Hermeneutik ve Bilim: Bilim Nesnesini Nasıl Anlamlandırırız?
Hermeneutik Anlama Yöntemi bize, Platon’dan beri orada duran ve onu belli insan varlığı yetileri ile ulaşabildiğimiz durağan bir hakikat yerine, değişim ve dönüşümle kendi kendinin hakikatini yaratan şeylerin anlaşılma imkanlarını göstermektedir. Bu nedenle Hermeneutik, Mantık yöntemine ve Dialektik yönteme karşıt olarak tüm çıkarımları birleştiren bir anlama yöntemi olduğunu iddia etmektedir. Ne dile gelenin kritiğiyle sınırlanmış ne de öncesinde bildiğimizi iddia ettiği bir hakikatten ortaya çıkmıştır. Tam tersine yorumlama ve anlamanın aynı andalığı göstermiş ve bu sayede insan düşüncesi üzerindeki çıkarımlarımızı yeniden değerlendirme olanağını sunmuştur.
Hermeneutik Kavramının Mitolojik Açıklaması
Hermeneutik, insan bilimlerinin (beşeri bilim) olgularını "yorumlamak" ve "anlamak" amacı üzerine kurulmuş olan ve zamanla doğa bilimleri içinde de en kapsamlı yorumlama ve anlama metodolojisi inşa etmeyi amaç edinen, metodolojik bir disiplindir. Hermeneutik yalnızca sözlü veya yazılı ifadeleri anlamak ve aktarmakla değil, tüm algısal yorumlama eyleminin temelini anlamaya çalışmaya yöneliktir.
Hermeneutik kelimesi genellikle "anlama" ve "yorumlama" süreçlerinin olasılığı, gerekliliği, koşulları, sorunları ve hedefleriyle ilgilenen teorileri ifade etmektedir. Bu nedenle kelime kökü, Yunancada birçok anlama gelen "hermeneuein" fiiline kadar takıp edilebilir. Bu fiil, Yunanlılar‘da üç temel anlam da kullanılmıştır:
- Anlamak
- Açıklamak
- Çevirmek
Bu önemli ve çok yönlü kavram, Yunanlılar tarafından günlük dilde kullanıldığı gibi düşüncelerinin şekillenmesinde de büyük rol oynamıştır. Bu nedenle "hermeneuein" kavramının Haberci Tanrı Hermes’ten geldiği ve bu kavramın en temelde onun görevlerini kastettiği de söylenmiştir. Tanrı Hermes, Baş Tanrı Zeus ve Tanrılar Meclisi’nden aldığı haberleri yeryüzüne getirmekle ve insanlara, tanrıların sözlerini anlayabilecekleri biçimde anlatmakla ve bu anlamı anlayacak yetileri insanlara vermekle görevliydi.
İşte tam burada Hermes’in aslında insanlara bir Hermeneutik öğretmekle de sorumlu olduğunu görmekteyiz. Ancak Hermeneutik’in mitolojik tanımlamasından daha önemlisi ve yoğunlaşmamız gereken kısım, felsefe içerisindeki ilk kullanımının, felsefe içerisinde nasıl bir "anlam" ifade ettiğidir.
Hermeneutik Kavramının Felsefe Etkinliğindeki Yeri
Hermeneutik ve Antik Felsefe
Yunan coğrafyasında Sokrates düşüncelerinin ortaya çıkması ve onun bir "filozof" (φιλόσοφος philósophos) olarak isimlendirmesinin en büyük nedeni, ortaya koyduğu metodolojisi aracılığıyla felsefenin üç temel disiplini olan Ontoloji, Epistemoloji ve Praksis (Ahlak ve Toplum) alanında tutarlı bir kavram şematiği getirmesi ve bu şematik nedeniyle Sokrates’in kendine ait bir metodolojiye de sahip olmasıdır.
Elbette ki bu metodolojik yöntemin ortaya çıkma zorunluluğu da önemlidir. Sokrates öncesi düşünürlerin en önemlileri olan ve Platon, Aristoteles tarafından "Sofistler" olarak adlandırılan düşünürler, Sokrates’ten önce Hakikat, Doğru ve Güzel kavramları üzerine düşüncelerinde, insan düşüncesinin evrensel bir değere ulaşamayacağını iddia ettiler. Bunun yanında Pyrrhon gibi Septik düşünürler, bireysel ifadelerin bile başkalarına aktarılma imkanı yokken, evrensele dair bir çıkarımımız söz konusu olsa bile, aktarılamacağını da iddia ettiler. Bu düşünceye karşı olarak Sokrates ve onun takipçileri, evrensel bir hakikatin, insan tarafından düşünce aracılığıyla bilinebileceğini ve aktarılabileceğini iddia ettiler.
Evrensele dair bir çıkarım söz konusuysa, orada hali hazırda duran hakikatin, belirli bir biçimde bulunma imkanı, yalnızca doğru bir metodolojinin olmasıyla imkanlı hale gelmektedir. Sokrates’in filozof olarak nitelendirilmesinin en büyük nedeni, hakikate dair bir metodoloji ortaya koymasıdır.
- Münchhausen Üçlemi: Hiçbir Argümanın Doğruluğunu Mutlak Olarak İspatlayamazsınız!
- Antik Yunan'daki Büyük Varlık Zinciri Algısı, Evrim Fikrinin Yeşermesini Nasıl Önledi?
- Yaratılışa Kanıt Gösterilen Makale, Metodoloji ve Kaynakların İddiaları Desteklemediğinin Tespit Edilmesi Sonucu, 30 Yıl Sonra Yayından Kaldırıldı!
