemli kurucu ismi olan Protogoras, bilmek ile ilgili şunu söyler:
İnsan her şeyin, var olan şeylerin var olduklarının ve var olmayan şeylerin var olmadıklarının ölçüsüdür.
Eğer insan her şeyin ölçüsüyse bu bizleri doğal olarak göreceliliğe götürecektir. Çünkü tüm insanların kendi kişiliklerine göre bakış açıları vardır. Bizden bağımsız olan gerçekliği kabul ettiğimizde bile bu bakış açısıyla bu gerçekliği farklı olarak yorumlarız. Bilimde ve felsefede görüş farklılıklarını aynı anda doğru kabul ederiz. Bu ise mantık açısından kabul edilebilir olamaz. Bu yüzden diyebiliriz ki kuşkudan uzak olarak bilme isteği, özcü filozofların istediği bir durumdur.
Alfred Whitehead, “Tüm Batı felsefesi tarihi Platon’a düşülmüş dipnotlardan ibarettir." der.[1] Niçin Platon bu kadar etkili olmuştur? Çünkü Platon hatta Aristoteles -katılınsın veya katılınmasın- sistematik olarak gerçekliğin bilinebileceği bir ontoloji sunmuşlardır. Aynı şekilde Descartes çoğu felsefe tarihçisinin de kabul edeceği üzere modern felsefenin kurucusudur ve günümüzde bile sıklıkla atıf yapılan bir isimdir. Daha yapıcı olarak gördüğümüz filozoflar olan Platon, Aristoteles ve Descartes ile Protogoras, Max Stirner ve Nietzsche’yi karşılaştırabiliriz. Etki açısından değerlendirdiğimizde Platon, Aristoteles ve Descartes’in etkisi; Protogoras, Max Stirner ve Nietzsche’ye göre çok daha büyüktür. Öyleyse diyebiliriz ki temelci olmak daha kabul gören bir yaklaşım olarak görülürken, anti temelci olmak daha marjinal ve istenmeyen bir durum olarak görülmüştür. Anti temelci düşünürler yıkıcı olarak damgalanmışlardır.
Temelci filozoflar aynı zamanda özcüdür (essentialist). Temelcilik ve özcülük tam olarak aynı değildir. Özcülük genellikle insanın doğası ile ilgili hususlarda dayanak noktasını oluşturan bir kavramdır. Temelcilik ise genellikle ontoloji de dayanak noktasını oluşturan şey anlamında kullanılmaktadır.
Postyapısalcılığın Yöntemi: Varlık ve Söküme Almak (Under Erasure)
2500 yıllık Batı felsefesi, ontolojisini statik bir temel üzerine kurmaya çalışmıştır. Antik Yunanlı filozoflardan beri gelen bu gelenek, Batı dünyasında temellerini atmış ve gelişimini belirlenmiş statik bir öz üzerine inşa etmiştir. Modernizm de ontolojisini bu temel üzerine inşa edip günümüze kadar gelerek etkisini güçlü bir şekilde sürdürmektedir.
Bu geleneğe en keskin eleştiriyi Nietzsche’nin yaptığını görürüz. Heidegger, Nietzsche’nin ünlü sözü olan “Tanrı öldü, onu biz öldürdük!” sözüyle Batı felsefesi ve ontolojisinin ters yüz edilerek yeni baştan yazıldığını söyler bizlere. Martin Heidegger ise Varlık ve Zaman adlı kitabında özcü felsefi geleneğe karşı çıkarak kendisinden sonra gelecek olan postyapısalcı düşünürlerin önünü açmıştır. Postmodern ve Postyapısalcı felsefenin dayanak noktasını oluşturan düşünürlerin başlıcalarını Soren Kierkegaard, Max Stirner, Friedrich Nietzsche ve Martin Heidegger oluşturur.
Martin Heidegger Varlık ve Zaman adlı kitabında var olmanın ne olduğunu derinlemesine sorgular. Kısa bir kitap olmasına rağmen anlaşılması çok zor olan bu kitapta Heidegger, söküme alma (under erasure) denilen bir yöntem geliştirir. Sous rature olarak adlandırılan bu kavramda yapılmak istenen şey sözcüğe dikkati çekmektir.[2] Bu yöntem sayesinde dikkat çekilmek istenen sözcüğün üzeri çapraz bir şekilde çizilerek baskıya bu haliyle verilir. Bu yöntemde sözcük tamamen karalanmaz çünkü sözcüğün okunabilmesi de gereklidir. Bu sayede, hedeflenen sözcüğün (varlık) yetersizliği vurgulanmaktadır. Hem sözcüğün okunması hem de çapraz çizgi çekilmesi sözcüğün hem yetersizliğini hem de ondan vazgeçemeyişimizi gösterir bizlere. Şimdi varlık kelimesi bize neyi göstermektedir? Varlığın ne olduğunu, varlık denilince nesnel bir şekilde filozofların üzerinde uzlaştığı bir şey söz konusu olabilir mi? Tam tersine varlık göreceli ve sürekli anlamlandırılmaya müsait bir şey midir? Varlık sürekli tüketilen, her düşünür tarafından anlamlandırılan sonsuz bir uğraş mıdır? Heidegger’e göre sonsuz bir uğraştır. Çünkü Heidegger’in düşüncesine göre varlık düşünmekle tüketilecek, düşünmekle kesin bir çözüme ulaştırılacak bir şey değildir. Ve varlık bu belirsizliği sebebiyle sürekli ve sonsuzca anlamlandırılacaktır. Niçin bu şekildedir? Belki de potansiyeli bu şekildedir.
Derrida’nın Postyapısalcılığa Kazandırdıkları ve Yöntemleri
Postyapısalcılığın en sistematik düşüncesini oluşturan Derrida, Heidegger’den etkilenmiştir. Heidegger’in yöntemini almış ve bu sayede postyapısalcılığın temellerini atmıştır. Derrida üzerinden gittiğimizde postyapısalcılığın yapısalcılıktan farklılaştığı en önemli ayrım, gösteren (signifier) ve gösterilen (signified) arasındaki ayrımdır.[3] Yapısalcılığa göre gösteren ve gösterilen, daha karşılıklı bir ilişki içerisindedir. M-a-s-a harflerinden oluşan ve birleştiğinde masa sözcüğünü oluşturan şeye gösteren denilir. Gösterilen ise karşımızda duran 4 ayaklı ve kahverengiye boyanmış bir masadır. Dilimiz ile masa dediğimizde (gösteren) bizim dışımızda olan o belirlenmiş masayı gösterir (gösterilen). Kelimeler, yapısalcılara göre bir bütün olan ve kendi başına daha sabit bir anlamı olan şeylerdir. Sanıldığının aksine, Derrida’nın da söylediği gibi değişmez bir sabitlik yoktur. Birincisi, sözcük ile şey-nesne arasında birebir karşılık bulunmamaktadır. İngilizce'de kedi anlamına gelen cat, Fransızca'da chat, Farsça'da ise gorbe olarak telaffuz edilir. Bu anlamda dilde bir mantıksallık söz konusu değildir. Sözcük ile düşündüğümüz şeyin birebir karşılaması (correspondence) bulunmamaktadır. Dilin oynaklığı buna geçit vermemektedir. Burada gösteren ve gösterilenler, kombinasyonlar şeklinde sürekli bir başka gösterilene gönderme yapar.[4], [2] Bu duruma şu şekilde bir örnek verebiliriz: Bir akademisyen amfide öğrencilere kurtuluş (emancipation) kavramını açıklamak için sözlüğe başvurur. Ancak sözlükte "kurtuluş"un ne anlama geldiğini anlatabilmek için başka bir kelimeye ihtiyaç vardır. Daha sonra başka kelimelerde diğer kelimelere bağlanarak bu şekilde birbirlerine gönderme yaparlar.
Türk Dil Kurumu’na göre kurtuluş, “Bir şeyden, bir yerden kurtulma, felah, halas, necat”[33] anlamına gelmektedir. Peki felah’ın anlamı nedir? Yine Türk Dil Kurumu’na göre felah, “selamet, onma"[34] anlamına gelmektedir. Onmak’ın anlamı ise, “Daha iyi bir duruma girmek, salah bulmak”[35] anlamlarına gelmektedir. Bu örneği sonsuza kadar uzatabiliriz. Anlaşılacağı üzere bir kavramı açıklayabilmek için bir başka kelimeye ihtiyaç duyulur ve o kelimeler de diğer kelimelerle anlaşılır. Sürekli, anlamın varlığını arayarak hakikate ulaşmak isteriz. Fakat Derrida’nın ifade ettiği gibi anlam sürekli ertelenir. Bu döngünün bir bitiş noktası yoktur. Gösterge diğer göstergelerle birlikte yeni anlamlar kazanır. Anlamın zincir halkaları gibi birbirlerine bağlanması sebebiyle bir lokasyonu (location) veya temeli bulunmaz. Eğer anlam tek bir göstergeye ait olsaydı ve anlam orada sabit kalsaydı, bir lokasyondan bahsedilebilirdi.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Diğer bir ifadeyle araçlar (gösterge) kast edilmek istenen keskin ve net bir anlama özdeş olamaz. Göstergeler, birbirinin aynı olmayan başka bağlamlara geçerek değişir. Çünkü bir anlam bağlamdan bağlama geçtiğinde anlamın aynı kalabilmesi mümkün değildir. Söylediğimiz ya da yazdığımız bir metinde, tamamen onda bulunabileceğimiz olanaklı da görünmemektedir. Çünkü göstergeler, yani araçlar bir yazarın anlatmak istediği anlamı sürekli bağlamdan bağlama sürükler. Dil bir uzlaşma aracı olarak görülür. Ancak postyapısalcılığın bize gösterdiği şekilde bir açıklama yapmamız gerekirse, dil bir uzlaşım aracından daha öte olarak bireylerin de içerisinde oluşturulduğu bir şey olmaktadır. Değişmez sabit bir anlam yoksa birey de bu dil oyununda sürekli oluşturulacaktır.
