Zihinsel Bozukluklara Sahip İnsanlara Yaklaşım Zaman İçinde Nasıl Değişti?
İnsanlık olarak bilmediğimiz ve anlamlandıramadığımız her şeye kuşkuyla yaklaşırız. Aslında bu, tipik bir hayvan davranışıdır. Yalnız burada bizi, diğer çoğu hayvandan ayıran bir özelliğimiz devreye girer: Bilinmeyeni öğrenme merakı.
İşte bu merak bizi ileri götürür; bilimi, sanatı, dini, siyaseti, felsefeyi ve birçok kavramı geliştirir; kısaca medeniyetin oluşumunu ve gelişimini sağlar. Evet, sonuç çoğunlukla güzeldir; ama süreç acı verici tecrübelerle doludur.
Bugün, geçmişte yapılan damgalamalar ve tanımlamalar yüzünden günümüzde hala korku içeriklerinin gözdesi olan ruhsal bozukluklardan ve insanların bu hastalıklara sahip kişilere yaklaşımından bahsedeceğiz.
Psikopatolojinin Tarihi
Dinlerin ve inanışların evriminden sonra, insanlar başlarına gelen her iyi ve kötü olaya tanrısal bir müdahalenin sebep olduğunu düşünmeye başlamışlardır. İnsanlık olarak her şeyi isimlendirme ve gerekçelendirme çabamız, yukarıda bahsettiğimiz anlam arayışından kaynaklanmaktadır. Bu sayede örneğin bir depremin, bir sebepten ötürü insanlara kızan tanrılar tarafından onları uyarmak veya cezalandırmak için gönderildiğini düşünürüz. Yoksa neden yer sarsılıp da evlerimizi başımıza çökertsin ki? Eğer bunun sebebinin "ceza amacıyla" bir tanrının sebep olduğuna inanırsak, bu cevap doğru da olsa yanlış da olsa gözlediğimiz olguya bir gerekçe, bir açıklama, dolayısıyla bir anlam sunmuş olur. Bilim de özünde böyle doğmuştur: Birileri çıkıp bu inanışların ne denli doğru olduğunu sorgulamaya, yanlış olanların aksini ispat etmeye ve sadece doğru olduğundan emin olabileceğimiz cevapları ortaya çıkarmaya çalıştığı andan itibaren, bilim de gelişmeye başlamıştır.
Depremlerdekine benzer bir durumu ruhsal bozukluklarda da görmekteyiz: Tarih boyunca ruhsal bozukluklar için önce doğaüstü ve ilahi; sonrasında biyolojik ve psikolojik birçok açıklama yapılmıştır ve hala daha yapılmaktadır. Yazımızın bu kısmından itibaren, bu açıklamalarda bir yolculuk yapacağız.
Erken Demonoloji Dönemi
Kötü bir ruh ya da varlığın kişinin içinde yaşayabileceği ve onun bedenini ve zihnini kontrol edebileceği öğretisi demonoloji olarak adlandırılır. Demonolojik düşüncelerin örnekleri her toplumda bulunur ve bazı inançlı kesimlerce halen sürdürülen bir öğretidir. Örneğin günümüzde insanlar ellerinde beliren lekelerin "cin" adı verilen hayali yaratıklardan kaynaklandığına inanmaktadır (halbuki lekelerin nedeni mantarlardır). Bir diğer örnekse, Markos İncili 5:8'de İsa'nın, şeytan tarafından ele geçirilmiş ve artık zincirlerle bile zapt edilemeyen bir adamın içinden şeytanı çıkarması anlatılır.[3]
Yani demonolojik öğretilerin takipçilerine göre tuhaf, toplumun genel kanısına uymayan davranışa sahip insanların, "kötü bir ruh" tarafından ele geçirildiğine inanılırdı ve bu kişinin vücudunun şeytan için yaşanılamaz bir yer olması amacıyla bazı "tedaviler" uygulanırdı. Şeytandan etkilendiği düşünülen kişilere yemek verilmez, tadı inanılmaz kötü karışımlar içirilir hatta şeytan vücudu terk etsin diye kişi kırbaçlanırdı.
