Evrim ağacının bununla ilgili bir videosu var bu video yardımcı olacaktır.
.
Ölüm, kendimizi bildik bileli anlamlandırmaya çalıştığımız ürkütücü bir olgudur.
Bir düşünün: Evren'in var olduğu o ilk andan, yani Büyük Patlama'dan beri geçen 13.82 milyar yıl boyunca 1 saniye bile var olmadık. O andan beri geçen zamana dair en ufak bir anımız, bilincimiz, algımız yok; halbuki en azından son 4 milyar yıl içinde, biz doğmadan önce milyarlarca insan, hayvan, canlı yaşadı. Onların bilinci vardı, o dönemlerin en azından bir kısmına dair algıları vardı.
Sonra nihayet, biz de bir anda bilinç kazanıp var olmaya başladık. Hatırladığımız ilk anı annemizin kokusu ya da babamızla oynadığımız bir oyun olabilir. Ama kendimizden, etrafımızdan, Evren'den haberdar olmaya başladık.
Ancak aradan geçen birkaç on yıldan sonra, yeniden hiçlik durumuna dönüyoruz. Tıpkı doğumumuzdan önceki gibi... Yine geçen zamana dair en ufak bir anımız, bilincimiz, algımız olmayacak. Bizden önce ölenlerin bize hiçbir etkisi, bizimle herhangi bir iletişimi ve yaptıklarımıza, olan bitene dair herhangi bir anısı, algısı veya bilgisi bulunmuyor. Biz öldükten sonra belki trilyonlarca, belki katrilyonlarca canlı nesil gelip geçecek; ancak biz burada olmayacağız. Olan bitene dair hiçbir anımız, algımız, bilgimiz olmayacak.
Bu "acımasız" gerçeğin yükünü kaldırmak kolay değil. Ölüm değil ama, yaşam Kozmik bir eşek şakası gibi. Bir canlının Evren'in toplam ömrü yanında bir an bile sayılmayacak kadar kısa bir süreliğine bilinç kazanıp, sonra yok olmak... Zaten işte tam da bu nedenle bu yükü atalarımız, bu olaya anlamlar yüklemeye çalışmış, çeşitli mitolojik hikaye ve anlatılar geliştirerek ölümün bir son olmadığına kendilerini inandırmışlardır.
Bu, son derece anlaşılır bir psikolojik savunma mekanizması, çünkü bir sevdiğimizin ölmesinin yarattığı acının yerini doldurmak çok zor. Bu nedenle, özellikle de acı çekilen veya hasret duyulan zamanlarda o kişilerin ölüm ötesinde bir yerlerde yaşamaya devam ettiği, bir gün tekrar buluşacağımız düşüncesi, pek yaratıcı sayılamayacak olsa da, atalarımız için son derece makul bir anlatı, anlaşılır bir teselli.
Ölümden sonra herhangi bir şey var mı, bilmiyoruz; ancak bilimsel açıdan bakıldığında şu anda böyle bir şeyin olduğunu varsaymak için geçerli ve yeterli hiçbir sebep bulunmuyor.
Fakat bu yazımızın konusu bu değil. Bu yazıda size, ölüm diye bir şeyin fiziksel, biyolojik ve evrimsel perspektiften bakılınca neden var olduğunu anlatmaya çalışacağız.
Her şeyden önce hatırlanması ve anlaşılması gereken çok önemli bir konu var: Aslında "canlılık" diye bir kavram doğada bulunmamaktadır. Yani fiziksel ve kimyasal temelde baktığımızda, canlılar ile cansızlar arasında herhangi bir fark yoktur; her ikisi de kimyasal maddelerin farklı alt gruplarının farklı şekillerde organize olmasının bir ürünüdür. Canlılığı ayırt edebilmemizin nedeni, ona kategorik olarak tanımladığımız özelliklerdir.
Bu, birazcık tür tanımı yapmaya benzer: Evrim tarihinde türler arasında keskin sınırlar yoktur; hiçbir tür spesifik bir noktada bir diğer türe dönüşmez. Ancak biz, X türünün özelliklerini belirli kategorik şekillerde tanımlayarak, bu süreğen sürece kesinti noktaları belirleriz. Bu tamamen rastgeledir ve her zaman evrensel olarak geçerli kabullere dayanmaz. Hatta bu nedenle taksonomlar arasında bolca kavga yaşanır. Buna rağmen, süreğen olaylardan bahsetmek zor olduğu için, kategorilere bölerek parçalar halinde söz etmek kolaylık sağlamaktadır. Cansızlık ile canlılık arasındaki geçiş de buna benzerdir ve aradaki fark, bizim canlı ve cansızlara atadığımız kategorik niteliklerden ileri gelmektedir.
Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Canlılığın başlangıcı, Abiyogenez yazı dizimizde de izah ettiğimiz gibi atomlar ve moleküllerin çeşitli organizasyonları ve bu organizasyonun yaklaşık 600 milyon yıl boyunca doğa şartları etkisi altında "seçilmesi" sonucu olmuştur. Canlılığın başlangıcından sonra ise, aynı doğa yasaları etkisi altında çeşitlenme meydana gelmiş ve günümüzdeki "canlı çeşitliliği"ne ulaşılmıştır. Bu adımların hiçbirinde, bir hidrojen molekülünün Güneş içerisinde bir helyum molekülüne dönüşmesinden daha farklı bir kimyasal ya da fiziksel olay meydana gelmemiştir. Ancak Güneş'in canlı olmadığını kabul ederiz, çünkü bizim belirlediğimiz canlılık tanımlarına uymaz. İnsan türü, yine kimyasal temelli biyolojik evriminden ötürü zekasının gelişmesi sayesinde olaylar arasında neden-sonuç ilişkileri kurabilmeyi başarmış ve etrafına bakarak varlıkları farklı isimler altında sınıflandırmıştır ve varlıkları "canlı-cansız" olarak kategorize etmiş, bir canlının, özelliklerini yitirmesine ise "ölüm" adını vermiştir.
Ancak bizim yaptığımız herhangi bir isimlendirme, doğanın bu şekilde bir ayrıma gittiği anlamına gelmez. Doğada, her varlık, var oluşunu sürdürür. Elbette her varlığın, kimyasal ve fiziksel yapısından ötürü birbirinden farklı özellikleri vardır. İşte "canlılık" dediğimiz yapılar bütünü de, bir çeşit varlık formudur. Dolayısıyla ölüm, bu varlığın yapısı için bir değişimden ibarettir.
Bunu şöyle de anlatabiliriz: Eğer insanlar için ölüm özel bir anlama sahipse, bu durumda suyun buhara dönüşmesini de "ölüm" olarak nitelendirmemiz gerekir, çünkü su, varlığını değiştirmektedir. Tıpkı canlılarda olduğu gibi, su da bunu isteyerek yapmaz; o da suyun var oluşunun doğal bir parçasıdır. Dolayısıyla canlı, cansız, doğum, yaşlanma, ölüm gibi kavramlar, sadece bizim daha kolay anlayabilmemizi sağlamak için dilimiz içerisinde gelişen kavramlardır.
İşte bu sebeple, aslında ölümden özel olarak, ayrı veya çok derin anlamlara sahip bir kavrammış gibi bahsetmenin bilimsel açıdan herhangi bir geçerliliği yoktur. Ölüm de, diğer her şey gibi bir süreç olarak değerlendirilmeli ve ne olduğu bilimsel olarak anlaşılmalıdır.
Canlılığın İki Temel "Amacı": Hayatta Kalmak ve Üremek
Canlılığın var olmasından beri (son 3.8-4 milyar yıldır) iki temel "amacı" var olmuştur: Hayatta kalmak ve üremek.
Bu amaç, elbette insanların kendi hayatlarına biçtikleri amaçlardan oldukça farklıdır. Zaten bu kısımda da irdeleyeceğimiz gibi, bu amaçlar aslında bizim seçimimizde olan amaçlar değildir. Evrimsel süreçte edinilmiş bu amaçlarımıza uymak zorundayız, çünkü fizik yasalarınca 4.5 milyar yıldır Dünya üzerindeki her bir moleküle dikte edilen kurallar, bizi bu noktaya getirmiştir. Bu noktaya gelene kadar da, bu biyolojik amaçlar oluşmuştur, evrimleşmiştir ve her canlının vazgeçilmezi olmuştur. Buna karşı çıkmak, yok olmayı kabullenmek demektir.
