Bunu iddia etmek için iki sebep olabilir. Normalde de bu tarz şeylere inanan ya da inanmaya meyilli bir kişi, bu denli dehşet verici bir olayın tetiklediği ileri seviye stres sonucuna bağlı olarak bunu gerçekten deneyimlediğini zannetmiş olabilir ya da çevrenin etkisi fark etmeksizin bu fikri zaten hep ileri sürebilen bir kişi, ortamın böyle bir fikre inanılma ihtimalini güçlendireceğini düşündüğü için durumdan yararlanmış olabilir. İlk olasılık bu şartlar altında çok normal olacaktır. İkinci olasılık sanrılı bir kişiliğe işaret etse de, içine doğduğumuz medeniyetin inanışlara yönelik çok uzun zamanda kökleşmiş yapı taşlarının olması ve bu yapı taşlarının belirli toplulukların sosyal yapılarında daha çok etkili olabilmesinin bazı insanların bu sanrılara kapılmasına sebep olması da aslında normaldir.
"Olmadığını kanıtlayamıyorsan yok diyemezsin" argümanı aslında rasyonel, bilimin metoduna uygun ve bakış açımızda olması gereken bir önermedir. Ancak bu önerme görüldüğü üzere tehlikeyi de beraberinde getiriyor, kendini ve insanları kandırabilmek için mükemmel bir zemin hazırlıyor, olmadığının kanıtlanması imkansız olacak şekilde dizayn edilebilen fikirlere olanak sağlayarak insanlığın üzerinde "Yok diyemediğine göre olabilir"lerle örülmüş bir karanlık yaratıyor. Olmadığının kanıtlanamamasından ötürü, doğal olarak bunların olmadığının kanıtlanması imkansız olacak şekilde dizayn edilmiş fikirler olduğu kanıtlanamayacağı için bu kısır döngünün içerisinde çırpınıp duruyoruz. Bilimin etrafımızda olup bitenin ne olabileceğiyle ilgili yarattığı perspektif, düşen yıldırımı anlamlandırmak zorunda bırakan zekayla korkunun tanışması ve bu tanışmanın ürünü olarak dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durduğunu zannetmemizin üzerinden çok vakit geçmediğini göz önünde bulunduracak olursak, cinler, periler, ruhlar, melekler, şeytanlar ve benzerlerinin, yokluğu kanıtlanamasa da hiçbir gerçekliği bulunmayan hayal ürünleri olduğu kolaylıkla söylenebilir.