Aşkı büyütmüyoruz, aşk dediğimiz olgu zaten büyük. Çünkü insanın varoluş mücadelesinin en önemli parçalarından biri. Bir gün öleceğiz, bunun farkında olup buna karşı direnen tek canlıyız ve bundan korkuyoruz. Var olmaya devam etmek istiyoruz. Bunun da en garanti yollarından biri üremek. Genimizi bırakmak. Bunun için de bir partner lazım. O partner de, mecburen kendi genimizi birleştireceğimiz bir birey olacak. E madem partnerimizin geni bizimki ile birleşecek, o partnerin nasıl genlere sahip olduğu çok önemli. Seçkin, güçlü, sağlıklı bir genle kendimizinkini birleştirmek istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki kusursuz değiliz. Kusurlarımızı kapatacak ve genimizi yukarıya taşıyacak bir gen arıyoruz. Ve çevrede çok sayıda olasılık ve rakip var. Çoğunluğu da kusurlu. Kendimize göre kusursuza yakın bir gen bulduğumuzda ona inanılmaz bir çekim duyuyoruz. Aşk da bu zaten. Bakıyoruz, o kişinin geni harika. Sağlıklı, güçlü, güzel, çekici, zeki vs. Ve bunlara sosyal, kültürel etkiler giriyor. O sağlıklı gen, manevi dünyamızı da temsil ediyorsa onu öyle fazla arzuluyoruz ki kendi varlığımızı bu çekim üzerinden tanımlamaya başlıyoruz. Genimizi o kişi ile birleştirebilirsek tam olarak istediğimiz gibi bir gen açığa çıkaracak ve bırakacağımız nesil tam olarak bizi temsil etmesini istediğimiz kişi olacak. O nedenle diyoruz ki ya o olmalı ya da hiç olmasın.
Evet, aşk meselesini çok karmaşıklaştırdık çünkü aradığımız seçkin gene, dediğim gibi kültürel, sosyal, dini gereklilikler de eklendi. Dindar olan dindar partner istiyor. Kültürlü partner kültürlü partner arıyor. Bileşenler çoğaldıkça seçim zorlaşıyor ve beklentiler artıyor.
Ve aslında bütün bunlar o kadar saçma ki... İnsanın bir varoluş mücadelesi vermesi, aşkın bunun bir açılımı olması, kişinin seçkin bir gen araması falan normal ama dünya artık o kadar karmaşık ve büyük ki insanın varoluş mücadelesini bir gene indirgemesi çok ama çok çocukça. Ki zaten insanoğlu çok naif bir canlı hâlen. Milyarlarca insan, binlerce onbinlerce yıl boyunca yaşadı ve öldü. Ve bugün hiç biri yok, onlardan kalmış herhangi bir şey de yok. Yani her birimiz, öyle bir yok olacağız ki geriye bırakın geni hücremiz bile kalmayacak. Hiç bir ayrıcalık sunmayan atomlara kadar çözüleceğiz. Gelmiş geçmiş, yaşamış ölmüş milyarlarca insandan biriyiz ve hiç bir önemimiz yok. Önemimiz olsun diye uğraşmamız da zaten bir performans, bir tiyatro. Önemin vardır ya da yoktur, olsun diye uğraşmak zaten gerçek değil bir oyunculuk oluyor.
İşte aslında bu kadar önemsiz bireyler olduğumuz gerçeğini kabullenemediğimiz için bireysel varoluş mücadelemizi çok abartıyoruz. Bu yaklaşımın abartılı olduğunu fark edebilmenin tek yolu da bakış açımızı genişletebilmek. Dünyaya ne kadar yakından, ne kadar öznel bakarsak kendimizi o kadar fazla önemsiyoruz. Ne kadar nesnel, gerçekçi ve genel bakarsak da gerçekleri o kadar fazla görüyoruz ve hiç bir önemimizin olmadığını görüyoruz. Bu gerçeği kabullenebilmek de bir erdem. Herkesin ulaşamadığı bir erdem.