Orta Çağ'da Ne Oldu? Orta Çağ, Tüm Dünya İçin Gerçekten de "Karanlık" Bir Dönem miydi?
Genel Hatlarıyla Bir Dönem: Orta Çağ!
Öncelikle "Orta Çağ" nedir, bunu cevaplayalım. Orta Çağ, bir yüzyıl değil, Roma İmparatorluğu'nun yıkılıp, merkezi güçlerin hakimiyetin yitirildiği ve feodal beylerin egemenliğinin olduğu dönemden başlayıp, yaklaşık olarak 14-15. yüzyıllara kadar uzanan bir dönemdir. Orta Çağ, sadece Avrupa medeniyetine özgü bir dönem değildir. Avrupa açısından bakılınca asli bir gücün olmadığı bu dönem, Avrupa’nın "karanlık dönemi" olarak geçer. Fakat Orta Çağ'ı global anlamda bir dönem olarak kabul edecek olursak -ki aşağıda buna detaylı değineceğiz- her medeniyet için Orta Çağ'ın "karanlık" olduğunu söylemek yanlış olur.
Orta Çağ'ın başlarında Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasından kaynaklı, şehirlerden kırsal kesime bir göç olmuştur. Bu göç sonucunda ve tabii ki Romalıların deyimiyle "barbar" kavimlerin de krallıklar kurması ve bu krallıkların mutlak güç olamaması, Orta Çağ'da güç dengesini kral, kilise ve feodal lord arasında bölüştürüyordu. Kişilerin özgürlüklerini çok az olduğu ve köylülerin genellikle tarım yapan insanlar olduğu bu dönemde feodal senyörler ile diğer yöneticiler arasında çoğu zaman anlaşmazlıklar çıkıyordu.
Orta Çağ'ı anlamak için, Roma İmparatorluğundan başlamamız gerekecek.
Roma Şehrinin Kronolojik Evrimi ve Miras Bıraktıkları
Roma İmparatorluğu, kuruluşundan beri siyasi, askeri ve dini değişimler geçirdi. Bu değişimlerin sonunda Romalıların Yunan kültüründen etkilenmesi gibi Romanın halefi krallıklar da hatta günümüz Avrupa'sı da Romanın izlerini sürdürmeye devam etti. Roma İmparatorluğu, bugünkü İtalya’da ufak bir şehir devleti olarak kuruldu. Romalılar, Roma devletinin bir kurt tarafından emzirilip büyütülen Remus ve Romulus kardeşlerden biri olan “Romulus” tarafından kurulduğunu iddia ettiler. Buna ek olarak Romalıların kökenleri olan Etrüsklerin inançlarında, kurda büyük saygı duyulduğu görülüyor. Ne var ki bu iddia bilimsel olarak kesinlik kazanmış değil.
Roma Devleti, MÖ 5. yüzyılda şehir devleti olmaktan sıyrılıp, bir cumhuriyet statüsüne girmişti. Bu dönem, nispeten daha doğudaki Yunanistan’ın en gelişmiş dönemiydi. Romalılar, Yunanlılarla uzun zaman deniz ve kara bağlantıları sayesinde varlığını sürdürüyordu ve Yunan etkileri, Roma geleceğine en önemli mirastı. Romalılar da Makedonlar gibi Yunanlardan kültürel açıdan etkilenmişlerdi. Elbette sadece Yunan mirası değil; zira, Roma Cumhuriyeti, kılık kıyafet olsun, askeri ya da politik hatta dini olarak Yunanistan’dan oldukça etkilenmiştir. Ancak Roma, Yunanlıların gözünde sadece bir barbar kavmiydi. Arşimet’in Romalı bir asker tarafından öldürülmesi de bu anlayışın bir simgesidir. Roma Cumhuriyeti siyasi veya toprak genişliği açısından yayılması erken başlasa da dünya tarihinde etkili olması, ancak Doğu alemine adım attıktan sonra başlayacaktı. Bu adımdan sonra Roma, Helenistik kültürün halefi haline geldi.