Platon’un başlattığı Akademia (Άκαδημία) eğitimi Quadrivium, 4 temel metodolojiyi öğretme amacı güdüyordu:
- Aritmetik
- Geometri
- Astronomi
- Müzik
Özellikle aritmetik ve geometri, daha sonra Doğa bilimlerinin temeli olarak kullanılan metodolojiyi şekillendirdi. Buna karşıt olaraksa Trivium eğitimi 3 temel metodolojiyi öğretme amacı güdüyordu:
- Gramer
- Retorik
- Mantık
Hermeneutik, Platon’dan başlayan metodoloji öğretisinde yazılı ve sözlü dilin kullanımının yanı sıra, anlamanın kendi anlamını karakterize eden Trivium’un içinde verildi.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Aristoteles, Akademia’dan sonra, Organon (ὄργανον) adlı bir eser kaleme aldı. Bu eserde Mantık yönteminin temel öncüllerini, Varlık tanımını ve Varlık Sınıflandırmasını göstermeyi amaç edindi. Mantığı bir "organon" veya tüm bilimlerin bir aracı olarak ele alan Aristoteles, mantıksal ifadenin bir parçası görerek "Yorum hakkında" (Peri hermeneias/De commentatione) metni ile hermeneutiği mantığın bir alt disiplini olarak inşa etti.
Aristoteles’in kendine ait bir dil felsefesi olmadığı ve Organon’u yazdığı dönemde hala Platonik eğitimin izlerini taşıdığı için, onun Hermeneutik üzerine düşüncelerinin daha çok bir retorik üzerinde şekillendiği ve Hermeneutik anlam öğretisinin temel araç olan Mantık’ın bir parçası olması gerektiğini düşünülebilir. Ancak Aristoteles’in dil üzerine düşüncesindeki bazı ayrıntılar, Hermeneutik anlam öğretisinin günümüzdeki anlamına kadar kullanılmıştır.
Aristoteles, tek bir dil değil, birçok dilin var olduğunu gözlemler ve dillerin farklı gramer ve seslere sahip olmasına rağmen temelde her dilin kendi içerisindeki ses ve gramerlerin, o dilin içerisindeki her bireye ait ortak bir anlam vermesi gerektiğini, aksi taktirde konuşmanın başlama ve sürdürülme sansının olmadığını iddia etmektedir.
Ancak çoğu zaman gözden kaçan en büyük kısım, Aristoteles’in bu sözlerle, aslında Sokrates’ten başlayan ve Akademia eğitiminin temel düşüncelerinin zemini olan Platon düşüncesinden de farklılaştığıdır. Aristoteles’in ortaya koyduğu biçim, aslında Platonik düşüncenin doktorinleriyle rekabet halinde geliştirildi. Aristoteles, Platon’un aksine, dilin kavramlarının İdealar Dünyasına ait olan "İdeeler" aracılığıyla değil, aksine kendilerini, kendileriyle açıklayabilen gerçek varlıklar olduğunu iddia eder. Dilin kavramları bir şeyleri betimlemez, aksine deneyim gerçekliğinin değişen fenomenlerine, gerçeklik, tekdüzelik ve istikrar verirler.
Kısacası, dile ve duyusal fenomenlere bir bütün olarak sesler ve karakterler, kendi içlerinde katılım yoluyla (Metoeksis) gerçek anlamı ortaya koyarlar. Platon‘un görüşüyse Aristoteles’in tersine dilin yalnızca bir ima yarattığı ve bu ima etmekliğin yalnızca yazılı ve sözlü değil, Doğa bilimlerinde de gerçekleştiğini iddia eder. Ona göre insanın ortaya koyduğu, taklit sözsel olarak bir imadır ve bu yüzden Doğa Bilimleri yalnızca yorumlamadan oluşan bir bütünlük çizgisidir. Ancak bu bütünlük, ideelerden pay alsa da gerçeği yansıtmadığı için Doğa bilimleri aslında temel değer kabul edilmemelidir.
Aristoteles’in Platon görüşüne, dil zemininde karşıtlığı olduğunu söylediğimiz bu argümanı güçlendirmemizin en kolay yolu, Aristoteles’in Platon’un aksine Doğa bilimlerinin, ilk kategori girişimini yapan ve dallara ait araştırma sorularını, ne üzerine yapıldığını Mantık metodu aracılığıyla anlatan kişi olmasıdır. Aristoteles, Miletos Okulu‘nun yaptığı anlama yönteminin doğaya yönelik olduğunu fark ederek, doğaya yöneldiğimizde bulduğumuz alt fenomenlerin nasıl araştırılması gerektiğini ve bu araştırmaları nasıl isimlendirmemiz gerektiği üstünde de durmuştur. İsimlendirme eylemi, aslında fenomenlerı var kılma işlemidir. Aristoteles bu eylemle bize, doğa fenomenlerinin mantıkla birlikte, nasıl varlığa geldiğini veya var kılındığını göstermiştir.
Anlamın kendisi ve gerçeklik arasındaki bu iki farklı tutum, Ortaçağ Skolastik dönemlerin en önemli tartışması haline geldi. Bu tartışma, metodolojik özelliğinin ilerisinde ontolojik ve epistemolojik bir tartışmaydı. Bu tartışmadan Hermeneutik Anlam öğretisi de oldukça fazla revize edildi ve yeniden gün yüzüne çıkarıldı. Skolastik dönemde Aristoteles takipçileri veya nominalistler, Platon’un bilinçteki işaretlerin, düşünce imgeleri tarafından çağrılan taklitler olduğu iddiasının tersine, maddi gerçekliğin bir parçası olarak işaretlerin (dilin fonetik ve yazılı işaretleri, mantık iş aletleri) anlamsal olarak, anlamın kendisi olan evrensellik ve gerçeklik olarak "post rem" olduğunu kabul ettiler.
Tarihte Hermeneutik Anlam öğretisinin temelleri bu iki karşıt argüman zinciri nedeniyle, 2 farklı çeşit altında kategorize edildi.
Doğmatik Hermeneutik
Kutsal Metinler veya değişmesi söz konusu olmayan hukuk ve otorite metinlerinin en doğru biçimde yorumlamayı amaçlar. Yani temel yorumlama amacı, metinin içeriğine zarar vermemektir. Doğmatik Hermeneutik, kritik edildiğinde onun Platonik bir yorumlama eylemi olduğu görünebilinir. Doğmatik Hermeneutik’in konusu olan bir metin, genellikle belirli bir inanç, neden veya ahlak konusunu yanıtlamak, bir davaya karar vermek, belirli bir konuyu onaylamaktır. Doğmatik Hermeneutik’in doğası bu nedenle, kesinlikle konusuna bağlıdır.