Hipokrat Dönemi
Modern tıbbın babası kabul edilen Hipokrat, tıbbı doğaüstü yaklaşımlardan uzaklaştırmaya çalışmıştır. Tanrıların cezalandırmak için hastalık gönderdiği görüşünü reddetmiş ve bunun yerine diğer hastalıklar gibi ruhsal hastalıkların da biyolojik bir sebebe dayandığını, dolayısıyla tedavi edilebileceği görüşünü savunmuştur. Dahası, ruhsal hastalıkların beyinde meydana gelen bir sorun sonucunda geliştiğini düşünen ilk kişilerdendir. Sevinç, haz, kahkaha, şaka, hüzün, keder, üzüntü ve ağlamanın beyinden gelen tepkiler olduğunu iddia etmiştir. Platon da Hipokrat'ı takip ederek beyni, psikolojik faaliyetlerin merkezi olarak kabul etmiştir.
Hipokrat'a göre hastalıklar, vücütta bulunun kan, kara safra, sarı safra ve balgam olarak adlandırılan dört sıvının dengesizliği yüzünden meydana gelirdi. Balgam beyinle, kan kalple, sarı safra karaciğerle, kara safra da dalakla özdeşleştirilmişti. Bir kişi halsiz ve donuksa vücudunda fazla balgam olduğu varsayılırdı. Kara safranın fazlalığı melankoliye, sarı safranın fazlalığı endişeye ve irritabiliteye, fazla kanın da değişken mizaca neden olduğu düşünülürdü - ki bu genel yaklaşıma "suyuk öğretisi" denmektedir.
Suyukların her biri, doğa felsefesindeki her şeyi yaratan dört elementle yani ateş, hava, su ve toprak ile özdeşleştirilmişti. Bu sayede hastalıkların da doğanın bir parçası olduğu kabul edilmiş ve hastalık sırasında vücuttan çıkan sıvıların doğal savunma mekanizmasının ürünleri olduğu düşünülmüştür. Dolayısıyla suyuk öğretisinin temelinde hastalığa şifa verenin doğa olduğu görüşü yatıyordu. Hipokrat ve öğrencileri de hastalığı iyileştirmek için doğal olarak gerçekleşen bu sürece yardım etmeye başladılar. Örneğin, lokal yangı ya da ateşlenme durumlarında vücutta fazla kan olduğu ve vücudun bu fazla kandan kurtulması için yardıma ihtiyacı olduğu düşünülürdü ve yardım etmek için hastadan kan alınırdı. Kan almak en eski ve uygulanması ısrarla sürdürülmüş sağaltım yöntemlerinden biridir.
Suyuk öğretisi ile alakalı detaylı bilgiyi Hipokrat'tan çok, Antik Yunan tıbbının diğer bir devi olan Galen'den (Galenos) öğreniyoruz. Galen, yaptığı hayvan diseksiyonları ile birlikte mevcut anatomi bilgilerini daha ileri taşımış ve suyuk öğretisi ile birleştirmiştir.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Karanlık Çağlar ve Demonoloji
Antik Yunan tıbbının son büyük hekimi kabul edilen Galen'in ölümü, Batı Avrupa'da tıbbın Karanlık Çağı'nın başlangıcı kabul edilir. Bu dönemde kilise nüfuz kazanmış, papalık ve devletten bağımsızlığını ilan etmiştir.
Bu noktada kiliseler, artan otoriteleri sayesinde doktorların yerini almaya başladılar. Rahipler, ruhsal bozukluğu olan kişilere; dua ederek, onları kutsal emanetlere dokundurarak ve iksirler içirerek tedavi etmeye çalışırlardı. Bu dönem boyunca ruhsal bozuklukların doğaüstü nedenlerle olduğu fikri tekrar güçlendi.
Her Şeyin Suçlusu "Cadılar"!
13. yüzyılın başında Avrupa'daki insanlar, yaşadıkları salgın hastalıkları ve sosyal huzursuzlukları açıklamak için tekrar demonolojiye döndüler. Kilisenin de etkisiyle insanlar, farklı görünüşte, toplumun değer yargılarına uymayan ve çoğu ruhsal bozukluğa sahip insanları "cadı" olarak suçlamaya ve onlara keyifle zulmetmeye başladılar.
1486 yılında Dominikan Tarikatı rahibi Heinrich Kramer tarfından yazılan Malleus Maleficarum (Cadının Çekici) adlı kitap, cadı avı için resmen rehber niteliğindeydi. Bu kitapta, ani akıl kaybının şeytan girmesi belirtisi olduğu ve şeytanın kovulması için tavsiye edilen yöntemin kişiyi yakmak olduğu anlatılıyordu. Bundan yola çıkan kitleler, sadece yakma yoluyla değil, asma, boğma, kazığa oturtma gibi vahşet verici yöntemlerle "cadı" olduğuna inandıklarını katlettiler.