Roma Cumhuriyeti ile Fenikeliler arasında gerçekleşen üç ayrı Pön savaşının birincisinden sonra, MÖ. 241 yılında, Roma bir deniz gücü haline gelirken, Sicilya, Roma Cumhuriyeti'nin ilk eyaleti oldu. Roma Cumhuriyeti ayrıca Korsika ve Sardinya’yı ele geçirerek, ilk deniz aşırı fetihlerini gerçekleştirdi. Ordu, tamamen cumhuriyetten bağımsız bir güç haline geliyordu. Hatta her lejyon, kendine ait bir “kartal” bile taşırdı. Yurttaşlığın bütün İtalya’ya götürülmesi ve bazı generallerin, yani bireylerin etkisiyle, cumhuriyet artık eskisi gibi işlemiyordu. Üçüncü Pö savaşı MÖ 149'da çıktı ve bu savaşın ardından Kartaca, tamamen Roma Cumhuriyeti'nin elince geçerken, Roma Cumhuriyeti resmi olarak olmasa da, fiilen bir “imparatorluk” olmuştu. Po vadisinin de ele geçirilişiyle İtalya, tamamen Roma İmparatorluğu hakimiyetine girdi. Kartaca'da olan son Yunan devleti Sirakuza’nın da yıkılmasıyla bütün Sicilya, Po vadisiyle aynı kaderi paylaştı.
Bu gelişmeler Roma İmparatorluğu'na fetih yapmanın kârlı bir iş olduğunu hatırlatarak, Roma İmparatorluğu'nu askeri alanda ilerlemeye itti. Bir süre sonra, kuzey ve güney Fransa’nın da ele geçirilmesiyle cumhuriyet, artık tam anlamıyla bir imparatorluğa dönüştü. Devlet, büyüdükçe büyüdü. Buna ek olarak, Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla, düzen kökten değişecekti. Roma İmparatorluğu'nun Hristiyanlara bakışı, diğer küçük tebaa topluluklara bakışından farklı değildi. Birinci yüzyılda Hıristiyan cemaatler, bütün Roma dünyasına yayılmış durumdaydı. Roma İmparatorluğu, Hristiyanlara baskı uyguluyordu. Hatta Yahudilerin şikayetleriyle, İsa’yı bile öldürdüler!
İmparatorluğun Batı kanadının sonunun gelmesi, Kavimler Göçü ve onun bir sonucu olarak devletin ikiye bölünmesiyle gerçekleşti. İmparatorluk, Diocletiauns tarafından, Kavimler Göçü'ne bir önlem olarak ikiye bölünmüştü. Doğu kanadının başkenti, Byzantium, yani İstanbul olmuştu; ancak bu, aynı zamanda Batı Roma'nın çöküşüyle yaklaşık olarak aynı döneme denk geldi.
Yukarıda söylediğimiz gibi, Roma devleti üzerinde Yunan kültürünün etkisi büyüktü; ancak Roma'nın kendinden sonraki devletlere bıraktığı şeyler de hayli fazlaydı. Roma, Hristiyanlığı kabul ettiği gibi, onu kendinden sonraki devletlere de aktardı. Roma İmparatorluğu’nun miras olarak bıraktıklarına örnek olarak hukuk, sınır muhafızlığı, şehir duvarları, çimento ve dil gibi birçok örnek gösterebiliriz.
Roma hukuku, günümüzde kıta Avrupa’sının hukuk siteminin temelini oluşturur. Bir diğer miras olan “sınır bilinci” kuzeyden gelen akınlarla baş edemeyen Roma İmparatorluğu'nun başvurduğu bir sistemdir: Bir hat belirleyip, o hattın ötesine nadiren geçerler ve kendi taraflarına geçilmesine izin vermezlerdi. Bu sistem, günümüz Avrupa siyasi sınırlarının ardındaki mantığın temelini oluşturuyordu. Romalılar, günümüze dilleri olan Latinceyi de bıraktılar. Bugün bile çoğu Avrupa dilinde Latince kelimeler bulunabilir; birçok kelime, Latince sözcüklerden türetilmiştir. Roma İmparatorluğu'nun bir mirası da Katolik mezhebidir. Bu mezhep, hala Avrupa Hristiyanları'nın mensup olduğu bir dini mezheptir.
Bu köklü imparatorluktan sonra gelen herkes, onun “halefi” olduğunu iddia etti. Hatta 19. yüzyılda bile "Kutsal Roma İmparatorluğu" adında bir devlet vardı.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Sonuç olarak Roma, Yunan etkisi ve kültürü altında bir şehir devleti olarak kurulup, sırasıyla cumhuriyet ve imparatorluk evrelerini görmüştür. Ardından, İmparator tarafından taktiksel olarak ikiye bölünen imparatorluğun Batı kanadı, Kavimler Göçü'nün etkileriyle son bulmuştur. İmparatorluğun Doğu kanadı (bilinen adıyla “Bizans İmparatorluğu”), Hıristiyan bir devlet olarak 1453 yılında Türkler tarafından fethedilinceye kadar varlığını sürdürmüştür.