Ancak burada Platon ile Doğmatık Hermeneutik’in bağlarının daha iyi anlaşılması adına Platon’un Hermeneutik anlamasına yani onun metodolojisine değinmek önemlidir. Platon, Devlet'teki 7. Mektup kısmında şöyle yazar:
İsimler, dil aracılığıyla tanımlamalar, şeylerin doğasının ürünü olmayan tüm duyusal veriler ve bunlar üzerine algılamalar, doğruluk değeri olmadan doğrulanamazlar. Ancak diyalektik yöntemi kullanırsak, bizler saf ruhun algılaması ışığında, şeylerin doğasını saf aklımızla kavrayabiliriz
Platon, hocası Sokrates’in Septiklere karşı geliştirdiği "evrenseli anlayabiliriz ve aktarabiliriz" öğretisinin temel bir metodoloji ile sağlanması gerektiğini fark etmişti. Bu nedenle bunu gerçekleştirecek yöntem olan, diyalektik yöntemin zorunluluğuyla, varlığın kendi doğasına ulaşabileceğimizi iddia etti.
Diyalektik yöntem, yapılan son tartışma kavramına, "Neyin aracılığıyla?" sorusunun sorulmasını şart koşar. Eğer bir nesneye, "Ne aracılığıyla o oldu?" diye sormazsak, diyalektik süreç gerçekleşemez. Bu yüzden birçok tartışma yöntemi, görünürde diyalektik gibi görünse de Platonik bir diyalektik değildir. "Neyin aracılığıyla?" sorusu, bir yanılgı (doxa) olan nesne ile onun ideali olan düşünsel gerçek (idee) ile bağını acıya çıkartmaktadır.
Yani bu yöntem, bu bölümün başında bahsettiğimiz gibi, yalnızca kendini doğrulamak için kullanılır. Doğrulayamadığı bir durumda da orada diyalektik gerçekleşmediği söylenilerek, yöntem eksik olarak bitirilir. Yöntemin tamamlanma şartı, genel geçer olan sanıların (doxa), düşüncenin gerçeklerine (idee) ulaşmasıdır.
Zetetik Hermeneutik
Doğmatık Hermeneutik’e yöneltilen başlangıç eleştirileriyle temellenir. Septikler, özellikle de Septik Sextus Empricus’un Adversus dogmaticos adlı eserinde Doğmatik Hermeneutik’in yorumlama perspektifini daralttığını ve bu nedenle de Hakikatın değişmez ve yenilenemez hale dönüştüğü eleştirisini yöneltir.
Zetetik Hermeneutik, temel öncüllerini, Doğmatik Hermeneutik’in tam tersi olarak kurgular. Öncelikle yorumlamanın konusu olan tüm sözlü ve yazılı kaynaklar, yorumlanmaya açıktır. Konusu yalnızca Kutsal Metinler veya değişmeyen kaynaklar değildir. Ve tüm metinlerin, kendi içlerinde bir anlam içerdiklerini varsayarlar.
Bu yüzden metnin anlamı, aynı zamanda yorumlayanın da anlamıdır. Bu görüş, metinlerin anlamı söz konusu olduğunda yorumlayanın kendini göstermesi gereken şeye karşı ön yargısız bir açıklık ve tarafsızlıkla durması gerektiğini iddia eder. Bu nedenle yorumlayanın amacı, bu kendini göstermesi gereken şeye karşı açık, tam ve yeterli bir şekilde temsil eden yorumlayıcı teoriler yaratmak olmalıdır.
Elbette ki Doğmatık Hermeneutik görüşünü benimsememek ve yorumun yorumlayan tarafından belirlenmesi, Zetetik Hermeneutik’in bir yöntem değil, yöntemler bütünü olduğunu ortaya koyar.
Hermeneutik ve Ortaçağ Felsefesi
Yunan ve Roma döneminde, hayatın anlamı, varlığın anlamı hatta bir metnin anlamı hakkında bile evrensel bir yorumlama girişimi olamadı. Çeviri, anlama, yorumlama ve açıklama kavramları bu nedenle düşünülmesi gereken önemli kavramlar olarak kaldı. Bu sebeple Antik dönemde Hermeneutik Anlam yönteminin önemi anlaşılamamış ve Aristoteles’in Organon’unda kullanıldığı gibi yalnızca bir Mantık bölümü olarak kalmıştır. Hermeneutik Anlama’nın bu önemli görevini, Yunan ve Roma döneminde "Retorik" üstlenmişti.
Ancak Ortaçağ Skolastik dönemi öncesi ve boyunca başlayan, kutsal metinlerin herkes tarafından kabul görecek evrensel bir yorumlamaya ihtiyaç duyması, evrensel bir yorumlama yöntemine de ihtiyaç duyulduğunun anlaşılmasına yol açtı. Bu ihtiyaç, Doğmatik Hermeneutik’in varlığını en net hissettirdiği zamanları oluşturdu. Bir inanç ve kabulle başlayan yorumlama girişimi, yorumlamayı başlatan inanç ve kabullü desteklemek için kullanılmak istendi.
Ancak burada daha da önemli olan Hermeneutik Anlama’nın aslında yaşam alanına ilk ve güçlü temasının da bu dönemde gerçekleşmiş olmasıdır. Kutsal metinlerin yorumlanmasıyla ortaya çıktığı öne sürülen hakikat, toplumsal yaşamın şekillendirilmesinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle bu yorumlama girişimi, yalnızca kutsal sayılan yazıların yorumlanmasının soyut bir teolojik-hermeneutik girişim değil, Hristiyan yaşamın şekillendirilmesidir. Praksis ilk defa fark edilmese de yorumlama girişiminin temeli haline gelmiştir.