Örneğin, soyut kavramları tanımlama zorluğu yapısı gereği zor olsa da bunu soyut olmayan kavramlar içinde söyleyebiliriz. Ayrıca kavramlar aynı kalsa da onlara yüklediğimiz anlamlar da zaman içerisinde değişmektedir. Örneğin 100 yıl önce coğrafya, daha çok fiziki çevre odaklı tanımlanmıştır. Günümüzde ise coğrafya, eleştirel teori temelli ve insanı daha fazla görünür kılan bir çizgide tanımlanmaktadır. Coğrafya, insan ve mekan arasındaki karşılıklı etkileşimi inceleyen bir disiplin olarak tanımlanır. Ve burada bahsedilen mekan ise insandan ayrı olan bir konteyner değil, tam tersine insanın şekillendirdiği mekan ile karşılıklı etkileşim temelli anlaşılmaktadır. Görüldüğü gibi coğrafya kelimesi aynı kalsa bile ona yüklediğimiz anlamlar zaman içerisinde değişmektedir.
Derrida’nın, Sesmerkezcilik ve Sözmerkezcilik Ayrımına Eleştirisi
Sesmerkezcilik veya fonosentrizm, sözlü iletişim biçimidir. Herhangi bir yazı veya işaret olmaksızın kendi sesimizle konuştuğumuzda buna sesmerkezcilik denir. Sözlü iletişimi savunan düşünürler, konuşmanın yazıya üstün olduğunu düşünmüşlerdir.[2], [48]Çünkü konuşmak daha doğal, daha içten görülürken yazı ikincil ve sözlü iletişime göre daha yapay olarak anlaşılmıştır. Derrida Gramatoloji kitabında doğal sese ilişkin şunları söyler:[45]
Doğal yazı sesle ve solukla dolayımsızca birleşiktir. Mahiyeti ''gramatolojik (yazıbilimsel)'' değil ''pnömatolojik''tir. Hiyeratik olup Profession de foi'daki kutsal ses, kendi içimize çekilince işittiğimiz ses çok yakındır.
Gramatoloji, antik tarihçisi Ignace Gelb tarafından 1952 yılında kullanılmış bir kavramdır. Derrida bu kavramı alarak yazmanın sadece bir konuşmanın kopyası olmadığını, düşüncelerin yazılı olarak kaydedilme şeklinin bilginin doğasını güçlü bir şekilde etkilediğini göstermeyi amaçladığını Gramatoloji kitabında göstermeyi amaçlamıştır.[47]
Pnömatoloji, Hristiyan teolojisi içinde Kutsal Ruh'un çalışılmasına odaklanan belirli bir disiplini ifade eder . Terim, " nefes " veya " ruh " anlamına gelen ve maddi olmayan bir varlığı veya etkiyi metaforik olarak tanımlayan Yunanca Pneuma ( πνεῦμα ) kelimesinden gelmiştir.[46]
Günümüzde toplumlarda yaygın olan düşünce de doğal olan şeylerin daha değerli olduğuna dairdir. Örneğin, doğal olan şeyler daha faydalı olarak görülürler. Aslında bu durum bize insanların önemli bir kısmında, doğal olanın üstün olduğu ve sosyal yapılandırma olan şeylerin ise daha değersiz olduğunu gösterir. Filozofların içinde doğal olan, doğal bir temel bulunan daha üstündür. Batı felsefesinde konuşmanın yazıya olan üstünlüğünün savunulmasının en önemli sebebi, Derrida’nın da ifade ettiği gibi konuşmanın bulunuşa olan yakınlığıdır. Çünkü konuşmanın doğallığı, hatta iç sesimizle bile kendi kendimize konuşurken kendimizden o eminlik halimiz, filozofların da böyle düşünmesine sebep olmuştur.
Batı felsefesi geleneğine bakıldığında filozoflar, dolaysız bir kesinlik alanı olarak bulunuş (mevcudiyet veya varlık da denilmektedir) dediğimiz bir alan bulduklarını savlamışlardır. Platon’dan Husserl’e kadar birçok filozof düşüncelerini bu dolaysız, kesin ve herhangi bir göstergeye ihtiyaç duymayan bu bulunuşa bağlamıştır. Derrida’nın Batı felsefesi geleneğine itirazı da filozofların kesinlik arayışına olan yönelimleridir. Örneğin, Husserl için bulunuş yani şimdi bir kesinlik alanıdır. Geçmişi bilemeyiz çünkü geçmişte kaldı ve bitti. Geleceği de bilemeyiz ve bizler geleceği yaşamadık. Ancak şimdiyi yaşıyoruz ve şimdi olandan emin olabiliriz. Bulunuş denilen bu kavram şimdi deneyimlediğimiz algısal dünyanın kendisidir ve kesin bir şeydir. Postyapısalcılık, anti özcülüğü savunur. Kesinlik alanı dediğimiz kuşku duyulmayan sabit bir varlık ya da Derrida’nın söylediği gibi aşkın bir varlık olmadığına göre bir öz de olmayacaktır. Batı felsefesinde aranan insanın doğası filozofların kendi açılarından bakıldığında haklı olarak bir çıkış noktası olacaktır. Sosyal medyada sık sık doğrudan veya dolaylı olarak "insanın doğası" kavramlarına rastlarız. İnsanın doğasının iyiliğe yatkın olduğu sıkça dillendirilir. Ayrıca insanın vicdanı olduğu ve bu vicdan ile karar verince doğrunun bulunacağını sık sık duyarız. Aslında insanın doğasının ne olduğu ya da olmadığı ile ilgili çok yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Derrida ve Foucault için insanın doğası olduğu söylenen şeylerin tamamı bir yanılsamadır yani kurgudur (fiction). Foucault, “Normal insan kurgudur.” diyerek bunu dile getirir. Peki Derrida bir öze niçin karşı çıkmaktadır? Derrida için göstergeler (varlık, öz, vb.) kendilerinden ayrı bir olguya gönderme yapmazlar. Yani dilin dışına çıkmak olanaksızdır. Ve göstergeler, diğerleriyle farklı anlam ve oluşan bağlamda olduğuna göre burada bir kesinlik, doğa aramak abesle iştigal olacaktır.
Derrida, bizlere “Metnin dışında hiç bir şey yoktur.” (il n'y a pas de hors-texte) diyerek dilin içinde olduğumuzu savunur. Bu açıdan ilerlediğimizde, eğer dilin dışında bir şey yok ise dilde bir kesinlik aramak dilin kusurluluğu sebebiyle anlamsızdır. Derrida’nın görüşleri bu açıdan sağlamdır. Yapısalcılığı ve Batı felsefesi geleneğini eleştirecek gücü bulması bu sayededir. Derrida, "Metnin dışında hiç bir şey yoktur." derken elimizde tuttuğumuz bir metin parçasının, tekstürün varlığını kast etmemektedir. Burada ifade edilen metin, yaşamımız içerisinde tüm etkinliklerimizin dil ile yapılandırıldığını kastetmektedir. Kültür, siyaset, ekonomi vb. tüm bunlar dil dışında değildir. Nitekim Micheal Foucault, “Bana kim olduğumu sormayın ve hep aynı kalmamı beklemeyin.” diyerek söylemler tarafından inşa edildiğini belirterek sürekli bir oluşa işaret eder.[14]
Difference, Merkezsizlik, Aşkınsızlık, Sonsuzluk ve Yokluk
Yapısalcılar gösteren ve gösterilen arasındaki ilişkiye bir birlik gözüyle bakarken Derrida tam tersini söyler ve onun görüşlerinden çıkan sonuç ise şudur: Dilde her şey her şeye dalar [2] . Derrida batı metafiziğini eleştirirken bu metafiziğin ikili dikatomilerle var olduğunu, belirli kavram merkezi etrafında toplandığını ve bu sayede tüm işleyişin bu dolaysız kesinlik alanından beslendiğini ifade eder. Derrida bu metafiziğin kökenine kadar inerek onun yanlışlarını göstermek ister. Ve Derrida yapısöküm okumasını yaparken bizlere bir nedene veya kesinlik alanına değil, ancak nedensizliği ve kesinsizliği gösterme çabasındadır.[37] [38].
Derrida sözmerkezciliğin (logocentrism) Platon ile başladığını belirtir. Logocentrism sözcüğünün amacı, Antik Yunan felsefesinde, doğa filozoflarından itibaren aranan ilk neden, yani varoluşun ilk nedeni olan logos sözcüğünden gelmiştir. Logos, filozoflar için neden bu kadar önemlidir ve onlar için neyi ifade etmektedir? Çünkü logos temel olan, ilk olan, hakikat alanı olan, saf, arı ve duru olup hiçbir gösterene ait olmayan bizden bağımsız bir gerçekliktir. Ve Platon’un başlattığı bu felsefe kendisinden sonraki filozoflarında düşüncelerini bu dolaysız ilk yere dayandırmasına neden olmuştur [36] .