Orta Çağda Bir Sistem: Feodalizm
Feodalizm, temel olarak, merkezi yönetime bağlı da olsa, lordların hâkim olduğu toprakların lordlar tarafından ekonomik ve politik anlamda yönetilme biçimi, üretim araçlarının, yani mülkiyetin tamamen toprak beylerine ait olduğu, köylü sınıfın ise mülkiyet hakkının oldukça kısıtlı olduğu bir sistemdir.
Feodal düzen, kent yaşamının neredeyse tamamen durduğu, merkezi iktidarın yok olduğu, toplumsal, siyasi karışıklıkların fazlalaştığı ve ticaretin durma noktasına geldiği dönemde, üretim tarzı, hiyerarşik düzen ve bir kültür ve dünya görüşü yaratma çabasındaki farklılıkları ile ortaya çıkmıştır. Özel bir şekilde ekonomi, kişisel hizmet ve toprak yapısı içerisinde inşa edilmiş tarıma dayalı bir sistem olarak Batı’da şekil almaya başlamıştır. Feodal sistem Kutsal Roma İmparatorluğunun merkezi güç oluşuna kadar sürmüştür.
Lort-Vassal İlişkisi ve Feodalizmin Doğu’dan Farklılığı
Avrupa’daki feodalite, Doğu ülkelerine göre daha farklıdır ve kısmen merkezi yönetimden bağımsızdır. Doğu’da toprak sahibi lordlar, her ne şekilde olursa olsun merkezi yönetimin boyunduruğu altındadırlar ve merkezi yönetim tarafından her an yerlerinden edilebilirler. Oysa Avrupa’daki feodalizmde vassal, lord ve kral, birbirlerine bir anlaşma ile bağlıydılar. Daha alt seviye bir senyör, daha yüksekteki bir senyöre saygı ve sadakat yemini eder, buna karşılık, yüksek seviyedeki senyöre de kendine bağlanan vassala onu ve ailesini koruma sözü ve fief verir.
Feodalizm, vassal ile lord arasında karşılıklı hak ve görev ilişkisine davranmaktadır. İkisinin de birbirlerine karşı sorumlulukları vardır. Vassal, sadık ve usta bir savaşçı olarak lorda hizmet edecek, lord ise her koşulda vassalı koruyacak, vassal ölünce vassalın toprağını onun oğluna verecek ve vassallar arasındaki anlaşmazlıkları giderecekti. Vassal, şu şekillerde vergi de ödeyecekti:
- Esir düşmesi durumunda fidyenin ödenmesi.
- Lordun çocuklarının evlenmesi.
- Vassalın toprak mirası elde etmesi.
Lord ve vassal arasındaki güven ve sadakat ilişkisi bu şekildeydi.
Doğu’dan farklı olarak feodal lordlar, her an krala isyan edebilirdi - ki bu tür olaylarla pek sık karşılaşılırdı. Ayrıca her an farklı bir feodal lord ile anlaşmazlıklar sonucunda savaşa girebilirlerdi. Yani Orta Çağ Avrupası’nın feodal sisteminde, hiçbir bireyin (bu kral da olsa) tamamen hükümran olduğu söylenemez. Şöyle ki, Roma İmparatorluğu’nun parçalanışından sonra Avrupa’da istikrarlı bir merkezi otorite kurulamamış, bu yüzden de küçük krallıklar ve prensliklerin çok küçük alanlarda hüküm sürdüğü Avrupa kıtasına uzunca bir süre merkezi güçten kısmen bağımsız feodalite hâkim olmuştur.
Avrupa’da bugünkü Almanya ve Fransa’yı oluşturan feodal sistemin temel olarak şu şekilde iki maddeye ayrılması mümkündür:
- Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından kaynaklı olarak merkezi güçlerin yeniden doğamamış olması.
- Göçebe toplumların kitlesel olarak yer değiştirmesi ve bir boyunduruk altına girmekten kaçınmaları.
Bu iki temel gelişmenin de etkisiyle Avrupa’da ortaya çıkan yeni siyasal ve toplumsal düzenin nasıl ortaya çıktığını anlıyoruz.