Martin Luther’in 16. yüzyılın başında başlattığı kutsal metinlerin yorumlanması ve aktarılmasıyla ilgili yeni görüş, aslında Hermeneutik Anlama yönteminin gelişmesi dışında aynı zamanda felsefede yeni bir epistemolojik ve ontolojik zemininde oluşturulmasında büyük bir rol oynadı.
Martin Luther, 1521 yılında Yeni Ahit’ın Erasmus tarafından yunanca olarak tercüme edilen çevirisini Almancaya çevirmişti. Martin Luther’in kutsal olarak kabul edilen metinleri Almancaya çevirmesinde iki önemli neden vardı: İlki elbette ki dönemin koşulları üzerineydi. Martin Luther’in çevirisi, kutsal metinleri herkes tarafından anlaşılmasını esas alarak, dönemde en yaygın halk dili olan Almanca ile yapıldı. Bunun nedeni, metinlerin matbaa ile yaygınlaştırılması zorunluluğuydu ve metinlerin basımı Almanca diliyle daha fazla mümkündü. Çünkü dönemdeki Avrupa’da tüm matbaalar Saksonya bölgesinde bulunuyordu. Aslında kutsal metinlerin bu dile çevrilmesi, Almanca’nın düşünce dili olmasında da oldukça büyük bir atılım yaptı. Çünkü hakikate yönelik sözlerin seçilerek Almanca kelimelerle aktarılması, Almanca ile düşünmeyi de zorunlu kılmaktaydı.
Bunun yanında Martin Luther, kutsal metinler hakkında farklı bir yorumsal görüşte ortaya koymaktaydı ve bu görüş, anlamın yorumla ilişkisini de yansıtmaktaydı. Martin Luther, Kutsal metinlerin "yaşayan söz" olduğunu düşünüyordu. Bu "söz" (der Sprech), aynı zamanda anlamla (die Bedeutung) da eşdeğerdi. Tanrı’nın yaşayan sözü, kutsal metinlerde onun varlığından sonra tezahür etti. Bu da kutsal metinlerin okuyucunun diliyle de temas halinde olması gerektiğini hatırlattı.
Sözün o dönemde kullandıgı ve insana aktarıldıgı kelime hangı dil içerisindeyse, Martin Luther için sözü temsil eden dildi. Bu yüzden ölü olan Latin dili, artık yaşayan hakikatı aktarmaya yetemezdi. Kutsal metni anlamak, onu yorumlamakla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıydı. En önemlisiyse her insan yorumlayarak aktarılan Tanrı sözünü, tekrar yorumlanan metinden kendisi yorumlayarak anlamını oluşturmak zorundaydı. Ancak insan, kendisi aracılığıyla hakikati yorumlamayı asla sonlandıramaz. Tanrı’nın sözünü anlamak, yaşam boyunca yorumlamakla mümkündür. Martin Luther tam da burada her insanın keyfi bir yorumlama eylemi içerisine girmesinin önüne geçmenin de önemli olduğunu hatırlatır.
Martin Luther’e göre Tanrı’nın yaşayan sözünün eski dilden aktarılması yorumlamayı zorunlu kılsa da, bu yorumlama belirli ölçütlere sahip olmalıdır. Yorumlamanın temeli, konunun (das Thema) kendisi olmak zorundadır. Korunması gereken şe,y metnin verdiği konu anlamıdır, kelimeleri değil. Böylece konu temelinde başlanan yorumlama, konuya bağlı kalan gramer kullanımı ve söz dizimi ile yeniden düzenli bir şekilde gerçekleşebilecektir. Martin Luther, kutsal metin çevirisinde bu yolu izleyerek, birebir sözcük çevirisi yerine anlamı temel almak için, kelime değişikliklerine gitmekten çekinmemiştir.
Ancak kutsal metinlerin yorumlanmaya ihtiyaç duyduğu ve zorunlu olarak yorumlanması gerektiği görüşü, büyük bir siyasi krize de dönüştü. Hakikatin yeniden yorumlanması meselesi, düşünceler arasındaki karşıtlığı da belirli bir hale getirerek Otuz Yıl Savaşları’nın çıkmasına neden oldu. Bu çatışmanın kökeni, kutsal metinlerin yorumlanması üzerine sorularla ilişkiliydi:
- Kutsal metinleri yorumlama hakkı kimindir?
- Yorumlama ve anlama nasıl olmalıdır? Martin Luther’in öne sürdüğü biçimde kelime değişiklerine gitmek doğru mudur?
- Bir ülkede birden fazla kutsal metin yorumunun olması, siyasi iktidarı ne ölçüde etkiler?
1648’de Westfalyan Anlaşması bu savaşın politik olarak bir çözümü olsa da yorumlamanın kendi özüne dair bir çözüm değildi.
Ortaçağ'dan aktarılan anlama sorunu, özellikle evrenin işleyişine dair temel bir düzen kabulüyle beslenen bir sürecin içerisine girdi. 17. yüzyılda ister bilim insanı ister din savunmacısı olun, evrenin işleyişine dair temel bir düzenin varlığını kabul etmeniz kolay görünmekteydi. Bilim insanları, yorumlamanın ortaya çıkarttığı anlamların farklılıklarını gözlemlediği için, gerçekleştirdikleri bilimsel gelişmelerin bu anlamlardan hangisiyle ilişkilendirebilecekleri sorunuyla da uğraşmak zorunda kalıyorlardı. Örneğin Galileo Galilei’nin Ay uydusu üzerinde gözlemdiği hala oluşumda olan krater gözlemleri, Aristoteles’in Ayüstü alemin farklı fizikle yani doğa ile ilişkili olduğu ve bu yüzden orada mutlak sabitlik ve düzen hakım olduğu görüşünün sürdürülebilir bir anlama sahip olmadığını ortaya koyuyordu. Bu da evrende değişmeyen bir ahenk ve düzen gören diğer bilim insanlarının, bahsi geçen bu düzenin nerede kurulu olduğunu ve gözlemenebilir yeni evren sınırlarının sonuçlarının nasıl anlamlandırılabileceğini düşünülmeleri gerekliliğini ortaya çıkarttı.