Derrida metafiziğin merkezinde dönüp duran, diğer bir deyişle izleri takip ederek ana noktaya ulaşır. Ve burada var olan difference (diferans) devreye girer. Bu kavramı açıklamak zordur çünkü Derrida için difference ne bir kuram, ne bir yöntem ne de bir sistemdir; hiçbirisi değildir[36]. Difference ayrılmak-ertelemek anlamına gelen differer sözcüğünden gelir. Dildeki var olan ayrılıkları belirten bir şeydir. Difference bir kavram değildir. Çünkü kendisi dışında hiçbir göstergeye gönderme yapmaz. Difference denilen şeyi kısaca özetlememiz gerekirse hem anlamın ertelenmesi hemde ayrılmayı ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bir örnek vermemiz gerekirse şunları ifade edebiliriz: Yaşam içerisindeki tüm faaliyetlerimiz dille yapılandırılmaktadır. Bir teori, bir kuram, bir edebiyat eseri vb. oluşumların dil anlanında bir sonu yoktur. Anlam geçici olarak ertelenir ve bu erteleme en nihayetinde tekrar yorumlanarak anlamın sonsuza kadar gideceğine tanık oluruz. Diğer bir deyişle yapılar gücünü metafizikten alır ve bu metafizikte bulunan merkez onlara dayanak noktasını sunar. Metafizikte dayanak noktası difference ile merkeziliğini yitirmektedir.
Saussure, dilde sadece ayrılıkların olduğunu söyler. Peki bu ayrılığın kaynağı nedir? sorusunu Saussure cavaplamaz. Derrida için bu ayrılığın kaynağı difference’dir. Bu sebeple dil içerisinde hiçbir şey difference’nin dışında değildir. Bu sayede ilk ve kesinlik olan ya da değişmeyen, sabit anlam, difference yani dildeki bu ayrımlaşmanın varlığı sebebiyle ve sürekli kavramların başka kavramlarla sonsuzca oyununda ancak sonsuza kadar uzayıp gidecektir Derrida batı metafiziğin de ki tek bir merkezin varlığını da yadsır. Batı metafiziğinde niçin merkez önemlidir? sorusunu sormamız ve cevaplamamız gerekmektedir. Batı metafiziği içerisinden baktığımızda bu merkezin varlığı anlamlıdır. Çünkü sonsuzlukta kaybolmak yerine bir temelde sabit kalmak ve oradan güç almak daha anlamlıdır. Bir benzetmeyle ifade etmemiz gerekirse; uzayın sonsuzca karanlığında sürüklenmek yerine Andromeda Galaksisi’ne ait yaşanılır bir gezegende durmak ve orayı yuva yapmak isteriz. Ancak Derrida batı metafiziğinin merkez yapma eleştirisinde onun yanlış olduğunu göstererek bu yuvayı yıkmaya çalışır. Çünkü bir merkez varsa bu merkezde başka bir merkezin üzerindedir. Tıpkı kavramların başka kavramlarla olan ilişkisi gibidir. Buradan çıkan sonuç, hem aşkın bir sabit alan dil içinde yoktur hemde merkez parçalıdır. Nitekim Foucault’da iktidarın tek bir yerde, üstten aşağıya olan bir sistem içerisindeki varlığını kabul etmez. Foucault için iktidar her yerdedir. Yani iktidar her yerdedir ve herşeyi görür: Ondan kaçınılamaz.
Metafizik, filozoflar için bitmesi gereken bir uğraştır. Nitekim Heidegger, Husserl, Wittgenstein gibi filozoflar tarafından bitirilmesi, yok edilmesi gereken bir alan olarak görülmüştür [40]. Heidegger, metafiziğin aşılması ile ilgili şunları söyler:
İnsanın yurtsuzluktan kurtulması, ancak metafizik düşüncenin aşılmasıyla mümkün olabilir
Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus kitabıyla felsefenin ve metafiziğin bittiğini iddia eder. Ancak buradaki filozofların metafiziğin bitmesinden kastettiği bilimcilik (scientism) değildir. Çünkü Heidegger ve Wittgenstein bilimciliği eleştirir. Özellikle Heidegger, bilimciliği bir anlamda küçümser. Derrida ise bilimciliğin iğrenç olduğunu ve bilimden ayrı olduğunu belirtir.[29]Derrida’nın çalışmalarından bir perspektifle direkt olmasa da dolaylı olarak bakmaya çalıştığımızda metafiziğin bitmesi, aşılması diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü Derrida, metafiziksel kavramların kaçınılmazlığına değinir. Derrida metafiziksel kavramlar olmadan düşünmenin olanaksız olduğunu söyler.[41]Nitekim Derrida metafiziğin önemini zaten birçok çalışmalarını bu alana adayarak göstermiştir. Burada ana unsur metafiziği aşmak, bitirmek gibi absürt söylemler değil, Derrida’nın ifade ettiği gibi onu düzeltmek olmalıdır. Nasıl ki bilimi aşmak, bitirmek absürt ve iyi bir söylem değilse bunu metafizik için de söyleyebiliriz. Derrida, metafizik ile ilgili şunları söyler:
Söz konusu olan, metafizik tarihiyle metafizik tarihinin yıkımı arasındaki ilişkidir. Metafiziği sarsmak için metafizik kavramlar olmaksızın işe girişmenin hiçbir anlamı yoktur. Bu tarihe yabancı olan bir dile-söz dizimine ve sözlüğe-sahip değiliz; biçimine, mantığına ve yıkmaya çabaladığı şeyin örtük koyutlarına sızmamış tek bir yıkıcı önerme dile getiremeyiz.[38], [39]
Postyapısalcıların Modernist Anlamda İlerlemecilik Düşüncesine İtirazı
Modern ideolojilerin temelinde ilerlemecilik (progressivism) fikri yatmaktadır. Modernizmi bir çatı olarak düşündüğümüzde, bu çatının altında konuşlanan ideolojiler bu çizgiyi takip ederek kendi ideolojisine sarılanlara kurtuluş vaat ederler. Modernizmi savunan her ideoloji, bilimsel ve teknolojik gelişmeyle ilerleneceğini savunarak takipçilerine kurtuluş reçetesi sunarlar. Marksizm gibi evrensel çapta sunulan ilerlemecilik ve ulusal çapta sunulan ilerlemecilik sadece büyüklük açısından fark yaratır. İlerlemecilik, aydınlanma çağının başlamasıyla birlikte kendisini filozofların düşüncelerinde gösterir. İlerlemecilik, doğa bilimleri ile özdeşleşmiştir. Doğa bilimleri insanlığın ilerlemesinde ana hareket ettirici güçtür. Doğaya insanlar hâkim oldukça doğa kontrol altına alınacak ve bu sayede insanlar teknolojinin de gelişmesiyle ilerleyecektir. Aydınlanma düşünürleri açısından ilerlemenin ana noktası bilimdir ve bilim insanların özünü de keşfederek o iyiyi de bulacaktır. Bilgide ilerledikçe barbarlıktan medeniyete geçiş Kant’ın düşüncesini oluşturur. Amerikalı sosyolog Robert Nisbet, ilerlemecilik görüşünü şu şekilde tanımlar:
Bunlardan ilki bilimsel ilerleme sayesinde batı medeniyeti üstünlüğü ele geçirmiştir. İkincisi ekonomik gelişme ve teknoloji üretimiyle büyük güç haline gelmiştir. Nedensellik ve test edilen bilgi kullanışlı hale getirilerek ona duyulan güven artmıştır.[5]
Bilgi ve güç ile birlikte Batı düşüncesi, gücü ilerleme olarak da almıştır. Nitekim İngiliz filozof Francis Bacon “Bilginin kendisi güçtür.” (Ipsa scientia potestas est) der.[6] Foucault da bilgi ile gücün birbirinden ayrı olmadığını savunur. Foucault'a göre modernizm, 1950 yılında bitmiştir; çünkü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. [42] I ve II. Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük yıkım modernizme ve aydınlanmaya olan güveni ciddi bir şekilde sarsmıştır. Aydınlanmanın savunucusu olan Habermas'da aydınlanmanın başarısızlığa uğradığını kabul etmektedir.
Postyapısalcı düşünürler için ne bilim güçten ayrılmıştır ne de güç bilgiden uzak durmuştur. Bilimsel ilerleme gerçekleştikçe bu, kötüye kullanılmış ve askeri teknolojinin gelişmesiyle daha az asker ile daha büyük yıkımların meydana gelme olasılığı artmıştır. Foucault için, "Bilim ile bilimi kötüye kullananlar ayrıdır." gibi sıklıkla yapılan bir itiraz da yeterli değildir. Örneğin Nietzsche, dinin ve bilimin arkasında güç istenci (will to power) olduğunu söyler.[30]
Bilimin güç ilişkisinden bağımsız hareket etmesi şu an için pek olanaklı değildir onlar için. Özellikle doğa bilimlerinde araştırma yapılabilmesi için verilen ödeneklerin büyük çoğunluğunu kapitalistler karşılamaktadır. Bu durumda bilimin kötüye kullanılmasıyla yaşanan ölümler ile bilim bundan bağımsızdır, söylemini kullanıp belirli grupların kendisini aklaması ve dayatmacılık Derrida ve Foucault için geçerli bir neden değildir. Onlar için bilginin arkasında güç olduğu sürece ilerlemecilikten bahsetmek mümkün değildir. Derrida, modernizmi tamamen olumsuzlaştırmaz. Derrida'nın Cezayirli entelektüel dostu olan Mustafa Şerif, "İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma" kitabında Derrida ile yaptığı konferansta şunları söyler:[29]
Batı bir yönüyle bazı özgürlüklere katkıda bulunmasına rağmen, diğer yönüyle Janus’un yüzü gibi ikiyüzlü, kişiliksiz bir modelde yerimizi almamızı da dikte ediyor.