Toprağın İşlenmesi
Feodal dönemde işlenmeyen bir toprağın değeri yoktur. Toprak, işlenebildiği sürece değerliydi. Bu durumda senyörler, kendileri tarım yapmak yerine, kendilerine bağlı olan toprakları köylülere işlettirirdi.
Serf, Orta Çağ Avrupa’sında çiftçilik yapan köylülere verilen isimdir. Toplumsal hiyerarşinin en alt kısmında yer alan serflere, o günün şartlarına göre “yarı köle” demek daha doğru olabilir. O dönem genel bir merkezi güç olmadığı gibi, genel bir hukuk sistemi de yoktu. Her senyörün kendi hukuk sistemi vardı demek mümkündür. Dolayısıyla özgür köylü ve serf arasındaki fark pek fazla belirgin değildir.
Serf, doğrudan senyörüne bağlı, toprağı işleyen ve hasatın bir bölümünü ya da kazanılan paranın bir miktarının senyörüne vermek mecburiyetindedir. Serflik, babadan oğula geçerdi. Bu konuda kesin ve katı kurallar da mevcuttu. Örneğin, serf toprağı bırakıp kaçarsa, nerede yakalanırsa yakalansın geri getirilirdi. Yani köylü tamamen rant ekonomisini ayakta tutmak için çalışmaya mecburdu.
Bu tür senyörü koruyucu kurallar, emek gücünün ne kadar değerli ve önemli olduğunu gösteriyor. Emek gücünün önemi, sahip olunan topraktan daha fazlaydı. Bu durumdan baronlar arasındaki egemenlik mücadelesinin topraktan daha çok serfler üzerine yoğunlaştığı sonucunu çıkartabiliriz. Yukarıda belirttiğimiz gibi, işlenemeyen; yani üzerinde serf olmayan toprak değersizdir.
Göçebeler
Bugün algıladığımız Orta Çağ, şövalyeler ve karmaşık feodal sistem, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılması sonucunda ortaya çıkmıştır. Batı Roma’nın yıkılmasında dış faktör olarak etkili olan göçebeler (Kavimler Göçü), Orta Çağ'da da etkin faktörlerdi. Orta Çağ'ın etkin ve güçlü devletlerinden olan Fransa ve Almanya, Romalıların "barbar" dediği Frank ve Cermen kabilelerinin gelişmiş ve kurumsallaşmış halleriydi. Yani aslında Orta Çağ, zaten göçmenler tarafından kurulmuş ve her bir devletin kendini “Roma İmparatorluğu’nun varisi” olarak tanımlamasından ve bundan doğan anlaşmazlıklardan ibaretti.
Göçebelerin özellikle Doğu Avrupa ve Doğu Roma İmparatorluğuna (Bizans) etkisi olmaktaydı. Hunlar ve Avarlar, Doğu Avrupa’da önemli bir faktör olmuşlardır. Örneğin, Hunların bütün Macar ovasına hâkim olması, bugün bile Macarların birçoğu Hunları ataları olarak kabul etmesine yol açtı.
Orta Çağ Feodal Toplumunun Temel Yapısı
Orta Çağda Adalet
Bir toplumu anlamak için gerekli olan şeylerden bir tanesi de o toplumun adalet sistemini çözümlemektir. Orta Çağ'da çok fazla mahkeme olması ve bu mahkemelerin her türlü olayda kendilerini karar verici olarak görmeleri, insanları yasal olmayan bir hakeme başvurmaya ya da sorunu kendi aralarında çözmeye itiyordu. Genel bir adalet sistemi olmadığı için, her yönetici ya da senyör, adaletini kendi sağlamaktaydı.
Tabii ki bu, sistemli bir adalet yok demek değildir. Adalet sistemi vardı; fakat sadece ezberlenmiş ve yoruma kapalı kurallardan ibaretti. Yargıçlar için karar vermek, kurallar çerçevesinde tekrarlanan bir işti. İşin tanık boyutunda ise daha çok sorun vardı. Çünkü tanığın ifadesi, genelde doğruluğu araştırılmayan ifadelerden oluşmaktaydı. Sonuç olarak, güçlü olan, olmayanın üzerinde söz hakkına sahipti ve herkesin yargıç olmasını engelleyecek bir merkezi adalet sistemi bulunmuyordu.