Bu yüzden beşeri bilimler ve doğa bilimleri 17. yüzyılda tek bir anlam yöntemine sahipmiş gibi bir arada çalışmaya devam etti. Johannes Kepler, astronomi çalışmalarında evrenin temel hareketliliği üzerine düşünürken aynı zamanda kutsal metinlerin yorum problemiyle de yüzleşmek zorunda kaldı. Johannes Kepler kendini Tanrı’nın doğa kitabını inceleyen bir rahip olarak görüyordu. Doğa bilimleri cennetin kapısını açar, kutsal metinlerse yolu açar.
Peki ama doğanın bilimi artık, Tanrı’nın sözleriyle çelişmeler gösteriyorsa, hakikat nerededir? İşte yalnızca Martin Luther’in açtığı yol ile Hermeneutik Anlam, Praksis ile birlikle yeni bir temel bularak, kutsal metinleri buna göre yeniden canlı bir dil ve canlı bir düşünce biçimiyle yorumlayabilir ve bu yorumlama eylemiyle bu kritik anlam sorununu aşabileceği düşünülmüştür.
Bir eserin başlığı, o eserin sorduğu sorunun konumunu ortaya koymaktadır. Hermeneutik ilk defa bir kitap başlığı olma özelliğini, 17. yüzyılda göstermiştir. 1654 yılında Joseph Conrad Dannhauer, "Hermeneutica Sacra sive methodus exponendarum S. Literarum" adlı bir eser yazdığında Hermeneutik, artık bir "konum" (die Ortung) ve "köken" (die Herkunft) arama yöntemi olmaya başlamıştır. Joseph Conrad Dannhauer bu eserinde esas olarak kutsal metinler üzerine yorum yöntemi geliştirebilmek için, tarihin gösterdiği filolojik ve metodolojik sorunları bir araya getirmiştir. Hermeneutik burada, bir kavramın anlam arayışının temelde, o kavramı işaret eden "Şey’e ait soru" ile başlaması gerektiği çıkarımını belirginleştirmiş ancak henüz kritik etme özelliğini ortaya koyamamıştır.
Baruch de Spinoza, Josep Conrad Dannhauer in ardından kutsal metinlerin anlamı sorununun başka bir boyutunu ortaya göstermiş ve bu sayede Hermeneutik Anlam yönteminin başka bir boyutunu da açığa çıkartmıştır. Baruch de Spinoza, kutsal metinlerin, toplumsal yönetim ve hakikat konusunda başarılı olduğunu düşünmüyordu. Ona göre kutsal metinler, tarihsel etik yasalarını bize gösterebilir ancak hakikatin kendisine dair ilk kaynak olma özelliğine sahip olamaz.
Baruch de Spinoza bu çıkarıma, kendisinin içinde bulunduğu düşünce biçimiyle varır. Ona göre insanın saf aklıyla eriştiği kesinlikler vardı. Bu kesinlikler, yazı yoluyla anlaşılamayabilir ve aktarılamayabilir. Ancak onun gerçekleştirmeye çalıştığı saf akıl öğretisi, saf aklın imkanlarını ortaya çıkartmanın tersine, yorumlamanın tarih içerisindeki kavram değişim ve dönüşümünü ortaya çıkartmış ve asli anlama eyleminin ilk düşünceye geri gitmesi gerektiğini göstermiştir. İlk düşünceye geri dönmek, felsefe tarihine yöneltilen topyekûn kritikle sonuçlanmış ve Hermeneutik Anlam yönteminin kritik etme özelliğini de ortaya çıkartmıştır.
Hermeneutik ve 18. Yüzyıl Felsefesi
Baruch de Spinoza’nın başlattığı bu bakış açısı ister kabul edilsin ister karşı çıkılsın, onun aracılığıyla felsefenin ontolojik zemininde de önemli bir sorun olduğunu bize gösterdi. Platon ile başlayan ontoloji, hiçte bir Şey’in sorusundan hareketle kurulmamış, tersine o şeyin deneyim sahası içerisinde olamadan hakikat olarak orada olduğu ve bir Konum’a (die Position) ancak kendisi aracılığıyla sahip olduğunu dile getiriyordu. Ancak 18.yüzyıldan itibaren hakikat kavramıyla bize kendini gösteren, Praksis üzerinden kurulmaya başlandı.
Immanuel Kant, ortaya çıkarttığı Eleştirel felsefesiyle Hermeneutik Anlama’ya katkıda bulunmuştur. Immanuel Kant’a göre "anlama" (verstehen), düşünce ve tecrübenin gerisindeki temel biri akli yetidir. Her türlü duyu tecrübesi ve düşüncede etkili olan anlama eylemi, insanın yorumlayabilir olduğunun göstergesidir. Ancak anlama ve duyu tecrübesi birliktekullanıldığında, dış dünya nesneleri belirlenebilir. Öte yandan anlama, tecrübeyi ve kendisini ‘kendinde şeylerle’ sınırlar. Bilinmesi mümkün olmayan kendinde şeylerden birisi de ‘bilinç’ veya ‘benin varlığıdir’ (Da-sein) Immanuel Kant’ın bize hatırlattığı en büyük şey, kökensel olarak aradığımız Varlık (Sein) kavramının kendisine dair başlangıcın mümkün olduğu noktayı göstermesidir. Ve bu başlangıç aynı zamanda Hermeneutik’in günümüz anlayışı içinde oldukça önemli bir yere sahiptir.