Burada bir hatırlatma yapmak istiyoruz: Özellikle postyapısalcı düşünürler için ilerlemecilik, teknolojinin ilerlemesi, doğa bilimlerinde yaşanan ilerlemeler değildir. Tıpkı ideolojilerin ve dinlerin bahsettiği kurtuluş anlamında bir ilerlemeciliği reddederler. Örneğin, dünyada ezilen kesimlerin aydınlanma sayesinde bundan kurtulacağı, savaşların biteceği, insan ölümlerinin olmayacağı, temel insani ihtiyaçların eşit bir şekilde dağıtılacağı gibi bu anlamda ilerlemeciliği kabul etmemektedirler.
Postyapısalcılık ve postmodernizm sol içerisinde değerlendirilir. Postyapısalcılık, ezilen kesimlerin yanında yer alır. Postyapısalcılığın eleştirilerini dikkate aldığımızda postyapısalcılık ezilen, baskı altında kalan grupların-toplumların özgürleşmesini savunurlar. Gerek Foucault gerekse Derrida, siyasi eylemlerde boy göstermiş ve iktidarlara karşı ezilenleri savunmuştur. Örneğin, meta anlatıları (meta narrative) reddetmelerinin sebeplerinden bir tanesi de meta anlatıların baskıcılığı olmuştur.[7] Stalinizmin yarattığı tahribatlar ve Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan diktatörlük rejimi büyük anlatılara olan güveni sarsmıştır. Sosyal olanın karmaşıklığı ve insanların bir özü olmaması büyük anlatıların olamayacağını gösterir onlara. Çünkü büyük (meta) anlatılar sosyal yaşamın bunca karmaşıklığını temsil edemez, daha yerel olan anlatıları savunurlar. Onlar açısından bakıldığında nerede bir büyük anlatı varsa orada baskı vardır. Büyük tarih felsefeleri, global söylemler ve büyük toplum kuramlarının özellikleri indirgemeci, özcü ve genelleyici özellikler barındırırlar.[43] Postmodernizmin önemli ismi Lyotard meta anlatıların bittiğini Postmodern Durum kitabında haber vererek yerel anlatıları ön plana çıkarır.[44]
Yapısalcılık ve Postyapısalcılık Arasındaki Benzerlikler ve Ayrımlar
Yapısalcılık ile posyapısalcılığın ayrımını modernizm ile postmodernizm arasındaki ayrıma benzetebiliriz. Ancak modernizm ile postmodernizm ilişkisi tartışılan bir husustur. Postmodernizmin, modernizmin içerisinde bir yer kapladığını söyleyen düşünürler ile modernizmden tamamen ayrı olduğunu söyleyen düşünürler de vardır. Bu sebeple yapısalcılık ve postyapısalcılık arasında ayrım yaparken benzer tarışmalara da rastlarız.[8]
Yapısalcılık, linguistik (dil) ağırlıklı bir yaklaşım biçimidir. Var olan yapı, parçaların bir araya gelmesiyle bir bütünü oluşturmaktadır. Yapısalcılık ilk olarak antropoloji ve dil bilimi alanında ortaya çıkmış ancak kısa bir süre sonra sanat, edebiyat, matematik, felsefe ve sosyal bilimlerde 20. yüzyıl içerisinde en önemli kuram olmuştur. 20. yüzyıl dil biliminin babası olarak anılan Saussure, yapısalcılık ve gösterge biliminin kurucusudur.[3], [10], [9]
Yapısalcıların ana iddiası isminden de anlaşılacağı üzere yapı odaklı bir yaklaşım biçimidir. Karmaşık toplumsal ögeler birleşerek bir yapıyı meydana getirerek bütüncül bir sistem ortaya çıkarırlar. Nitekim birçok sosyal disiplinlerde yapısalcılığın etkili olması da parçadan bütüne giden yapısalcılığın hepsini kapsayacak biçimde kuram geliştirmeleri olmuştur.
Yapısalcılar, toplumsal düzen ile ilgili olarak bireylerden bağımsız bir dil sisteminin olduğunu savunurlar. Saussure’nin ifadesiyle dil, toplumsal bir olgudur. Saussure, dilin hem toplumsal hemde bireysel olduğunu ve ikisinin bir anlamda birbirlerini tamamladığını düşünür. Saussure, dil bilimsel yapı (linguistic structure) ile dil (language) arasında ayrım yapar.[3], [11] Dil bilimsel yapı bizim, toplumda var olan diğer bireyler ile iletişim kurmamızı sağlayan zorunlu bir yapıdır. Dil ise bireylerden bağımsız olarak onu aşan kolektif bir yapıdır.[12] Buradan çıkan sonuç ise şudur: Kolektif olan dil sistemi, bireylerin özgür iradesinden bağımsız olarak varlığını kolektif olarak sürdürür. Dilsel yapı yani bize zorunlu olarak verilen bu uzlaşım aracı ise kolektif olarak bizden bağımsız dilin belirlediği söylemleri kurmamızı sağlayan bir şey olmaktadır. Toplumsal olarak dil, tek tek bireylere indirgenmeyerek bütüncül bir toplum teorisi olan bir yaklaşım olmaktadır. Yapısalcılık bu anlamıyla anti hümanisttir. Bireyselcilikten ziyade toplumsal olanın öncelik kazandığı bir yaklaşım olarak yapısalcılığın postyapısalcılık ile anti hümanist olarak aynı şeyi savunduklarını ifade edebiliriz. Yapısalcılık ve postyapısalcılık, idealizm ve fenomeneolojide olduğu gibi aşkın özneyi kabul etmez.[2], [13], [12] Nitekim bireyselciliğin olmadığı bir yaklaşımda özgür iradesiyle karar veren bir birey düşünülemez. Yapısalcılıkta da özne, söylemler tarafından oluşturulmaktadır. Postyapısalcılık bu açıdan yapısalcılık ile aynı görüşü benimser.
Fransız antropolog Saussure yapıyı oluşturan tüm kültürel unsurları dikotomiler çerçevesinde yani karşıtlık içinde ele almaktadır.[14], [15] Saussure dil ve söz arasında ayrım yapar. Ayrıca gösteren/gösterilen, dil/söz, dizge/özge, ses/anlam, özdeşlik/karşıtlık, eşsüremli/artsüremli gibi ayrımlar yaparak dilin yapısını ancak bu karşıtlıklar içerisinde inceler. Yapılsacılık ile postyapısalcılığın ayrıldığı en belirgin yer dikotomilere bakışlarıdır. Postyapısalcılar karşıtlıkları reddettiği gibi bu dikotomileri yapıbozumuna (deconstruction) uğratırlar.
Yapısalcılığın bir diğer önemli ismi Levi Strauss, ilkel ve modern insan arasındaki ayrıma karşı çıkar. İlkel ve modern arasında temel olan değerler bulunmaktadır. Örneğin ilkel toplumlarda var olan kültürel unsurlar modern insanın da oluşmasının temelinde yer almaktadır. Bu açıdan da yapısalcılık ve postyapısalcılık aynı görüşleri paylaşırlar. Günümüz sosyal bilimler açısından bakıldığında bir kültürün diğer kültüre üstünlüğü gibi bir yaklaşım kabul görmemektedir. Bu sebeple modern bilgi görüşü, toplumlara ilerlemecilik fikrini benimseterek modern olmayan tüm kültürel değerleri yozlaşmışlık olarak görür. Uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen artık sosyal bilimler felsefesinde, modern bilgi anlayışları sorgulanarak yapılan geçmiş hatalar telafi edilmeye çalışılmaktadır. Yapısalcılık ise modernizme bu açıdan ilk karşı çıkışı yaparak ondan farklılaşmıştır.
Yapısalcılar derin yapılar olduğunu savunur. İnsan zihninin derinlerine inerek bilinç dışının anlaşılmasını gerekli görür. Kültürel yapıların anlaşılması için zihnin derinliklerine inerek zihnin bilinç dışına odaklanır ve var olan ikili karşıtlıkları sözcüklerin dizgesine dayandırır. Her soyut kavramın öteki tarafından açıklanabilmesi için somut kavramlar kullanılır.[15] Bu sayede her toplulukta oluşan bilinç dışı anlaşıldıkça, bunlar bir içeriğe karşı gelmekte bu da tüm kültürel özelliklere uygulanabilmektedir. Birey, yapının bir ürünüdür ve bilinç dışı ile anlam bulmaktadır. Yapısalcı düşünür Strauss, derin yapılar anlaşıldıkça bütünü oluşturan parçaların nasıl oluştuğunun anlaşılacağını savunmaktadır. Örneğin, okyanustaki bir buz dağının su yüzeyinden 20 metre yüksekte olması bizi yanıltmamalıdır. Suyun altında 100 metre daha, buz dağının görünmeyen kısmı bulunmaktadır. Aslolan, bu görünmeyen kısmın keşfedilmesidir. Postyapısalcılık derin yapıların olmadığını savunur. Toplumsal olan olguların büyük çoğunluğu görünürdür. Mekanın nasıl kurulduğu, mekanda oluşturulan güç ilişkilerinin nasıl ortaya çıktığı, bilgi ile gücün birbirlerine bağımlı olarak üretilmesi ve mekanda var olan ayrımcılıklar görünürdür ve derin yapılara ihtiyaç yoktur. Anlaşılacağı üzere postyapısalcılar derin yapıları reddettikleri için yapısalcılardan ayrılmaktadırlar.