Konumuz Orta Çağ olunca, kilisenin adalet sistemindeki yerine de değinmek durumundayız: Adalet sistemi üzerinde kilisenin yine kendine özgün bir tavrı vardı. Kendini, herkesin karar vericisi olarak gören kilise, kendine bağlı olan din adamları dışında, dini suçlar işlemiş olan laiklerin yargılanma sürecini de kendisine ait görüyordu. Fakat bu, işlenen her suçun “dini” olarak görülmesi demekti. Kısacası kilisenin bu adalet tutumu, kiliseyi devletin içinde farklı bir karar verici güç yapıyordu.
Dini mahkemeler dışında yerel yönetimlere gelecek olursak, daha sistemli çalışmalar görüyoruz. Kont, şehirleri dolaşıp insanları toplayarak bir mahkeme oluşturuyordu. Bu mahkemede bazı insanlar yargıç olurken, devlet memuru sadece yöneticilik yapıyordu. Ancak bu sistem, üretim açısından sakıncalıydı. Çünkü mahkeme için toplanan insanlar çok sık toplanıyor ve işlerinden alıkonuluyorlardı. Bu nedenle gündelik hayattaki işler aksıyordu. Bu durum da devleti oldukça zora sokmuştu.
Kont, bu hatayı fark edip bu toplanmaları yılda üç kez yapmaya karar vererek, sistemin daha düzenli olmasını sağladı. Çünkü, mahkemenin yılda üç kez yapılması, bir yetki sınırı da getiriyordu. Bunun sonuçları olarak hem daha büyük ve sorun doğuracak işler bu mahkemelerde görülüyor, hem de sadece yargıçlardan oluşuyordu. Küçük işler ise sürekli olan mahkemelerin dışında daha az sıklıkta gerçekleşen mahkemelere bırakılmıştı. Örneğin, sadece kontluk mahkemesi ölüm cezasına karar verebiliyordu.
Sistemin bu şekilde oturtulması, merkezi bir adalet sistemi olmasa da, bir düzen getirmiştir diyebiliriz. Zamanla halk, kontluk mahkemesi üyeliğinden çıkartılmış, onları temsilen köyün papazı ya da senyörlük memuru alınmıştır.
Feodal düzenin sonlarına doğru, merkezden atanan yargıçların adalet konusunda söz sahibi olmasıyla yavaş yavaş merkeze bağlanan adalet sistemi ve asıl yetkiyi senyörlerin elinden alan kral, bütün mahkemelerin üzerinde sayılıyordu. Adalet sistemi, tek yöneticinin, kralın elinde toplanmıştı.
Orta Çağ'da Dil
Orta Çağ’da bir kültür dili olarak görülen Latince bilmek, yerel dillerin yanı sıra bir bilginlik, üstünlük belirtisi sayılıyordu. Latince, bir üstünlük dili olmasının yanı sıra, yüksek kademe olan ve farklı milletlere mensup din adamları için bir anlaşma aracıydı.
Latince ya da herhangi bir ortak dilin olmadığını varsayarsak, bir Alman ve bir Fransız din adamının, papalık meclisinde ya da manastırda anlaşması nasıl mümkün olabilirdi? Latinceye karşılık, Yerel roman dilleri, hanedan soyunun, halkın ve din adamlarının ana diliydi. Ancak bu yerel diller, Latincenin çok fazla tahrip edilmiş halleriydi.
Kıta Avrupası dışında İngiltere’de Kral Alfred, çocukların önce İngilizce öğrenmesini, sonra zeki olanların Latinceye geçmesini doğru buluyordu ve istiyordu. İngilizler açısından dildeki bu millileşme, Viking istilaları sonrası etkinliğini yitirmiştir. Sonuç olarak, Latince hangi alanda kullanılırsa kullanılsın, o çağın entelektüel insanları için uluslararası bir haberleşme aracıydı.
Halk, Kilise ve Aristokrat İlişkisi
Halk ile kilise arasındaki dinsel ilişki bir açıdan farklı bir açıdan da birbiriyle bağlantılıydı. Halk, geçmişten gelen binlerce yıllık büyü inancı ve efsane gibi uydurmaları bırakmamakla birlikte, büyük oranda Hristiyan olmuştu. Kilise ise bu inanışları reddetmekle beraber, eklektik bir biçimde kendi inanış çerçevesi içinde yorumluyordu. Marc Bloch’un deyimine göre:
Hava fırtınalı olduğu zamanlarda, bunun hayalet ordularının geçişi olduğunu düşünmekten vazgeçmemişlerdi. Bu hayaletler, halk yığınlarına göre ölülere, kilise doktrinine göre ise aldatıcı şeytanlara aitlerdi. Kilise bu hayalleri tümünden reddetmektense, bizzat Ortodoks bir yoruma tabi tutmaya daha fazla eğilimliydi.