Ancak Immanuel Kant’tan sonra bu başlangıç ne yazık ki yanlış bir yöne doğrultulmuştur. Alman İdealizm’i özellikle de Johann Gottlieb Fichte, Kant düşüncesindeki "benin varlığı"nın kendisini düşüncede kavrayamaması ve öz-düşünümün imkansızlığını bir sorun olarak görmüştür. Bu sebeple bütün insan bilgisini zihin işlemlerinden çıkarmak istemiştir. Bilincin kendisinin doğadan farklı olması gerektiğine inanan Fichte, düşünmenin ve yapmanın doğrudan bilinç sayesinde olduğunu, bir şeyi ancak bileceğini çünkü onu gerçek kıldığını, yorumladığını söylemektedir. Böylece denilebilir ki Alman İdealistleri, benin varlığını, Immanuel Kant’ın kendi olarak bilinemez kabul ettiği "benin varlığını", yaptıkları eylemlerin bilinebilir faili saymaktadır.
Bunun yanı sıra bilginin (Episteme) kendisini de bir eylem olarak gören Fichte, hem epistemolojik hem de ahlaki bir idealizmi savunur. Benin varlığı, bilme eylemiyle kendi dünyasını yaratır, böylece kendisinin de farkına varabilen benin varlığı, ben olmayanı da tanıyabilir ve onu var eden dünya ile birleşerek "Mutlak benin varlığı"nı’ oluşturur. Bu şekilde yorumu, bir anlam olarak almak ve bu yorumu bir şeyin kendi varlığını gösterdiğini kabul etmek ona aşkınsallık şansı tanır.
Ancak Fichte’nin aksine Hermeneutik Anlama, aşkınsal bir anlamanın mümkün olmadığını çünkü orada duran bir hakikatın ve bizim ona gün ve gün yaklaştığımız bir hakikatin olmadığını söylemektedir. Hermeneutik Anlama, anlama eyleminin kendisine ve anlamayı gerçekleştiren benin varlığını, dünya içindeki deneyimsel anlamdan çıkartır. Anlamanın dünya ile bağının kopmasını engellemek bir Hermeneutik düşünürün temel görevidir.
Friedrich Schleiermacher, Alman İdealizmi ile açığa çıkan benin varlığı sorusunu metinler üzerine anlama eylemiyle birleştirmek istedi. Bir bakıma metinlerin anlaşılması anlayan benliğin varlığını da ortaya koyacaktı. Schleiermacher, Hermeneutik’in Mantık yöntemine karşı olarak bir bilim olması gerektiğini kabul eden hareketin öncülüğünü yaptı. Schleiermacher, 1877 de kendisinden sonra yayımlanan ders notlarında oluşan "Hermeneutik und Kritik" ilk defa hermeneutiği evrensel olarak anlama sanatı veya bilimi olarak kuramaya girişir. Bu eserde Schleiermacher:
- Anlama ve yorumlama sanatı olarak hermeneutiği, sadece kutsal metineri açıklamakta karşılaşıan sorunların çözülmesi olarak kullanılan bır disiplin olmaktan çıkartır.
- Hermeneutiği, en genel anlamda, yazılı ve sözü ifadeleri anlama ve yorumlamanın temel ilkelerinin tespitini yapan ve bu ilkeleri uygulama yöntemleri üzerinde çalışan bir bilim olarak geliştirmeye çalışır.
Schleiermacher, düşüncenin dil ile ifade edilmesiyle ilgilenen retorikle bağlarını keserek, bir anlama yöntemi ve bağımsız bir disiplin olarak hermeneutiği önerir. Düşüncenin yasalarını araştıran mantık, yerini anlamanın kaidelerini araştıran hermeneutiğe bırakmalıdır. Aristoteles’e göre düşünce, bütün insanlarda ortak olan bir yetenektir. İnsan doğasında var olan düşünme yeteneğini zihinsel olmakla beraber, aynı zamanda pratikte gösterir. Fakat düşünmenin özü dilsel değildir. Mantık dile getirilen veya sözel olarak ifade edilen düşüncenin kurallarıyla ilgilidir. Düşüncenin farklı dilleriyle ifade edilmiş olması, mantığın kurallarının aynı oldığu gerçeğini değiştirmez. Dolayısıyla Aristoteles Mantığının çıkış noktası dilin sadece düşüncenin bir aracı olduğu düşüncesidir.
İnsan önce düşünür, düşünceyi en iyi ifade edecek kelimeyi seçer ve onu dile getirir. Konuşmanın yönlendirilmesiyle ilgili kuralları tespit etmek, retoriğin konusudur. Bu yüzden Hermeneutik Aristoteles’in mantığından türetildiği ve onun bir alt başlığı göründüğü dönemde, ya retorik üzerinde ya da tek yönlü ifadelerin mantıksal yapısı üzerinde durulmuştur. Halbuki, aslında anlama süreci olarak hermeneutikte birbirini tamamlayan iki yöntem söz konusudur.
Bu nedenle Schleiermacher, iki temel yöntemi kullanan bir bilim olarak hermeneutiği geliştirmeye çalışır. Bunlardan birincisi, Gramatik yöntem, ikisicisi ise Psikolojik veya Teknik yöntem olarak adlandırılır. Schleiermacher’e göre anlamak (verstehen), genel bir sorundu. Oysa ona kadar olan süreçte anlamak sıradan kabul edilerek, anlamamak (nicht verstehen) sıradan kabul edilmiştir. O bu temel varsayımı tersine çevirerek anlamamak doğal bir süreç iken, anlamak sıra dışı bir süreç olduğunu söyler.
Dolayısıyla Schleiermacher, Hermeneutik’i bu çıkış yolundan hareketle karakterize eder. Bir şeyi anladıktan sonra bunun ne anlama geldiğini ifade etmek, anlaşılan şeyin yorumudur. Buradan hareketle Schleiermacher anlamanın olağan dışı olmasının yalnızca yazılı metinler için değil sözlü ifadeler içinde geçerli olduğunu söylemektedir. Olağan olan şey, karşınızdaki bir bireyi veya metni anlayamamaktır. Mademki hermeneutik en genel anlamda fesefenin konusu olan düşünmeyle alakalıdır, düşünceyi anlamakta karşılaşılan sorunları giderme yöntemi olarak hermeneutik de felsefenin konusuna dahildir. Çünkü hermeneutik felsefi bir anlama yöntemidir.