Yapısalcılar tüm kültürlerde benzer yapısal özelliklerin olduğunu düşünür. Yapısalcılık bu anlamda evrensellik iddiasındadır. Yapısalcılık nesnel bir hakikat olduğunu savunur. Bu nedenle yapısalcılığın modern sosyal bilimlerle aynı özellikleri paylaştığı anlaşılmaktadır. Derrida ise göstergeler gittikleri yerde bize yokluğu gösterirler, diyerek nesnelliğe karşı çıkar. Burada bir hatırlatma yapmak istiyoruz: Göstergelerin gittiği yerin yokluğu göstermesi nihilizm değildir. Derrida bizlere mutlaklığın felsefede ve dilde olmadığını göstermek istemiştir.
Yapısalcılık, merkezin varlığından hareket ederek yapıya ulaşırken postyapısalcılık bunu ters yüz ederek merkezsizlikten bahseder. Tek bir merkezin varlığı postyapısalcılar için otoriteye dönüşecek bir oluşumdur. Bu merkezsizleştirme sayesinde güç tek bir yerde toplanamaz. Postyapısalcılar, toplumun karmaşık ağ ilişkilerinden oluştuğunu savunur. Parçalılık, karmaşıklık esastır. Evrensellikten ziyade daha yerel özelliği olan mikro yapılar bu sayede görünürlüğünü kazanırlar. Artık postyapısalcı düşüncede görelilik bir bilme aracına dönüşerek sosyal ilişkilerde eşitliğe yakın bir toplum ideali sunulur ve üstünlük anlayışı ters yüz edilir. Postyapısalcılıkta bütünlük teşkil eden şeyler reddedilir. Parçalardan oluşan ve içerisinde anlamlı yapılar olan özerk ve yerel oluşumlar farklılığın indirgenemez doğasına çekilmiştir. Örneğin a ve b birbirine indirgenemez bir farklılıkla ele alınıyor ve bu durum bütünlüğü parçaladığı gibi diyalektiğe de kapalı oluyor.
Yapısalcı düşünce nesnelliği metnin içerisinde ya da arkasında görür. Nesnelliği arkasında görmek vermiş olduğumuz buz dağı örneğinden de anlaşılacağı üzere buz dağının görünmeyen yüzüne odaklanmaktadır. Postyapısalcılıkta artık metnin tek bir anlamı olmadığı gibi okur da yazara karşı ikincil konumda değildir. Artık okuyucu yazarın yerini almıştır. Çünkü artık yazar öldü ve metnin birden çok anlamı var. Okuyucu ile metin arasında karşılıklı ilişkide okuyucu yazarın yerini alarak anlam, gösteren (birey) tarafından yeniden inşa edilir. Postyapısalcılığın amacı yazarın etkisini azaltarak yazan kişiyi merkezden almaktır. Bu sebeple artık yazar yoktur ve okuyucu yazarın yerine geçirilerek diğer anlam çeşitlerinin araştırılmasına olanak sağlanır. Kişilerin eğitim seviyeleri, ideolojisi, bulunduğu kültürü; kısacası kişilerin kimliksel özellikleri bağlamında anlam da değişecektir.
Yapısalcılık ile postyapısalcılığın tarihe bakışı birbirinden farklıdır. Yapısalcı düşünür Strauss artzamanlı ve eşzamanlı olarak bir ayrım yapar. Artzamanlı (diyakron) tarih anlayışı evrimsel bir tarih görüşüdür. Çizgisel olarak tarihsel ilerlemede bilgiye ulaşıldıkça ilerleme meydana gelmektedir. Ele alınan bir süreç içerisinde bu evrimsel ilerleme bize daha görünürdür. Yüzeysel olarak tarihe baktığımızda göreceğimiz şey, bu ilerlemeci tarihtir. Eşzamanlılıkta (senkron) ise, dil biliminde bir dil incelenirken geçmiş tarihte dilin değişimi ele alınmaz.[3], [16] Dil açısından değerlendirdiğimizde konuşan birey bir durum içerisindedir. Dil bilimci geçmişi unutarak şimdiye odaklanmalıdır. Ancak bu sayede bireylerin bilincine ulaşılabilir. Dil ögelerinin anlık durumuna yani eşzamanlı olarak yönelinmesinin sebebi, anlık bir durumda ortaya çıkan dili hiçbir şeyin belirlemeyecek olmasıdır. Dilin artzamanlı ele alınması, dizgenin kaçırılmasına sebep olur.[17] Eşsüremliliğin üst üste yığılması sonucu artsüremlilik yani çizgisel tarih ortaya çıkmaktadır. Bu durum için futbol örneğini verebiliriz: Futbol oyunun kuralları değişmediği sürece, oyuncular, forma renkleri vb değişse bile oyunun işlevinde bir değişikliğe yol açmaz. Artzamanlı yani tarihsel değişimlerde dizgeyi yani şimdiyi değiştirmez. Yapısalcıların tarihe yaklaşımının anti tarihsel olduğu görüşünü savunabiliriz.
Postyapısalcılık ise arkeolojik yöntem kullanır. Bu sayede geçmişe gidilerek bilginin nasıl ortaya çıktığı araştırılır. Örneğin, "Eşcinsellik Antik Yunan’dan günümüze kadar nasıl bir değişiklik geçirmiştir?" sorusuna cevap vermek için arkeolojik yöntem kullanılır. Antik Yunan'da normal kabul edilen eşcinselliğin hangi sebepler sonucu değiştiğini incelerken bu değişimlerin tümü sosyal yapılandırma olarak ele alınır. Nitekim Foucault’un Deliliğin Tarihi, Cinselliğin Tarihi kitapları, farklı kültürel eğilimlerin kökenine giderek bilgi üretiminin ve kavramların nasıl anlaşıldığının bir tarihini anlatır.
Derrida’ya Yöneltilen Eleştiriler
Derrida, 1930 yılında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Cezayir’de doğmuştur. Derrida, Yahudi olmanın yaşattığı ayrımcılıkları çocukluğunda hissetmiş bir entelektüeldir. 12 yaşındayken Vichy rejimi Yahudi öğrencilerin sayısının azaltılmasını talep edince Derrida okulundan atılmıştır. 1949 yılında eğitimi için Paris’e taşınmıştır. Yaşadığı ayrımcılıklar onu yıldırmamış ve 20. yüzyıl sonlarının en önemli Fransız filozofu kabul edilmiştir. Çok üretken bir filozof olan Derrida, Batı felsefesinin birçok ismini detaylı olarak incelemiş ve kapsamlı yazılar yazmıştır. 40’dan fazla kitap, yüzlerce makale ve halka açık sunumlar yayınlamıştır. Ayrıca Derrida çok yönlü bir düşünürdür ve tek bir disiplin ile onu sınırlamak mümkün değildir. Derrida’nın çalışmaları felsefe, edebiyat, hukuk, antropoloji, tarih yazımı, uygulamalı dil bilim, sosyodilbilim, psikanalizm, sosyal bilimler ve beşeri bilimlerin birçok dalında etkili olmuştur.
Derrida, ayrımcılığın deneyimini çocukluktan itibaren yaşamış olduğu için onun düşün dünyasını bir nebze de olsa anlayabiliriz. Derrida’nın Batı felsefesi geleneğine olan itirazının ana temasını şiddet oluşturur. Derrida, Batı felsefesi için şiddet üretecek potansiyele sahip bir felsefe yaptığını belirtir. İkili tanımlar diğer olguları geride bırakarak onları ezmektedir. Mekan hiyerarşik katı bir organizasyon biçimiyle kurulmakta ve bu stabil kategorizasyonlar şiddeti beslemektedir. Derrida’nın bize uyarısı bu felsefi geleneği bırakarak şiddeti azaltabileceğimiz yönündedir. Ve Derrida bunun için yeni bir felsefe tarzı yaratır. Derrida’nın yaratımı olan yapısökümün amacı tüm yapıları sorunsallaştırmak da değildir. Ancak şiddet içeren veya ona meyilli olan tüm düşünce tarzlarının yapıbozum ile sorunsallaştırılmasını ister bizden.
Derrida’nın 1967 yılında peş peşe çıkan Yazıbilimine Dair, Konuşma ve Görüngü, Yazı ve Ayrım kitapları büyük etki uyandırmış ve çokça tartışılmış ve halen tartışılmaktadır. Derrida, görüşlerinden dolayı nihilizm ile suçlanmıştır. Özellikle bilimciler (scientism), militan (yeni) ateistler ve analitik felsefenin bazı önemli isimleri için Derrida yıkıcı bir nihilisttir ve dadaisttir.[18], [32] Derrida, entelektüel ve akademik çevrelerde tanındıktan sonra kendisine çok sert eleştiriler almıştır.