Demonoloji, diğer ülkelerde Avrupa'da olduğu kadar revaçta değildi. Örneğin İslam coğrafyası Yunan tıbbının öğretilerini devam ettiriyordu. Aslında Avrupa'da da bu geriye dönüş çok uzun sürmedi. Avrupa şehirleri büyüdükçe kentsel otoriteler güçlenmeye başladı. Kentsel otoriler bazen kiliseye destek çıkıyor bazen de kiliselerin bazı görevlerini devralıyorlardı. Bu görevlerden biri de ruhsal rahatsızlığı olan hastalara bakım vermekti. İngiltere yasaları, ruhsal rahatsızlığı olan insanların hastaneye yatmasına izin vermişti.
Akıl Hastaneleri Dönemi
Kayıtlara göre Bethlehem'in St. Mary Manastırı, 1403'te ruhsal hastalığı olan 6 erkeğe ev sahipliği yapmıştı. 1547'de de sadece ruhsal bozukluğu olan hastaların kapatıldığı bir hastane oldu. Hastanedeki koşullar içler acısıydı ve bu hastane için kullanılan "tımarhane" ifadesi, toplumda korkunç karşılıklar bulacaktı.
İnsanlar, buradaki hastaları izlemek için resmen sıraya giriyorlardı. Bethlehem, İngiltere'nin en büyük turistik merkezlerinden biri haline gelmişti. 19. yüzyılın sonunda hastaları izlemek bir eğlence olarak görülüyordu. Öyle ki 1784'te Viyana'da inşa edilen Lunatics Tower'da ("Deliler Kulesi") hastalar, dışarıdan izlenebilecekleri odalara kapatılıyordu.
Bu hastanedeki tedaviler de oldukça acımasızdı. Amerikan psikiyatrisinin babası kabul edilen Benjamin Rush, ruhsal bozuklukların beyinde biriken fazla kandan meydana geldiğine inanırdı; bu nedenle en sık uyguladığı tedavi, hastadan büyük miktarda kan almaktı.
Pinel Reformları
Hastaların duvarlara bağlandığı, hareket etmelerine izin verilmediği, karanlık ve bakımsız odalarda tutuldukları, yetersiz beslendikleri, alay edildikleri bu dönemde, Paris'te La Bicetre Hastanesi'nde göreve başlayan Philippe Pinel, hastaların bu koşullarda iyileşemeyeceğinin farkına vardı. Bu durumu düzeltmeye karar vererek, daha etkili çözüm yollarının neler olabileceğini araştırmaya başladı.
Bu süreçte yaptığı yenilikler sonucunda akıl hastalarının odaları daha havadar hale geldi, hastalar mümkün olduğunca temiz hava alıyorlardı, yemekler güzelleşmişti. Ama bu reformlar, o dönemde sadece yüksek tabakadan hastaları kapsıyordu. Alt tabakadan hastalar hala toplumun eğlence konusuydu ve resmen işkenceye maruz bırakılıyorlardı. Yine de bu reform süreç içinde ruhsal rahatsızlığı olan hastalara bakış açısını değiştirmiş, hastaneler bu reform doğrultusunda yenilenmeye başlamışlardı.
Avrupa'da ve Amerika'da kurulan hastaneler artık çoğunlukla insancıl tedaviler uyguluyorlardı. Ahlaki tedavi olarak bilinen bu görüşe bağlı olarak, hastalar daha uygun koşullarda tutuluyor, kitap okuyabiliyor, birbirleriyle ve doktorlarla iletişim kurmaya cesaretlendiriliyorlardı. Dahası hastanelerde 250 hastadan fazla hasta bulunmuyordu.
Akıl Hastanelerindeki Nüfus Artışı
19. yüzyılın sonlarına doğru Boston'da okul öğretmeni olarak çalışan Dorothea Dix'in çabalarıyla 32 devlet hastanesi daha açıldı. Açılan kamu hastaneleri sayesinde özel hastanelerde barınamayan hastalar buralarda tedavi görmeye başladılar.
Ancak artan hasta sayısı bazı sorunları beraberinde getirdi. Öncelikle ahlaki tedavinin temelinde yer alan bireysel yaklaşım, personel yetersizliği yüzünden sağlanamadı; bu da ahlaki tedavinin etkisini azalttı. Dahası, açılan hastaneler, hastalıkların biyolojik ve fiziksel özelliklerini araştıran doktorların yuvası haline gelmişti. Bu gelişme sayesinde günümüz psikiyatrisi daha sağlam zeminlere oturmaya başlamıştı.
