Sana karşı dürüst olacağım, benim uzunca bir süre ne gelecekten ne de sizlerden, yani yeni nesillerden pek bir beklentim kalmamıştı, umudumu biraz yitirmiştim açıkçası. Fakat son zamanlarda bir şeyi fark etmeye başladım ki, sizin kuşak bu konuda resmen ışık hızıyla, hatta belki de daha hızlı bir şekilde ilerliyor. En önemlisi ne biliyor musun? Sorguluyorsunuz! İşte bu, her şeyin başı, en değerli adım bu. Şöyle bir bakıyorsun, altmışına merdiven dayamış bir dayı, işine geldiği zaman her şeyi didik didik sorguluyor, filozof kesiliyor; ama işine gelmedi miydi, gözünü kulağını kapatıveriyor. Ancak sizin neslin büyük bir çoğunluğu, öyle laf olsun diye değil, gerçekten ta içinden gelerek sorguluyor. İşte bu, öyle parayla pulla satın alınamayacak, inanılmaz bir güç. Ben senin yaşlarındayken, 8. sınıftayken, iki satır bir şey okuyabilmek için kitap bulmak deveye hendek atlatmaktan daha zordu, internet desen zaten ancak hayallerimizde vardı (yani vardı da ulaşması, kesintisiz sahip olması) falan büyük dertti. Bu yüzden senin kalkıp bu konuyu dert etmeni, kafandaki o düşünce legolarını birleştirip bir anlam çıkarmaya çalışmanı ve sonunda 'Bir dakika, bu tam oturmuyor' deyip buraya gelerek bu soruyu sormanı gerçekten yürekten kutluyorum. Çok değerli bir şey yapıyorsun, sakın bu meraklı ve sorgulayıcı yanını kaybetme, hep böyle devam et. Şimdi gelelim senin o güzel soruna:
Hani okulda sana "İnsanların doğuştan bir şeye inanma, tapınma ihtiyacı vardır" diyorlar ya, bilim insanları bu konuda pek de aynı fikirde değil. Yani bu fikir biraz "eski bir masal" gibi, pek de kanıtlanmış sayılmaz. Aslında olay şu: Beynimiz zamanla geliştikçe bazı ilginç huylar edinmiş. Bu huylar normalde başka işler için olsa da, bizim bir şeylere inanma eğilimimizi de açıklayabiliyor. Bir de tabii etrafımızdan, arkadaşlarımızdan görerek öğrendiğimiz şeyler var. Mesela beynimizin HADD diye bir özelliği var; bu da şu demek: En ufak bir tıkırtı duysak ya da beklenmedik bir şey olsa, hemen "Acaba bunu kim yaptı? Yoksa bir hayalet mi?" diye içimizden bir ses fısıldar. Sanki içimizde her an tetikte bekleyen meraklı bir dedektif var gibi. Bir de ToM diye bir yeteneğimiz var; bu da başkalarının ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamaya çalışmamız demek (tabii bazen fena halde yanılırız). İşte bu yüzden, belki de göremediğimiz ama bir şeyler yaptığına inandığımız güçler hakkında düşünmeye başlamış olabiliriz. Hani beynimiz bazen "Acaba şu bulut bana mı kızgın bakıyor?" diye komik senaryolar kurar ya, onun gibi bir şey. Bilim insanları da diyor ki, din dediğimiz şey herkeste olması gereken bir "ihtiyaç" değil; yani sanki her sabah kalkıp "bugünkü inanma vitaminimi alayım" dememiz gerekmiyor. Daha çok, toplum içinde yaşarken, beynimizin olaylar arasında "Aaa, bak bu bununla ilgili olabilir" diye bağlantı kurma ve "Bu neden oldu ki şimdi?" diye merak etme özellikleriyle birlikte ortaya çıkmış bir şey. Yani, senin böyle bir şeye özellikle ihtiyaç duymaman çok normal. Çünkü bu, karnın acıkınca yemek yemen gibi bir zorunluluk değil. Daha çok, etrafımızdan duyduğumuz, gördüğümüz fikirlerin (hani bir şarkı bir anda popüler olur, herkes söylemeye başlar ya, onun gibi) ve beynimizin bazı düşünme alışkanlıklarının bir araya gelmesiyle ilgili. Kısacası, hepimizin içinde bir "inanma geni" falan yok; olay daha çok beynimizin çalışma şekliyle ve "Herkes inanıyorsa bir bildikleri vardır herhalde" diye etrafımızdan etkilenmemizle alakalı bir durum.