Kimi zaman insanlar ölümü ya da ürememeyi tercih ederler. İlkinde, hayatta kalmayı reddederek yok olmayı kabul ederler (bu kısa vadelidir); ikincisinde ise soylarını sona erdirerek yok olmayı kabul etmiş olurlar (bu da uzun vadelidir). Aslında her bir canlı, öldükten sonra, hayatı boyunca ne yapmış olursa olsun (bilim, din, felsefe, sanat, müzik, vs.), bunlar geride kalacak, bireyin organizma bazındaki bütünlüğü yok olacak, bütün atomları ve molekülleriyle birlikte, çürükçül bakterilerin etkisi altında ayrışarak doğaya karışacaktır. Dolayısıyla, bir canlı bilim veya sanat yapmaktan vazgeçse de, tür bazında varlığını sürdürebilecekken, hayatta kalma ve üremeden vazgeçmesi, tür olarak yok olmayı kabul etmesi demektir.
İşte bu yüzden, canlılığımız hayatta kalma ve üreme esasları üzerine kuruludur ve bu düzen hakkında pek de şikayet etme hakkımız yok.
Hayatta kalma ve üremenin neden bu kadar önemli olduğunu merak ediyor olabilirsiniz. Neden canlılar hayatta kalmak zorundalar? Neden üremek zorundalar? Üremeden de varlıklarını sürdüremezler miydi? Bu soruların cevaplarını buradaki ve buradaki yazılarımızda vermiştik. Tekrara düşmemek adına burada tekrar girmeyeceğiz.
Ölümün Varlığının Fizik Açısından Anlamı ve Sebepleri
Ölümü anlamanın anahtarı, var oluşun fiziksel temelini anlamaktan geçiyor. Bizler, biyolojik varlıklar olduğumuz için her şeyi biyolojik olarak görmeye alışığız. Dolayısıyla ölümle ilgili bir açıklama yapacağımız zaman da aklımız ilk etapta hemen biyolojiye gidiyor. Halbuki biyoloji, kendisinden daha temel iki bilimin üzerine kurulmuş bir bilim dalıdır: fizik ve kimya. Bu iki bilim dalında olanlar, biyolojide olanların temelini oluşturmaktadır. Bir fizik yasasının biyolojideki etkisini hemen görmek kolay değildir; ancak dikkatli ve eğitimli bir göz, bu ilişki ve etkileşimi fark edecektir. Dolayısıyla bu alanlardan bilgi almaksızın ölümü anlamak mümkün değildir.
Ölümün Fiziksel Nedeni: Entropi
Ölüme fiziksel açıdan yaklaştığımızda karşımıza iki gerçek çıkar: İlki, kapalı sistemlerde entropinin, yani düzensizliğin daima artmak zorunda olduğu gerçeğidir. Termodinamiğin ikinci yasası bunu söyler. Açık sistemlerde ise entropi artışına dışarıdan enerji alarak karşı koymak mümkündür. Yani entropi ile enerji arasındaki ilişki iyi anlaşılmalıdır: Entropinin mutlak suretle artması gerektiği sistemler, dışarıdan enerji veya kütle akışı olmayan sistemlerdir. Ancak canlılar bu tarz sistemler değillerdir. Dışarıdan enerji de alırlar, kütle de...
Bir düşünün: Yemek yediğinizde ne yapıyorsunuz? Düzenli halde bulunan bir besin kaynağını parçalıyor, yani düzensiz hale getiriyorsunuz. Bunu yaparken, besinlerin içindeki kimyasal bağlarda bulunan enerjiyi hücreleriniz içinde açığa çıkarıyorsunuz. Açığa çıkan bu enerjiyi kullanarak hücre, doku ve organlarınızda onarım, gelişim ve benzeri işleri hallediyorsunuz. Yani bir yerlerde düzensizlik gene artıyor; ancak ondan elde ettiğiniz enerji ile siz, düzenli halinizi sürdürüyorsunuz.
Ölümün bununla bir ilgisi var gibi gözüküyor; çünkü ölümle birlikte artık enerji akışı da duruyor, beslenemiyoruz ve hücrelerimiz dağılmaya başlıyor. Yani biz de kapalı bir sisteme dönüşüyoruz, dolayısıyla entropiye yenik düşerek düzensiz hale geliyoruz.
Kaynaklar
- Yazar Yok. Kaynak. (29 Temmuz 2020). Alındığı Tarih: 29 Temmuz 2020. Alındığı Yer: Bağlantı | Arşiv Bağlantısı