Yeni "Tedavi" Yöntemleri
Akıl hastanelerindeki nüfus artışı ve doktorların artan merakı, ortaya oldukça radikal "tedavi" yöntemlerinin çıkmasına neden oldu. Geliştirilen bu yeni yöntemler ise bir sürü masum hastanın hayatını kaybetmesine sebep oldu. Günümüzde bu tedavi yöntemlerinin çoğu kullanılmasa da yararlılığı kanıtlanmış ve hala kullanılan bazı tedavi yöntemlerinin gelişmesi de bu dönemde olmuştur.
Lobotomi ve Psikocerrahi
Lobotomi, duygudurum bozuklukları ya da şizofreni gibi hastalıkları tedavi etmek için kullanılan psikocerrahi yöntemlerinden bir tanesidir. Genel olarak kafatasına bir delik açılarak beynin düşünme, karar verme, kişilik oluşturma gibi önemli görevleri yerine getiren prefrontal korteksindeki bağlantıları koparma işlemidir.
Lobotomi, revançta olduğu dönemde bile deneysel kabul edilmemiştir yani yararlılığı kesin olarak kabul edilmemişti. Çoğu lobotomi işlemi sonrası hastalarda ya geri dönüşümü mümkün olmayan yan etkiler ortaya çıkıyordu ya da ölümler yaşanıyordu. Başarısız lobotominin en popüler örenklerinde biri, John F. Kennedy'nin kız kardeşi Rosamery Kennedy'e yapılan lobotomi işlemidir. 1941'de artan nöbetlerini ve aşırı ruh hali değişimlerini tedavi ettirmek için lobotomi yaptıran Rosamery Kennedy, işlem sonrası konuşma ve yürüme yeteneğini kaybetti ve kişiliğinde bariz değişiklikler meydana geldi.
Antipsikotik ilaçların gelişmesi ile birlikte lobotomi işlemi popülerliğini kaybetti ve 1980'lere gelindiğinde tüm dünyada uygulamadan kaldırıldı. Ancak bu günümüzde psikocerrahinin olmadığı anlamına gelmez. İlaçla ve terapi ile düzelme göstermeyen bazı hastalar, yararlılığı kanıtlanmış psikocerrahi yöntemlerinden yararlanabilirler.
İnsülin Koma Tedavisi
1927'de Manfred J. Sakel, yoksunluk krizi yaşayan morfin bağımlılarına insülin enjekte ederek onları sakinleştirmeye çalışırken hastalarından birine yanlışlıkla aşırı dozda insülin enjekte ederek hastanın komaya girmesine sebep oldu. Hasta aşırı dozdan kurtulduktan sonra Sakel, hastanın zihinsel durumunda bir iyileşme gözlemledi. Bu gözlemi daha sağlam zeminlere oturtmak için şizofreni hastalarına aşırı dozda insülin enjekte ederek hastaları komaya sokmaya başladı.[5] Yaptığı ilk çalışmalardan sonra özellikle şizofrenisi yeni başlayan hastalarda bazı iyileşmeler gözlemledi. Bu sonuçlardan cesaretle kullanımı yaygınlaşan tedavinin aslında çok da faydalı olmadığı çok geçmeden anlaşıldı. Komaya sokulan hastaların bazılarının koma hali uzuyor bazıları da ne yazık ki ölüyordu. Kaldı ki komadan kurtulan hastaların da anlamlı bir iyileşme gösterme oranı tatmin edici değildi. 1960'lara gelindiğinde yerini yavaş yavaş elektrokonvülsif tedaviye bıraktı.
Elektrokonvülsif Terapi (ECT)
Elektrokonvülsif Terapi (ECT), aynı insülin koma tedavisinde olduğu gibi beyinde nöbetleri tetikleyerek şizofreni, depresyon, bipolar bozukluk gibi rahatsızlıkların tedavisinde kullanılan yöntemlerden biridir.
1930'ların sonunda İtalya'da icat edilmiştir. Bu süreçte psikiyatristler nöbetlere neden olmanın hastalıkların semptomlarını hafiftebileceğini keşfetmişlerdi. ECT'den önce nöbetler Metrazol denilen bir ilaç ile yapılıyordu. Ancak bu ilaç hastalarda nöbet öncesi derin bir korku hissi uyandırıp hem kendilerine hem de çevrelerine zarar vermelerine neden oluyordu. İronik bir şekilde Metrazol'un yarattığı bu etkilerden dolayı doktorlar ECT'yi gündeme getirdiler.