Hristiyanlığın en büyük inanışı ise kıyamet düşüncesiydi. Din adamlarının, kıyametin ne zaman kopacağı bilgisine bir türlü ulaşamamaları, halk kitleleri üzerinde korkutucu ve endişeli bir belirsizlik yaratıyordu. Çünkü kimi din adamı İsa’nın doğumundan 1000 yıl sonra, kimi de ölümünden 1000 yıl sonra kopacak diyordu.
Din adamları, servet ve iktidar gibi sahip olduğu özelliklerle, en tepedeki savaşçı asillerle aynı seviyede sayılıyordu. Dünyevi işlerden uzak, tanrı yolunda oldukları için geçimlerini köylünün emek gücünden sağlamaktaydılar. Bu ilişki, köylü ile aralarında ufakta olsa sorunlar olabileceğini gösteriyor. İnsanların kiliseye bağışladığı malların mirasçıları, kilise otoritesine karşı gelmeye başlamıştı. Fakat tam anlamıyla bir fikir hareketi olarak ilerlemeyi başaramadıkları için, mecburen kiliseye “cömertçe” sadakalar vermeye devam ettiler.
Sadece Orta Çağ için değil, bugün ve gelecek için de dinlerin devlet kontrolünden çıkarılıp, bağımsız bir kurum olması ve inananların sadakalarına bağlanması daha mantıklı gibi gelebilir. Tabii bu, dini kurumların devlet kontrolü dışında çok güçlenip devlete karşı gelmesine yol açacaktır. Bu nedenle olacaktır ki, Orta Çağ’da yerel yöneticiler ya da hükümdarlar, din adamlarını yeminlerle kendilerine biat ettirdiler. Köy efendileri de aynı şekilde köy papazlarını...
Biat politikası en küçük yerel birimden, krallığın tepesine kadar devlet sağlığı için kullanıldı. Bu politikayı başarabilmiş en büyük örnek olan Almanya, diğer ülkelere göre sadece ruhanî değil, savaşçı ve yönetici din adamlarına da önem verip kendisine bağladığı için, kilise-devlet zıtlığını keskin olarak yaşamamıştır. Bu politika, devlet-din ikilisini tek âmir altında toplanmasının olası bir iç çatışma durumunu ortadan kaldırma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor. Ancak o dönemde Avrupa’da devlet yöneticileri ve yüksek kademe din adamları arasında bir çekişme olduğu kesindir. Daha düşük bir sınıf seviyesinde olan yerel yönetici ve köy papazı ilişkisi, “yönetme” arzusundan değil, daha çok yerel yöneticilerin halkı ezip emeklerini karşılıksız bırakmasından hareketle, köy papazlarının bu yöneticilere karşı çıkmışlığı da olabilir. Yukarıda belirttiğimiz gibi yerel yönetici, bu tür olaylar yaşanmasın diye köy papazlarını da kendisine bağlamıştır.
Burjuvalar
Burjuva, kısaca ticaret yapan ve geçimini, malı aldığı fiyatın üstüne kâr payı ekleyerek satan kimseydi. Tabii bu kilisenin hoşuna gitmiyordu, çünkü herhangi bir emek söz konusu değildi. Dolayısıyla dine uygun değildi. Burjuva, ne din adamları ne de yerel yönetici ve şövalye gurupları tarafından sevilmekteydi. Ne zaman herhangi bir ticari girişime başvursalar karşılarına kendilerinden büyük ve söz sahibi kişiler çıkıyordu. Çünkü yaptıkları dine uygun değildi ve şövalyeler de aç gözlü yağmacılardı.
Kilisenin ve yerel yönetimin baskılarından dolayı rahatça ticaret yapamayan ve doğal olarak bağımsız olmasını istedikleri bir ticaret isteği içine giren burjuvalar, çevre prenslik ya da krallıklarla ilişkilerini güçlendirdiler. Tabii bu kralların da işine yarıyordu; çünkü her burjuva, potansiyel bir vergi vaat ediyordu. Bu yol, burjuvalar için başvurulacak en iyi yöntem değildi; ancak özgürce ticaret yapmaları sadece bu yolla mümkündü. Burjuvalar, feodal yapının yenik düşmekte olan merkez kuvvetlerine yeni bir hayat bahşetmişti adeta. Bu nedenle burjuva sınıfı, feodal yapının çökmesindeki kuvvetli etkenlerden biriydi.
