Bu bir tercih…
Bunu belirleyen temel unsur kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası ve buna dayalı yeni sömürge ilişkileridir.
Eskiden Emperyal güçler bir ülkeye top ve tüfek ile girer, işgal eder ve yağmalardı. Ancak bunun ağır bir bedeli vardı. Normal zamanlarda hiçbir zaman biraraya gelemeyecek farklı din, düşünce, siyasi tercih ve ekonomik çıkar grubu, bunu varlığa tehdit olarak algılar ve toplu direniş ile püskürtme derdine düşerdi. Başta ülkemiz dahil olmak üzere dünyadaki bütün ulusal kurtuluş savaşları bu minvalde gerçekleşmiştir.
Geldiğimiz yüzyıl itibarı ile emperyal güçler bu denli ağır bir bedeli olan sömürü şekli yerine yeni bir konsept geliştirdi. Bu yeni bağımlılık ilişkileri üzerinden, her ülkede kendine bağımlı bir burjuvazi ve onu kollayan işbirlikçi yönetimler ikame etti.
Böylece o ülke göreli olarak bağımsız olacak fakat bütün kaynakları tereyağından kıl çeker gibi kendilerine transfer edilecekti. Ülkelerin bayrağı, marşı, başkenti, adı vb. olacaktı fakat son sözü, emperyal gücün o ülkedeki aracı olan burjuvazisi ve onu kollayan egemeni eliyle yine emperyal güç söyleyecekti.
Bugün gelişmiş batı adını verdiğimiz ülkelerdeki göreli refahın kaynağı hep bu “gelişmekte olan” ve geri bıraktırılmış ülkelerin alın terinin gaspı üzerinedir.
Durum böyle olunca ilgili (sömürülen) ülke egemeni ve burjuvazisi de bundan nemalandığı için ve varlık koşulu emperyal gücün kendisini istihdam edişi olduğu için bunu sürdürür.
Ola ki o ülkede bu bağımlı ilişkileri sürdürmeme eğilimi hasıl olursa da, gerek bankacılık sisteminden uluslar arası ticarete ve ağırlıklı olarak kota (üretim ve satışının sınırlanması dayatması), ambargo (ticari-ekonomik vb. alış veriş yasağı), daha önceden yaratılmış borçlanmanın (Dünya bankası, imf ve hali hazırda uluslar arası sermaye çevreleri eli ile) bir şantaja dönüşmesi; gerekse ilgili ülkede darbe, savaş, iç savaş vb. süreçlerin hayata geçirilmesi an meselesi olur. Bugün Suriye’de, Küba’da ve nice tam bağımsızlık tercihinde karar kılan ülkede olan tam da bu.
Biz de ise durum biraz farklı. Hem yukarıda sıraladığımız süreçlerin "demoklesin kılıcı" gibi bu ülkenin başında sallanışı hem de zaten egemen burjuvazinin bu işi gönüllü yapıyor oluşu, yani göbeğinden ve rızaya dayalı bağımlı oluşu halliyle durumu biraz daha zorlaştırıyor.
Parayı veren, verdiren de haliyle düdüğü çalınca; Eğitimden sanayiye, tarımdan ticarete, üretimden tüketime, bilimden adalete ve nicesi her şey düdüğü çalanın memnun edilmesi üzerine şekilleniyor.
Böyle olunca da dünyanın belki de en çalışkan, en eski medeniyet birikimine sahip olan, en gözü kara, en üretken ve en gözü tok coğrafyası (Anadolu); bütün bu olumluluklarına rağmen, imkanı varken kendi ihtiyacı olanı üretemiyor, yaşamın her alanında bunca mahir bir terzi oluşuna rağmen ne yazık ki kendi söküğünü dahi dikemez hale geliyor-getiriliyor. Varlık içinde yokluk ve yoksulluk cabası…
Yoksa meselenin maliyetle, acizlikle, yetersizlikle ve ilgili hammaddelerin olmaması ile bir ilgisi yok. Tamamen tercih… Mustafa Kemal çok güzel özetlemiş: “Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.” Tersinden de düşünebiliriz…
Kaynaklar
- Zubritski, Mitropolski, Kerov. (1987). Kapitalist Toplum. Yayınevi: Sol Yayınları. sf: 167.
- Nikitin. (1990). Ekonomi Politik. Yayınevi: Sol Yayınları. sf: 439.
- John Pilger. (2003). Dünyanın Yeni Efendileri. Yayınevi: Timaş Yayınları. sf: 216.
- Jean Ziegler. (2004). Dünyanın Yeni Sahipleri. Yayınevi: Altın Kitaplar. sf: 351.