ECT de aynı lobotomi gibi namı kötü olan bir tedavi yöntemidir. Bu damglamanın nedenlerinin başında da filmlerde ve dizilerde ECT'nin karşımıza sıkça bir tehdit ve işkence yöntemi olarak çıkmasıdır. Bunun en kült örneklerinden bir tanesi 1975 yapımlı "Guguk Kuşu" filmidir. Elbette ki filmlerdeki her şeyi doğru kabul edemeyiz. Ancak 1950-1960'lı yıllara ait birçok rapor, ECT'nin bir tehdit unsuru şeklinde kullanıldığını da doğrulamaktadır. Tabii günümüzdeki ECT uygulamasıyla o dönemlerdeki ECT uygulamasını aynı kefeye koymak büyük haksızlık olur. Günümüzde nöbetin yan etkilerinden ve fizyolojik zararlarından korunmak için işlem anestezi altında yapılıp hastalara kas gevşetici ilaçlar verilmektedir.
ECT bütün bu damgalamalara rağmen günümüzde sıkça tercih edilen tedavi yöntemlerinden biridir. Ancak bu ECT'ye karşı eleştirilerin bittiği anlamına gelmez. ECT'nin tartışılmakta olan bir numaralı sorunu hafıza kaybı. ECT'nin terapi sonrası hastalarda kısa süreli bir hafıza kaybı yaptığı bilinmekte ve bu geçici bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Ancak ECT'nin kalıcı bir hafıza kaybına sebep olma ihtimali endişeleri artırıyor. Birçok klinisyen bu vakaların çok nadir olduğunu ve getirilerinin yanında alınabilecek bir risk olduğunu düşünmektedir.
Sonuç
Psikiyatri, çok karmaşık ve bazı konularda görüş biriliğine varılması neredeyse imkansız bir alan. Dolayısıyla her yeni bir günde dün bildiğimiz şeylerin ne kadar doğru olduğunu tartışıyoruz. Hastalıkların nasıl oluştuğu, teşhis koymak için gerekli kriterlerin ne kadar kapsayıcı olduğu, normalin ve anormalin ne olduğu, tedavilerin ne kadar etkili olduğu ve bunun gibi birçok konu hala tartışılmaktadır. Ve bu tartışmalar hiçbir zaman da bitmeyecek. Önemli olan ve bizi daha ileri taşıyacak olan şey, karşılaştığımız problemlere karşı rasyonel ve etik bir duruş sergilememiz.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 17
- 5
- 4
- 3
- 2
- 1
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- A. M. Kring, et al. (2015). Anormal Psikolojisi. ISBN: 9786053202387. Yayınevi: Nobel Yayıncılık. sf: 584.
- William Bynum. (2020). Tıp Tarihi. ISBN: 9789752985223. Yayınevi: Dost Kitabevi. sf: 221.
- ^ incil.info. İncil: Hristiyan Kutsal Kitabı. Alındığı Tarih: 1 Eylül 2022. Alındığı Yer: incil.info | Arşiv Bağlantısı
- Encyclopedia Britannica. Philippe Pinel | French Physician. Alındığı Tarih: 1 Eylül 2022. Alındığı Yer: Encyclopedia Britannica | Arşiv Bağlantısı
- ^ Encyclopedia Britannica. Shock Therapy | Psychiatry. Alındığı Tarih: 19 Eylül 2022. Alındığı Yer: Encyclopedia Britannica | Arşiv Bağlantısı
- D. Yetman. What Is A Lobotomy? Risks, History And Why It’s Rare Now. (28 Nisan 2022). Alındığı Tarih: 19 Eylül 2022. Alındığı Yer: Healthline | Arşiv Bağlantısı
- CSP Online. A History Of Mental Illness Treatment | Csp Online. (13 Temmuz 2020). Alındığı Tarih: 19 Eylül 2022. Alındığı Yer: CSP Online | Arşiv Bağlantısı
- E. Staff. The History & Evolution Of Mental Health & Treatment | Sunrise. (28 Kasım 2022). Alındığı Tarih: 15 Aralık 2022. Alındığı Yer: Sunrise House | Arşiv Bağlantısı
- B. R. B. Hospital. The Surprising History Of Mental Illness Treatment - Baton Rouge Behavioral Hospital. (13 Ocak 2020). Alındığı Tarih: 15 Aralık 2022. Alındığı Yer: Baton Rouge Behavioral Hospital | Arşiv Bağlantısı
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 14:45:55 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/12346
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.