Orta Çağda Bilim, Teknoloji ve Sanat
Orta Çağ Avrupa'sında bilimsel gelişimin başlamasında üniversitelerin kurulması etkili olmuştur. İlk üniversitenin Bologna’da 12. yüzyılın sonlarına doğru kuruldu ve ardından 13. yüzyılda Paris, Oxford ve Padua Üniversiteleri kuruldu. 15. yüzyılın sonlarında Avrupa'nın birçok şehrinde çok sayıda üniversite kurulmuştur.
Batı Roma'nın çökmesinin ardından Orta Çağ Avrupa'sında bir gerileme başlamıştır. Ağaçlar, işlenen toprakları yeniden geri kazanmış, Romalıların yaptıkları yol ağı sistemi neredeyse unutulmuş, nüfus azalmış, limanlar bakımsızlıktan dolayı kullanılamayacak hale gelmiş, metalürji , mimari, hidrolik bilimi ve tarım yapmak için gerekli teknik bilgi bu dönemde gerilemiştir. Roma şehri başta olmak üzere, genel olarak kültür değişmiş, entelektüel insan sayısında ciddi bir azalma olmuştur.
Orta Çağda Bilim ve Teknoloji
Orta Çağ toplumunda kilisenin hakimiyetinden dolayı bir baskı söz konusudur. Bilimsel ve felsefi gelişmelere kilise tarafından pek sıcak bakılmaz, bilim ile uğraşan kimseler "büyücü" olarak görülürdü. Buna müteakip, önemli sayılabilecek bir bilimsel keşif ya da ciddi derecede önem arz eden kitaplar yazılmamıştır. Bireyciliğe genel anlamda karşı olan kilise ya da feodal güçler, toplumun atılımlar yapmasını engellemişlerdir. Zira Avrupa için bu durgunluk, Bilimsel Devrim ve Rönesans'a kadar devam etmiştir.
Bu, hiçbir bilimsel faaliyet olmadığı anlamına gelmiyor. Roger Bacon gibi bazı filozoflar kısmen geç orta çağda da olsa faaliyette bulunmuşlardır. Erken Orta Çağ'da neredeyse hiç faaliyet yoktur. Toplumun çok büyük bir kısmı kırsal kesimde ve eğitimsiz oldukları için bu dönemlere “karanlık dönem” veya "karanlık çağ" denir. Aslında Orta Çağ için kullanılan "karanlık çağ" tabiri, Dünya geneline uygulanacak biçimde kullanılırsa, yanlıştır. Herkesin “Orta Çağ” olarak kabul ettiği, takriben Batı Roma'nın yıkılmasından Bilimsel Devrim'e kadar olan kısmı bütün dünya için “karanlık” olarak kabul etmek yanlış olur.
Burada ufak bir parantez açmakta fayda var: Çoğu kişi İstanbul’un fethinin Orta Çağı bitirdiğini söyler; fakat tarih bilimi, bu tür keskin çizgileri sevmez. Bir dönemin tek bir olayla kapanması mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki tarih bilimi, olayları ortaya çıkarmak için olguları inceler. Bu nedenle çağların başlangıç ve bitişleri tekil olaylarla çizilmemelidir.
Gerçekten de Orta Çağ, bütün Dünya için "karanlık" bir dönem değildi! Avrupalıların karanlık dönem dediği dönemde İslam medeniyetleri bilim ve teknoloji açısından en parlak dönemlerini yaşıyorlardı. Daha Doğu’ya gidecek olursa, örneğin en eski sismografı Çin medeniyeti keşfetmiş, matbaa ve barutu (her ne kadar kendi yararlarına kullanmasalar da) Çinliler keşfetmişlerdir. Hintliler, felsefe alanında gelişmiş, bilim ve okulları başarılı bir şekilde yaymışlar ve Baharat Yolu vasıtasıyla ülkeye giren altın ve gümüş Hintlileri bolluk içinde yaşatmıştır.