1992 yılında Cambridge Üniversitesinde bazı akademisyenler Derrida’ya fahri doktora unvanı verilmesini önermişlerdir. Ancak buna ilk karşı çıkış, Cambridge'de analitik felsefeci olan Hugh Mellor’dur. Ayrıca Rene Thom, Ruth Barcan Marcus, David Armstrong, Willard Van Orman Qine ve Barry Smith dahil olmak üzere İngiliz, İspanyol, İsviçre, Hollanda, Alman, İtalyan, Polonya ve Fransız 18 filozof Derrida’ya fahri unvan verilmesine karşı ortak bildiriye imza atmışlardır.[19] Ortak bildiriyi hazırlayanlar başta Barry Smith ve bir grup felsefecidir. Bildiride Derrida’ya getirilen ana eleştiriler şunlardır:
M. Derrida kendisini bir filozof olarak tanımlıyor ve kaleme aldıkları gerçekten de bu disiplindeki bazı yazınların izlerini taşıyor. Ancak bunların etkisi neredeyse tamamen felsefe dışı alanlarda görülmüş, mesela film çalışmaları bölümlerinde veya Fransız veya İngiliz edebiyatında dikkat çekici bir derecede göze çarpmıştır.
Ortak bildiride geçtiği üzere Derrida’nın çalışmaları sanat ve edebiyat alanında etkili olmuştur. Ancak bu etkinin tamamen felsefe dışında görüldüğü kısmı haksız bir eleştiri gibi durmaktadır. Ayrıca Derrida kitaplarında sadece edebiyat değil felsefe eleştirisi de yapmıştır. Ve getirdiği eleştiriler edebiyatçıları değil önemli felsefecileri kapsamaktadır.
Bildiride Derrida’ya hitaben onun çalışmalarının netlik ve titizlik standartlarını karşılamadığından bahsedilir:
Filozofların gözünde ve dünyanın önde gelen felsefe bölümlerinde çalışanlar arasında, M. Derrida’nın çalışmaları kesinlikle kabul edilmiş netlik ve titizlik standartlarını karşılamamaktadır. Eğer bir fizikçinin çalışmaları benzer şekilde diğer disiplinlerde çalışanlar tarafından esasen kabul edildiyse, bu tek başına, söz konusu fizikçinin fahri bir unvana layık görülmesi için uygun bir aday olduğu fikrinden şüphe etmek için yeterli zemin sağlayacaktır.
Alıntıda Derrida’nın filozoflar arasında etkili olmadığı ima edilmiştir. Derrida’nın çalışmalarından etkilenen filozofların başlıcaları: J. F. Lyotard, Gilles Deleuze, Judith Butler, Robert Bernasconi, Stanley Cavell, Helene Cixous, Simon Critchley, A. Garcia Düttman, Paulo Cesar Duque-Estrada, Michael Hardt, Sarah Kofman, Julia Kristeva, P. L. Labarthe, Leonart Lawlor, John LIewelyn, L. H Mackey, Robert Magliola, C. Malabou, Jean- Luc Nancy, John Sallis, Bernand Stiegler’dir. Yukarıda saydığımız filozofların çoğunluğu Fransa dışından filozoflar olduğu gibi uluslararası akademik camiada kendilerini kanıtlamışlardır. Derrida’dan etkilenen filozofların sadece bir kısmını burada saydık. Bu sebeple ortak bildiride geçen iddia gerçeği yansıtmamaktadır. Elbette Analitik felsefe geleneğinde Derrida etkili değildir fakat bu son derece tabidir. Aynı şekilde Kıta felsefesi geleneğinde de analitik filozoflar etkili değildir. Ortak bildirinin en sert eleştirisinin olduğu kısım şu şekildedir:
M. Derrida’nın kariyeri 1960’ların başlarında başladı ve çalışmaları o dönemden kaynağını almaya devam ediyor. Çalışmalarından birçoğu kinayeler ve kelime oyunlarından (mantıksal safsata gibi şeyler) ibaret değilmiş gibi görünen M. Derrida, bize Dadaistler ve beton şairlerinkine benzer bir şekilde akademik çevre hileleri ve numaralarıyla, çeviri olarak görünen şeyden bir kariyer inşa etmeye yaklaşmış gibi görünüyor.
Anlaşılması zor yazım stili ile ilgili eleştiriler şu şekildedir:
Her şeyden öte, her okuyucunun kolayca saptayabileceği gibi (bu maksatla herhangi bir sayfaya bakabilirler), onun çalışmalarında anlaşılmaya meydan okuyan bir yazım tarzı vardır.
Dadaizm, I. Dünya Savaşı’na bir tepki olarak ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Modern kapitalist toplumun değerlerini, düşünce biçimini eleştiren sanatçılardan oluşmaktadır. Derrida’nın dadaist olduğu veya onları benimsediği ile ilgili kendisinin bir ifadesi bulunmamaktadır.[20] Diğer taraftan Derrida’nın hile yaptığını delillendirmek için dadaizm sanat akımı örnek getirilmiştir. Ancak Derrida’nın özgün bir yöntem geliştirdiği genel olarak kabul edilen bir husustur. Derrida’nın kapalı yazmasına getirilen eleştiriler haklı gibi durmaktadır. Nitekim postyapısalcı düşünür Foucault, Derrida’nın yazım stili ile ilgili olarak “ Ne dediğini anlamıyorum ki!” diyerek tepkisini dile getirmiştir.[28] Fakat bu kapalı yazma bir filozofun hile ve numara yapacağına kanıt sunamaz. Derrida kapalı bir anlatımla kitaplarını yazmış olsa bile günümüzde Derrida’nın ne demek isteği üzerine önemli bir tartışma yoktur. Ayrıca kapalı yazmak sadece Derrida’nın yaptığı bir şey değildir. Tarihte kapalı yazan büyük filozoflar bulunmaktadır.
Derrida kendisine yönelik bu saldırılarla ilgili olarak, "Egemen söylemin kuralları, eğitimi ve üniversite sahnesini siyasallaştırmaya ve demokratikleştirmeye çalışıyor.” demiştir. Eleştirilerin abartılması ile ilgili olarak filozoflara hitaben “ filozofların yapması gereken bir tür takıntılı kişilik kültünü organize ettiklerini ve uyguladıklarını” söyleyerek tepkisini dile getirmiştir. İngiliz filozof Hugh Mellor’da Derrida hakkında şu açıklamayı yapmıştır. "O vasat, orijinal olmayan bir filozof-ilginç bir şekilde kötü bile değil."[21]
Bir diğer eleştiri, İngiliz filozof Roger Scruton tarafından şu şekilde yapılmıştır:
Saçma olduğu için özetlemesi zor. Bir işaretin anlamının işarette asla ifşa edilmediğini, sonsuza kadar ertelendiğini ve bir işaretin yalnızca başka bir şeyden farkı nedeniyle bir şey ifade ettiğini savunur. Derrida için anlam diye bir şey yoktur - her zaman bizden kaçar ve bu nedenle her şey gider.[22]
Amerikalı dil bilimci, filozof, bilişsel bilimci ve tarihçi Noam Chomsky, yazı stili için Derrida’ya zavallı kelimesini kullanır: "Zavallı yanlış okumaya dayalı olarak öğretiyi dehşet verici buldum ve olduğu gibi argüman, neredeyse çocukluğumdan beri aşina olduğum türden standartlara yaklaşmakta başarısız oldu."[23]
Bir başka Amerikalı dil felsefecisi John Searle, Derrida’nın çağdaş analitik dil felsefesine aşina olmadığını belirtir (Searle, 1994):
Derrida, dil felsefesi hakkında yazarken, Platon'dan bahsetmiyorum bile tipik olarak Rousseau ve Condillac'a atıfta bulunuyor. Ve onun "modern dil bilimci" fikri Benveniste ve hatta Saussure'dur.[24]
Searle, Derrida’nın felsefi bilgisini, Wittgenstein öncesi olarak tanımlar. Ve Derrida’nın tutarlı bir argümanı olmadığını söyler. Derrida’ya getirilen eleştiriler bunlarla sınırlı değildir. Amerikalı tarihçi Richard Wolin, Derrida’nın görüşlerinin yok edici bir nihilizme gittiğini iddia etmiştir. 1991'de R. Wolin, Heidegger Tartışması'nın ilk baskısında Heidegger üzerine bir Derrida röportajını yayınladığında, Derrida, röportajın kasıtlı olarak kötü niyetli bir yanlış tercüme ve saldırganca olduğunu söylemiştir.
Kıta felsefesi geleneğine ait olan filozoflar içerisinde başta Martin Heidegger ve Derrida analitik felsefe geleneğine ait filozoflar arasında en fazla eleştirilen iki filozoftur. Foucault bu iki filozofa göre daha az eleştiri almıştır çünkü Foucault epistemoloji üzerine çalışmıştır. Heidegger ve Derrida ontoloji çalıştıkları için analitik filozofların eleştiri oklarını üzerlerine çekmiştir. Yazının başında belirttiğimiz üzere anti temelci olmak filozofların çoğunluğu tarafından dışlanmıştır. Temelci olan filozofların anti temelciliğe şiddetle karşı olmaları haklı bir şeydir. Nitekim temelin olmadığı yerde gerçek/hakikatten bahsetmenin etkisini yitirme potansiyeli bulunmaktadır. Örneğin Platon’a göre bu evren gerçek değildir. Çünkü evren bir oluş içerisindedir. Sürekli bir değişimin olduğu evrende gerçek de olmayacaktır. "Gerçek nedir?" Platon’a göre gerçek değişmeyendir. Bu sebeple Platon, büyük kuramı "İdealar Dünyası"nı madde dışında arar.[1] Çünkü madde, sürekli bir oluş içerisindedir. Platon’un tüm zamanların en fazla atıf alan ve en etkili filozoflarından olmasının sebeplerinden birisi de burada yatar. O, değişimin olduğu yerde mutlaklık olamayacağının yaklaşık 2400 sene önce farkına varmıştır.