Schleiermacher’e göre nasıl ki her türlü söz bir dilin bütünlüğü içinde anlamlı ise, aynı şekilde bir sözü ortaya çıkaran düşüncede, onun gerisindeki öznenin düşünce bütünlüğü içinde anlamlıdır. Ayrıca dil, konuşmayla gelişir. Dil ile düşünce, dil ile söyleme birbiriyle karşılıklı etkileşim halidir. Hermeneutik’i geliştirmek için Schleiermacher böyle bir dil anlayışından hareketle yola çıkar. Bir konuşma eylemi, yalnızca bireyin kendi şahsi gelişim sürecinde anlaşılmaz tersine ancak bir dilin bütünlüğü içindeki ilişkisiyle anlaşılır. Yani ortaya çıkan ifade, sadece o şahsın kendi kişisel sınırları içinde değil, bütün bir dilin sınırları ıçınde anlaşılabilir. Schleiermacher yazılı ve sözlü ifadelerin üç unsuru olduğunu söyler:
- Gramatik unsur
- Tercihi etkileyen tarihi unsurlar
- Düşüncenin unsurlar
İşte bu unsurları ortaya çıkartmak için Hermeneutik, kendisinin iki alt yöntemi olan Psikolojik ve Gramatik yöntemi kullanır.
Her türlü dilsel ifadenin aslında gerisindeki düşünce sürecini yansıttığını düşünen Schleiermacher, işe gramatik yöntemle başlar. Mecazi anlamları anlamak için, dil dışında bir şeye başvurmaya gerek yoktur. Bir metinde herhangi bir konu veya ifade, yazar ile ilk muhatapları arasındaki ortak dile dahil edilerek, ona bağlı olarak belirlenmelidir. İkincisi ise, her bir kelimenin anlamı, içinde geçtiği bağlama göre belirlenmelidir. Bu ise, yazarın kendine özgü kastını ve düşüncesini tespit edilmesi anlamına gelir. Schleiermacher şunu demek istemektedir: Yazılı metinlerin anlamı sınırlandırılamaz. Bu anlam geniştir, sınırsızdır ve böylece de yorumlama açısından sürekli yenilemeye, bir metnin sürekli yeniden anlaşılabilir olmasına imkân hazırlar.
Psikolojik yöntemin iki esas ilkesi vardır. Birincisi her eserin telifinin belli bir dili olduğu gibi, bu dilin de kendisine ait bazı özellikleri vardır. Bu özelliklerin, genel olarak gözden geçirilmesi, aynı zamanda yazara özgü düşüncenin mahiyetini anlamamıza yarar. İkinci ilke eserin yazarın düşünce yapısının bütünlüğü içinde anlamakla ilgilidir. Psikolojik yöntemin birinci kısmı yazarı kendine özgü bir birey olarak anlamasını sağlayacak, ikincisi yazarı belirli bir alanda belirli bir tür içinde eser veren diğer düşünürler arasında genel bir tip altında karşılaştırmalı olarak değerlendirmeye yaracaktır. Ne zaman ki bu iki yöntem birbirini tamamlarsa ve biri diğerinin yerine geçtiğinde de aynı sonuç alınabiliyorsa, o takdir de anlama sorunu çözülmüştür.
Schleiermacher yazana yönelik sorgulamanın da mümkün olduğunu söyler. Çünkü, ortaya çıkarılan düşünce, yazarın düşüncesi olacaktır. Yazarın sınırsız bir dil içinde, belirli kelimeleri seçmiş olmasının nedenlerinden hareketle, o şahsın kendine özgü düşünce yapısını da anlamamız olasıdır.
Hermeneutik ve 20. Yüzyıl Felsefesi
Hermeneutik Anlama yönteminin en büyük değişimi 20. yüzyılda başlayan ve özellikle tüm düşünce tarihine yönelik ontolojik bir başkaldırı olan Martin Heidegger felsefesiyle oldukça ilişkilidir. Martin Heidegger, anlamaya yönelik bir başlangıcın öncelikle unutulan soruları hatırlamakla başlanması gerektiğini, bu sorulara verilen kavramların değişim ve dönüşümünü görmek içinse sorunun kendini ilk ifşa ettiği yere dönerek düşünmemiz gerektiğini söyler. Martin Heidegger, ontolojinin bir anlayan bilinci arama tarihi olduğunu ve anlayan bilinci, kendisi içerisinde olmadan apaçık bir şekilde anlayabildiğimiz yanılgısında olduğumuzu söyler. Bu yüzden düşüncenin tarihi kendi kendini kanıtladığı varsayılan kavramların gölgesinde kendisine ait soruları unutmuştur. Eski düşünceye geri dönmenin tek yolu, unutulmuş soruları hatırlamaktır. En önemli soru ise Varlık sorusudur. Varlığın ne olduğu sorusu, ontoloji ile değil ancak Fundamental ontoloji ile mümkündür.
Martin Heidegger hocası Edmund Husserl’in açtığı yoldan ilerlese de, onunda anlayanın varlığını unuttuğu söylemektedir. Algının ve dolayısıyla her türü bilinç edimlerinin zaten bir tür yorum içerdiğine dair Husserl’in öngörüsü, Heidegger tarafından değerlendirilir ve geliştirilir. Heidegger önce, özne-nesne ayrımına dayalı epistemoloji kuramlarını reddeder. Dış dünyanın tecrübesine karşı, öznenin iç dünyasındaki tecrübe birikimi veya zihinsel bir tutum olarak anlama yerine, bir edim olarak anlamayı koyar. Anlama zihinsel bir bilişim değil, varoluşsal bir yatkınlıktır. Zihinsel kavrama, anlamadan türeyen ikincil bir tür bilmedir. Anlama ise, değişik yollarla kendisini dışa vuran insan varlığının varoluşsal özelliklerinden biridir.
