Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” ifadesi, yalnızca Tanrı’nın var olmadığına dair bir iddia değildir. Bu ifade, geleneksel değerlerin, metafizik inançların ve ahlaki sistemlerin artık insan yaşamına yön veremeyeceğini, modern dünyada çöküşe uğradığını anlatır. Nietzsche’ye göre Batı düşüncesi yüzyıllardır Platonculuk ve Hristiyanlık ekseninde şekillenmişti. Ancak bilimsel ilerleme ve sekülerleşme, bu değerleri temelden sarsmış ve insanı kendi başına bırakmıştır. Tanrı’nın ölmesi, insanın artık dışsal bir otoriteye, aşkın bir ideale ya da mutlak bir hakikate yaslanamayacağı anlamına gelir. Bu durum, bazıları için büyük bir felaket, bazıları içinse yeni bir başlangıçtır.
Eğer artık ilahi bir düzen, kozmik bir amaç ya da mutlak bir ahlak yoksa, insan yaşamında neye hizmet etmelidir? Nietzsche’ye göre bu sorunun cevabı, bireyin kendi anlamını yaratmasında yatar. O, eski değerlere nostaljik bir şekilde tutunmayı, onlara yapay anlamlar yüklemeyi reddeder. Ona göre bu tür bir tutum "köle ahlakı"nın devamıdır. Bunun yerine, bireyin kendi iradesini ve gücünü ortaya koyarak Üstinsan’a dönüşmesi gerekir. Üstinsan, değerlerini kendisi yaratan, hayatı bir sanat eseri gibi şekillendiren, iradesini zayıf ahlaki kısıtlamalara feda etmeyen kişidir. Yani, insanın hizmet etmesi gereken şey, kendi potansiyelidir. Ancak bu kolay bir yol değildir. Nietzsche, nihilizmin tehlikesine de dikkat çeker. Eğer insan yeni değerler yaratamazsa, varoluş anlamsız hale gelebilir ve çöküş kaçınılmaz olur.
Varoluşçular ise Nietzsche’den farklı ama benzer bir noktadan hareket ederler. Sartre, “varoluş özden önce gelir” diyerek, insanın dünyaya herhangi bir öz veya anlamla doğmadığını, aksine kendi varoluşunu kendisinin inşa etmesi gerektiğini söyler. Eğer Tanrı öldüyse, insan tamamen özgürdür ama aynı zamanda korkutucu bir şekilde sorumludur. Artık insan, kendi anlamını yaratma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Ancak bu sorumluluğu almak istemeyenler, Sartre’ın “kötü niyet” dediği duruma düşerler; yani, özgürlüğü reddederek kendilerini dışsal değerlere teslim ederler. Ona göre insanın hizmet etmesi gereken şey, kendi özgürlüğü ve sorumluluğudur.
Camus ise Tanrı’nın ölümünün ardından ortaya çıkan anlamsızlığı ve absürdü kabul etmenin önemine vurgu yapar. Ona göre, evrenin bir anlamı yoktur ve insan bu anlamsız evrende anlam aramaya devam ettikçe absürd bir durum doğar. Ancak çözüm, nihilizme düşmek değil, bu absürdü kabullenerek yaşamı olduğu gibi kabul etmektir. Camus'nün Sisifos miti, bu düşüncenin en güzel örneğidir: Bir kayayı sonsuza kadar bir dağın tepesine itmek zorunda kalan Sisifos, kaderinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen pes etmez ve bu anlamsızlığın içinde bir meydan okuma bulur. İnsan da aynı şekilde, hizmet edecek bir amaç bulmak zorunda olmadan yaşamı yaşayabilir.
Bunun yanında, pragmatist bir bakış açısı, insanın bireysel ve toplumsal faydaya hizmet etmesi gerektiğini öne sürer. William James ve John Dewey gibi düşünürler, eğer evrensel hakikatler ve mutlak değerler yoksa, geriye yalnızca insanın kendi deneyimlerinden ve toplumsal bağlarından yola çıkarak inşa edebileceği bir hayat kalır. Onlara göre hizmet edilmesi gereken şey, insan deneyimini zenginleştiren, insanları bir araya getiren, bilimi, sanatı ve ahlakı işlevsel hale getiren bir çerçevedir. Bu bakış açısında, bireyin amacı sadece kendini gerçekleştirmek değil, aynı zamanda içinde bulunduğu toplumu ve dünyayı daha iyi bir hale getirmektir.
Ancak postmodern düşünürler, bu tür anlam arayışlarını bile sorgular. Lyotard, Baudrillard ve Foucault gibi isimler, büyük anlatıların çöktüğünü ve artık evrensel bir anlamın mümkün olmadığını söylerler. Eğer her şey birer sosyal inşaysa ve gerçeklik bile bir simülasyona dönüşmüşse, insanın bir şeye hizmet etme fikri bile bir yanılsama olabilir. Baudrillard’ın simülasyon teorisi, günümüz dünyasında gerçekliğin yerini imgelerin ve göstergelerin aldığını savunur. Bu durumda, insan hizmet edilecek bir şey aramak yerine, yaşamı bir oyun gibi deneyimleyebilir ve ona ciddiyet atfetmeksizin var olabilir.
Diğer taraftan, seküler hümanizm, insanın hizmet etmesi gereken şeyin yine insanlık olduğunu savunur. Dini bir çerçeveye bağlı olmadan da ahlaki bir yaşam sürebileceğimizi, bilimin, sanatın ve insani değerlerin bir rehber olabileceğini öne sürer. Richard Dawkins, Carl Sagan ve Steven Pinker gibi isimler, insanın doğanın bir parçası olarak bilimsel düşünceyi, etik gelişimi ve entelektüel ilerlemeyi hedeflemesi gerektiğini savunurlar.
Sonuç olarak, Tanrı’nın ölümü insanı mutlak bir anlamın yıkıntıları arasında bırakmıştır. Kimi bireyler için bu yıkıntılar arasında yeni değerler yaratmak, kimileri için özgürlüğü benimsemek, kimileri içinse anlam arayışından vazgeçmek bir çözüm olabilir. Belki de en doğru cevap, herkesin kendi cevabını yaratmasında yatıyordur. Ama kesin olan bir şey var ki, Tanrı’nın ölümünden sonra insan kendi yönünü bulmak zorundadır.