İngiliz edebiyatçı Derek Attridge, Derrida’ya karşı olan bu sert muhalefetin nedeninin onun tarzından kaynaklandığını söyler. Nitekim bu eleştirilerde, Platon ve Aristoteles gibi iki büyük düşünüre meydan okuması da etkili olmuştur. Derek Attridge, “Jacques Derrida: The Problems of Presence” (Jacques Derrida: Varlığın Problemleri) makalesinde Derrida’ya saldıranlar ile ilgili şunları ifade eder:
Onu hakir gören bu kişilerin gözden kaçırdıkları şey ise Derrida’nın, tüm kariyeri boyunca yaptığı özenli analizlerinin, titiz anlatılarının, geniş bilgi birikiminin ve düşünülemez olanı düşünme konusundaki istekliliğinin açığa vurduğu esas felsefi değerin kapsamıdır. Yazıları, aklı müreffeh olanın ardına bakmaya zorluyorsa Derrida, felsefenin her daim yaptığı en iyi şeyi en iyi şekilde yaptığı içindir.
Derrida’ya getirilen eleştiriler içerisinde bizce en makul eleştiri John Searle’ye aittir. Derrida, Wittgenstein ve sonrası dil bilimcilere fazla atıf yapmamaktadır. Diğer getirilen eleştiriler anladığımız kadarıyla eleştirmekten ziyade yermek ve saldırmaktan öteye geçememektedir.
Foucault ve Derrida postyapısalcı düşünürler kapsamında değerlendirilmesine rağmen sert tartışmalar yapmışlardır. Descartes'in deliliğe ilişkin tutumu iki düşünürün ayrı düşündüğü bir tartışma ortaya çıkarmıştır.[26] Bu sebeple bütün postyapısalcı düşünürleri aynı kapsam altına alarak hepsi birbirinin görüşlerini destekliyormuş gibi göstermek de yanlış olacaktır. Aynı şekilde bu durum yapısalcı düşünürler için de geçerlidir.
Sonuç
Postyapılsalcılık bütünlükten parçalılığa, kesinlikten göreceliliğe, metnin nesnelliğinden hakkında karar verilemezliğe doğru bir süreci temsil etmektedir. Sadece metinler vardır ve metinler de tıpkı göstergeler gibi gösterilenlerle yani diğer metinlere atıf yaparak sonsuzca yorum ortaya çıkar (metinlerarasılık). Doğruluk parçalara ayrılarak karar verilemezlik hakim olmuştur. Madan Sarup’un belirttiği gibi postyapısalcılıkta ciddiyet ve ussallığın (akıl) yerine şenlik, neşe ve çoşku getirilmiştir. Artık büyük yapıların gölgesinde pinekleyen yerel oluşumlar özgürleştirilmeye çalışılarak mekanı kaplayan büyük anlatıların etkisi kırılmaya çalışılır. Ve geleneksel olan farklı şekilde yorumlanarak görünür kılınır. Onlara göre yorumlamadan başka bir yol yoktur.[27] Bu sebeple kültürlerin, söylemlerin birbirine üstünlüğü de olamaz. Nitekim yorumların da bir ilki diğer bir deyişle bir başı ve biteceği bir sonu yoktur. Hakim olan; karamsarlık, farklı bakış açıları, bilinemezlik, ve sonsuzluktur. Tıpkı Orta Çağ'da evrenin merkezinin Dünya sanılmasıyla insanların kendilerini özel hissetmeleri ve modern bilgi anlayışıyla bunun yıkılarak evrende sadece sıradan bir gezegen olduğumuzu öğrenmemiz gibi postyapısalcılar da bunu bize farklı yollardan açıklamaya çalışıyor gibiler. Söylemlerin içine hapsolan bireyler de bu sonsuzca dil oyununda kendi iradesi dışında sürekli oluşturulmaktadır. Tıpkı aynada kendimizi görebilmemiz ancak ayna dışında hiçbir zaman kendi dışımıza çıkıp kendimize göremeyeceğimiz gerçeğinde olduğu gibi, postyapısalcılar çoğunluğun göremediği veya görmek istemedikleri şeyleri hatırlatıyormuş gibi görünmektedirler.
Yapısöküm yöntemi, şiddete giden olgularda onu sorunsallaştırılacak bir yöntem olarak kullanılabilir. Nitekim Derrida’nın bize mesajı da budur. Ancak postyapısalcılığın bizce en önemli sorunu her şeyi dile indirgemesidir. "Tüm sosyal olguların hepsini niçin dile indirgemeliyiz?" sorusu önem addetmektedir. Diğer bir eleştirimiz ise öznenin parçalanmasıdır. Öznenin söylemlerle oluştuğunu söyleyen Foucault, nasıl oluyor da bunun bilincine varıp bizi uyarabiliyor? Gücün içerisinde olduğumuzu, özgür irademizin olmadığının da bilincinde olmamızı nasıl açıklayabiliriz? Acaba Isaac Newton, "Niçin elma yere düşmektedir?" sorusunu sorarken söylemler tarafından mı oluşturulmuştur? Ya da kendi gayretleri ve bilinçli bir şekilde sorgulaması ve üst düzey yeteneğiyle mi bizi karanlıklardan aydınlığa çıkararak Philosophie Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) kitabıyla aydınlanma döneminin başlatıcısı olmuştur? Gerek Derrida gerekse Foucault şüphe ustalarıdır. Aşırı şüphe sonucu her şey sorunsallaştırılmaktadır. Özellikle Kıta felsefecileri doğa bilimlerinin başarısını görmezden gelmektedirler. Ve onu gerçeği bulmaktan ziyade birtakım teknik pratik bir iş olarak algılamaktadırlar. Örneğin Isaac Newton’un bulduğu yer çekimi bizden bağımsız bir gerçektir. Bilimin sosyal yapılandırma kapsamına girmesi bu gerçeği gölgeleyemez. Elbette yer çekiminin hassaslığı ilerleyen zamanlarda daha hassas bir şekilde tespit edilebilir. Nitekim daha hassas bir şekilde tespit edilmiştir. Ancak bu yer çekiminin varlığı gerçeğini değiştiremez. Evet, doğa bilimlerinin güç ile ilişkisi olduğu zaten kabul gören bir görüştür. Ancak unutulmamalıdır ki bilimin güç ile ilişkisi olması bizden bağımsız gerçeklerin varlığına gölge düşüremez. Yine Newton üzerinden gittiğimizde şunları söyleyebiliriz: Newton’un bulduğu evrensel fizik kurallarını kullanan İngilizler toplarıyla nokta atış sistemini kullanarak katliamlar yapmışlardır. Acaba Newton, İngilizlerin daha iyi sömürmesi için mi bu yasaları tespit etmiştir? Tabii ki hayır. Hoşumuza gitse de gitmese de bilim insanları fenomenleri keşfeder. Bu fenomenlerin kötüye kullanılması bilim insanlarından bağımsızdır. Bu sebeple postyapısalcılığın modernizme getirdiği eleştirilerin önemli bir kısmında haklılık payı vardır. Nitekim modernizm kendi aşırılıklarını törpüleyerek daha makul olana ulaşmaya çalışmaktadır. Ancak rasyonaliteden Habermas’ın da ifade ettiği gibi asla vazgeçemeyiz: Ama onu da kutsamadan ve ezilenlerin yararında kullanarak.
Derrida ile ilgili olarak Derek Attridge, onun yelpazesinin olağanüstü olduğunu söyler. Platon’dan Heidegger’e kadar Batı felsefesini derinlemesine ve titiz bir şekilde araştırmıştır. Ve en önemli buluşlarından olan yapısökümü (deconstruction) insanlığa kazandırmıştır.
Derrida pankreas kanseri olduğunu öğrendiği gün Cezayirli entelektüel Mustafa Şerif ile yapacağı konuşmaya aynı gün katılmıştır. Derrida, Cezayir anılarını hiç unutamadığından sıklıkla bahsetmiştir: "Cezayirli olmasaydım filozof olamazdım"[29]diyerek onun hayatını yönlendirici bir etkiye sahipliğini vurgular. Derrida, M. Şerif ile konuşmasında sıklıkla farklılıklara ve birlikte yaşama arzusuna değinir. Bu kadar farklı kültürel değerlerin olduğu bir dünyada dindar, teist, non-teist, izmler ve cinsel yönelimi fark etmeksizin birlikte yaşamanın bir rüya bir ütopya olmadığını ısrarla savunmuştur: "Birlikte yaşamak gerek’ söyleminden çıkıp, ‘birlikte yaşama arzusu’na geçmek gerek"[29] demiş ve bu durumun eyleme geçirilmesini arzu etmiştir. Derrida ateist bir düşünür olarak inanç ve ideolojik farklılıklarının bir güç ve haklılık mücadelesine dönmesine karşı kendisi bir örnek teşkil etmeye çalışmıştır. Çünkü onun perspektifinden gitmemiz gerektiğinde hepimiz aynı gemideyiz ve temel insani değerler üzerinde huzurlu bir yaşam için mutabık olmalıyız. Yazımızı Derrida'nın şu sözüyle bitiriyoruz:
Her zaman hayatı ve sonu gelmeyen yaşam mücadelesini seçiniz.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 15
- 6
- 3
- 2
- 1
- 1
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- ^ A. Aslan. (2019). İlkçağ Felsefe Tarihi 2 / Sofistlerden Platon'a. ISBN: 9756176660. Yayınevi: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
- ^ a b c d M. Sarup. (2017). Post-Yapısalcılık Ve Postmodernizm. ISBN: 6058461413. Yayınevi: Pharmakon.