Husserl’in yönelimsellik, yani özne ile nesne arasındaki karşılıklı ilişki dediği şey, Martin Heidegger tarafından ‘’dünya-da-varlık’’ (Da-sein in der Welt) olarak ifade edilir. Dünya bilen özne için epistemolojik olarak yabancı duran nesnel bir şey değildir. Dünya, varoluşssal anlama içinde açığa çıkar. Ayrıca "dünya-da-varlık" olarak insanın anlaması ile dünyanın varlığı (Sein der Welt) birbirinden ancak soyutlama yoluyla ayrılabilir.
Martin Heidegger’in gerçek (die Realitat) ve konum (die Position) arasındaki ilişkiye yönelik düşünceleri, Immanuel Kant’ın bize gösterdiği bilenin varlığının bir konum olarak anlaşılması görüşü, Martin Heidegger tarafından dikkate alınarak, insanın varlığı olan "Da-sein" ile "Dünya" arasında bir ilişki kurulur. Anlama, yanlızca dünya içinde bir anlamadır. Heidegger, her şeyden önce anlamanın neye göre olduğunu nasıl bır ufuk içinde gerçekleştiğini ortaya koymamız gerektiğini düşünür. İnsan varoluş yapılarına yönelik fenomenolojik cozumleme, insanın kendi varoluşunu ortaya serecektir. Bu yapılar, zamansallık (die Temporalitat), anlamak (verstehen) dilselliktir (die Sprachlich).
Yalnız anlamanın değil, dilsellik ve zamansallığın da insan varoluşunun yapıları içinde birlikte düşünülmesi, hermeneutik açıdan yeni bir ufuk açar.
Anlama, yalnızca bir zihinsel tutum ve iç tecrübe değiş, öncelikle bir edimdir, eylemdir. Anlama ile dile getirme, aslında aynı eylemin iki farklı yönüdür. Dolayısıyla insan, zaten sürekli olarak dünya-da varlık olarak ve ilişkilerinin toplmından oluşan dünya da varlık olarak anlama içindedir. Burada anlama, daha önce F. Nietzsche’nin öne sürdüğü, hiçbir ahlaki gerçekliğin olmadığı, sadece ahlaki yorumların bulunduğu göreceli bir dünyadaki bir tutuma işaret etmez. Nihilist yaklaşıma göre, gerçeklik sorunu temellendirilemediği için, ancak yorum vardır. Gerçeğın anlamını kavrayamayız. Ayrıca yorum, anlamayı takip eden öznel bir edim olarak düşünülürse, gerçeklikle ilgili nesnel bir anlama mümkün olmayınca, her türlü yorum nesnel bir edimin ifadesine dönüşür. Heidegger’e göre ise zaten hayatın, insan varoluşunun (Da-sein) kendisini dışa vurma temeli anlamadır. Varoluş imkanlarıyla ilgili tasarımlara göre anlama, dünya da varlık olan insan varlığının ontolojik yapısına aittir. Dünya ile ilişkimiz bir anlama ilişkisidir. Bu ilişki eksenini oluşturan şey ise zamansallıktır. İnsan varoluşunun zamansallığı bulunur. Ve insanın varoluşu zaten zamansaldır. Demekki konum olarak aranan Da-sein anlama ile zamansallıkla buluşur. Çünkü zamansal olan aynı zamanda konuma da sahip olarak benin varlığına ulaşır.
Martin Heidegger tarafından kullanılan şekliyle Hermeneutik, anlamanın döngüselliğini tasvir eder. Anlama ise, bir şeyi, "şöyle bir şeydir" demeden önce "bir şey olarak" kavrama biçimidir.
Sözü (logos) bir şeyi gösteren ve işaret eden gösterge olarak düşünen Heidegger’e göre, söz ayrı bır seslendirme ve bir açığa çıkma olduğu için, önerme (Apophansis) ve birleşme veya bir araya getirme (synthesis) mümkündür. Önerme iki şeyi birlikte gösteren bir ifade olarak düşünülürse, bu şeyleri açığa çıkaran dilsel durum, önermeden daha önce gelir. Hermeneutik, öncelikle dil tarafından bir şey olarak gösterileni (phenomenon) sey olarak görmeye, saymaya, yani ön-anlamaya işaret eder. Sözün, açığa çıkarmak, sergilemek, anlatmak, saymak anlamındaki bir kelimeyle (legein) kök bağlantısına vardır. Bu kelime ise Almancada yorumlama, açıklamak anlamlarına gelen "Auslegung" kelimesiyle ifade eder. Anlama, yorumlama ve uygulama olarak ayrı ayrı degerlendırılen hermeneutik süreç, Martin Heidegger tarafından birliktelikle ele alınır.
Martin Heidegger’in ortaya koyduğu bu biçimle Hermeneutik Anlama yöntemi, varlığın ve varlık sorunu kendine soru edinen benin varlığı, yani insanın varoluşunu, anlama yöntemi olarak revize edilir. Bu süreç, içerisinde bulunduğumuz Kritik Hermeneutik Anlama’nın zeminini oluşturur.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 3
- 1
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- H. Gadamer, et al. (1978). Seminar: Die Hermeneutik Und Die Wissenschaften. Yayınevi: Frankfurt am Main 1. sf: 238.
- K. Scholder. (1988). Ursprünge Und Probleme Der Bibelkritik Im 17. Jahrhundert. Ein Beitrag Zur Entstehung Der Historisch-Kritischen Theologie. Yayınevi: FGLP 10. Reihe 33, München.
- I. Kant. (1965). Critique Of Pure Reason,Çev Norman K. Smith. Yayınevi: Newyork st. Martin’s Press,.
- J. G. Fichte. (1962). Sicence Of Knowledge: With First And Second Introduvtions,Ed, Çev:p.heath, J. Lachs. Yayınevi: Cambridge Un. Press. sf: 463.
- F. D. E. Schleiermacher. (1972). Hermeneutik. Yayınevi: ed Heinz Kimmerle, Heidelberg: Karl Winter.
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 17/11/2024 12:49:10 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/10804
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.