- ^ a b c d T. Yücel. Yapısalcılık. ISBN: 9750725739. Yayınevi: Can Yayınları.
- ^ T. Eagleton. (1983). Literary Theory: An İndroduction. Not: Oxford: Basil Black well.
- ^ R. Nisbet. (1980). History Of The Idea Of Progress. Not: New York: Basic Books.
- ^ F. Bacon. (1597). Meditationes Sacrae. Not: Londini. : Excusum impensis Humfredi Hooper.
- ^ J. F. Lyotard. Postmodern Durum. ISBN: 9944795579. Yayınevi: Bilgesu Yayıncılık.
- ^ A. Özkaya. Post-Coğrafya. ISBN: 9752486737. Yayınevi: Kırmızı Çatı Yayınları.
- ^ M. E. Şimşek. Yapısalcılık, Post-Yapısalcılık, Derrida, Saussure, Barthes. (15 Ekim 2016). Alındığı Tarih: 1 Ağustos 2020. Alındığı Yer: arthipo | Arşiv Bağlantısı
- ^ M. İlgürel. Julio Cortazar'ın Öykülerinin Sembolik İmgelemi. ISBN: 6055895914. Yayınevi: Yeni İnsan Yayınları.
- ^ J. Sturrock. (1979). Structualism And Since: From Levi Strauss To Derrida. Not: Oxford Universty Press.
- ^ a b Ö. Say. (2013). Yapısalcılıktan Post-Yapısalcılığa Çoğulculuğun İnşası. Akademik İncelemeler Dergisi (Journal of Academic Inquiries), sf: 331-346. | Arşiv Bağlantısı
- ^ R. Boyne. Foucault Ve Derrida Aklın Öteki Yüzü. ISBN: 9944795128. Yayınevi: Bilgesu Yayıncılık.
- ^ a b M. Foucault. Yapısalcılık Ve Post Yapısalcılık. ISBN: 975825720X. Yayınevi: Birey Yayıncılık.
- ^ a b B. Vardar. Dilbilimden Yaşama: Yapısalcılık. ISBN: 9757262935. Yayınevi: Multılıngual Yabancı Dil Yayınları.
- ^ J. Piaget. Yapısalcılık. ISBN: 9755532978. Yayınevi: Doruk Yayınları.
- ^ H. Deniz. (2001). Tarihe Yandan Bakmak: Yapısalcılık… Postyapısalcılık… Ve Tilmizleri. Gelenek Dergisi. | Arşiv Bağlantısı
- ^ R. Dawkıns. Postmodernism Disrobed. (1 Ocak 2007). Alındığı Tarih: 2 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Internet Archıve | Arşiv Bağlantısı
- ^ T. Beyter. Cambridge Üniversitesi’nin Jacques Derrida’ya Fahri Ünvan Vermesine Karşı Ortak Bildiri. (21 Haziran 2020). Alındığı Tarih: 3 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Öncül Analitik Felsefe Dergisi | Arşiv Bağlantısı
- ^ R. A. Schaefer. Das Ist Dada–An Exhibition At The Museum Of Modern Art In Nyc. (1 Ocak 2006). Alındığı Tarih: 3 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Internet Archıve | Arşiv Bağlantısı
- ^ H. Mellor. (2020). Professor Hugh Mellor Obituary" In The Times.
- ^ S. Moss. Deconstructing Jacques. (1 Ocak 2004). Alındığı Tarih: 5 Ağustos 2020. Alındığı Yer: The Guardian | Arşiv Bağlantısı
- ^ N. Chomsky. Postmodernism?. (1 Ocak 2012). Alındığı Tarih: 6 Ağustos 2020. Alındığı Yer: ZNET | Arşiv Bağlantısı
- ^ J. S. Searle. (1994). Literary Theory And Its Discontents. New Literary History, sf: 637-667. doi: 10.2307/469470. | Arşiv Bağlantısı
- D. Attridge. The Times Literary Supplement. (16 Mart 2017). Alındığı Tarih: 7 Ağustos 2020. Alındığı Yer: sosyal bilimler | Arşiv Bağlantısı
- ^ E. Koyuncu. (2017). Derrida-Foucault Tartışmasını Yeniden Okumak: Foucault'’da Dönemleştirme Ve Tarihsellik Sorunu. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, sf: 17-35. | Arşiv Bağlantısı
- ^ Leitch. (1983). Deconstructive Critisism: An Advanced Indroduction. Not: Londra: Hutchinson.
- ^ E. Wolters. Foucault On Obscurantısm: ‘They Made Me Do It!’. (1 Ocak 2013). Alındığı Tarih: 9 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Critical Theory | Arşiv Bağlantısı
- ^ a b c d J. Derrida, M. Şerif, et al. İslam Ve Batı Üzerine Bir Konuşma. ISBN: 9786050820812. Yayınevi: Timaş Yayınları.
- ^ B. Leiter. Nietzsche’s Moral And Political Philosophy. (1 Ocak 2004). Alındığı Tarih: 10 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Stanford Encyclopedia of Philosophy | Arşiv Bağlantısı
- M. Foucault. Bilginin Arkeolojisi. ISBN: 9755396255. Yayınevi: Ayrıntı yayınları.
- ^ M. Kuntz. The Postmodern Assault On Science If All Truths Are Equal, Who Cares What Science Has To Say?. (1 Ocak 2012). Alındığı Tarih: 11 Ağustos 2020. Alındığı Yer: US National Library of Medicine National Institutes of Health | Arşiv Bağlantısı
- ^ Türk Dil Kurumu. Kurtuluş. (18 Ağustos 2020). Alındığı Tarih: 18 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Türk Dil Kurumu | Arşiv Bağlantısı
- ^ Türk Dil Kurumu. Felah. (18 Ağustos 2020). Alındığı Tarih: 18 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Türk Dil Kurumu | Arşiv Bağlantısı
- ^ Türk Dil Kurumu. Onmak. (18 Ağustos 2020). Alındığı Tarih: 18 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Türk Dil Kurumu | Arşiv Bağlantısı
- S. Çalışkan. Yapıbozuculuk Üzerine. (21 Ağustos 2020). Alındığı Tarih: 21 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Dilbilim Araştırmaları Dergisi | Arşiv Bağlantısı
- E. Akdeniz. (2020). Derrida’da Kökensiz Düşüncenin Kökeni Olarak Différance. Düşünme Dergisi/Journal of Thınkıng, sf: 33-49. | Arşiv Bağlantısı
- ^ A. Hurst. (2004). Derrida’s Quasi-Transcendental Thinking. South African Philosophy Journal, sf: 245-266. doi: 10.4314/sajpem.v23i3.31396. | Arşiv Bağlantısı
- ^ J. Derrida. Yazı Ve Fark. ISBN: 9786053161486. Yayınevi: Metis Yayınları.
- E. Rızvanoğlu. Susarak Konuşmak: Wittgenstein Ve Dil Felsefesine Giriş - Türkçe. (15 Ocak 2017). Alındığı Tarih: 23 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Youtube | Arşiv Bağlantısı
- ^ C. Howells. (1998). Derrida. Not: Cambridge-UK, Polity Press.
- ^ A. Özkaya. Postmodern Felsefe: Postmodernizm Nedir? 20. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Ortaya Çıkan Postmodernizm Ve Bu Akıma Getirilen Eleştirilere Bir Bakış.... (1 Şubat 2020). Alındığı Tarih: 28 Eylül 2020. Alındığı Yer: Evrim Ağacı | Arşiv Bağlantısı
- ^ D. Donavan. Lesson 1: What Is A Meta-Narrative?. (1 Ocak 2013). Alındığı Tarih: 29 Eylül 2020. Alındığı Yer: Youtube | Arşiv Bağlantısı
- ^ J. F. Lyotard. Postmodern Durum. ISBN: 9789944795579. Yayınevi: Bilgesu Yayıncılık.
- ^ J. Derrida. Grmatoloji. ISBN: 9789944795302. Yayınevi: Bilgesu Yayıncılık.
- Wikipedia. Pneumatology. (21 Ağustos 2020). Alındığı Tarih: 29 Eylül 2020. Alındığı Yer: wikipedia | Arşiv Bağlantısı
- Wikipedia. Grammatology. (15 Haziran 2020). Alındığı Tarih: 29 Eylül 2020. Alındığı Yer: wikipedia | Arşiv Bağlantısı
- ^ E. B. Aydınalp. (2017). Jacques Derrida’da Yazı Ve Anlam Oyunu. Sefad, sf: 151-160. | Arşiv Bağlantısı
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 13:38:54 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/9150
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.