Henüz Coğrafi Keşifler sırasında Avrupalı kaşifler tarafından keşfedilmemiş Amerika kıtasını da eklemek gerekirse, Mayalar 20 tabanlı matematik sistemleri sayesinde karmaşık astronomik gözlemler ve takvim sistemi geliştirdiler ve astronomik gözlem yapıyorlardı. Hala tartışma konusu olsa da Mayaların şehir planlamasını yıldızların konumlarına göre yaptıkları düşünülmektedir. Aztekler iyi birer botanik uzmanı, dolayısıyla eczadırlar. Tıp doktorları vardır ve bu sistem babadan oğula geçmektedir, Ayrıca dünyanın en büyük piramidi Meksika'da Cholula de Rivadabia'da bulunur. Azteklere ait piramit 182.107 metrekare alan üzerine kurulmuştur ve yüksekliği 54 metredir. Aztekler, yerleştikleri yerdeki tarım yapabilmeleri için yeterli arazi olmamasından dolayı göl kıyılarında bolca bulunan kamışları örgü halinde getirmişler ve her biri bir metrekare büyüklüğündeki yüzlerce hasırı kıyılarına bağlamışlar ve karalarını genişletmişlerdir. Gölün dibinden çıkardıkları batağı bu hasırların üstüne yayarak buraları yüzen tarlalara dönüştürüp kendilerine tarım alanları yaratmışlardır.
Orta çağ Avrupası'nda askeri teknolojisindeki tek atılım, zırhlı şövalyelerdir. Bu askerler hem soylu bireyler hem de iyi savaşçılardı. Şövalyeler savaşların seyrini çoğu zaman değiştirmiştir.
Orta Çağ Avrupası’nda Tarih Yazıcılığı ve Tarih Anlayışı
Öncelikli olarak Antik Yunan dönemiyle başlayalım. Antik Yunan döneminde tarih, kuyruğunu yutan bir yılan gibi görülür (döngüsel, dairesel). Yani tarih, sonsuz bir döngü ve tekrardan ibarettir. Yalnız antik Yunan’da değil Hint, Çin, Mısır, Mezopotamya'nın tarih algısı da daireseldir. Artık yaşanan zaman yazılmaya başlandığından, Antik Yunan tarih anlayışı “insan merkezlidir”. Yunan tarih yazımı için geçmiş ve gelecekten ziyade, bugün, yani görülen, tanık olunan zaman tarihçinin konusu olmuştur. Tarih anlayışı, efsanelerden çoğunlukla sıyrılmıştır ve pragmatist, bilgi odaklıdır. Homeros, Hesiodos, Herodotos ve Thukydides dönemin önemli tarih yazıcılarıdır.
Orta Çağda ise tarih yazıcılığı ve anlayışı farklıdır. Tarih, Antik Yunan öncesi efsaneler döneminde olduğu gibi kutsallaştırılmıştır. Öz olarak Hıristiyan odaklı bir ideoloji yaratmak amacıyla tarih yazıcılığı yapılmaktadır. Antik Yunan’dan farklı olarak, faydacı değildir. İnsanlığın kolektif olarak bir gelişim gösterdiği düşünülür, yani evrensel bir tarih anlayışı vardır ve tarih çizgisel olarak ilerlemektedir. Dolayısıyla tarih, “sürekli ileri doğru gelişen ve asla tekerrür etmeyen” olarak görülür. Bu dönemde kilise hakimiyetinde ve çoğunlukla din adamlarının tarih yazıcılığı yaptığını görürüz. Tarih Âdem ve Havva’nın dünyaya gönderilmeleri ile başlayan “çizgisel” bir süreçtir ve kıyamet günü geldiğinde sona erecektir. Orta Çağ tarih yazımı üç ana unsur içerir:
- Hıristiyan merkezli tarih yazımı.
- İncil (İncil, bir tarih kitabı olarak da görülür)
- Klasik ve geç antik dönem yazarlarının pagan tarihleri.
Orta Çağ'ın tarih yazıcılığı, Yunan-Roma dönemiyle benzerlikler ve farklılıklar gösterir. Dönemin tarih yazıcılığında kaynaklar genel olarak rivayetler ve hikayelerdir. Tarih, siyaset ve savaşlardan çok, din odaklıdır. Tarih yazıcılarına ve dönemin genel anlayışına göre, tarihsel olaylar tanrının iradesidir ve bu nedenle “olayların sebeplerinin araştırılmasına gerek yoktur” anlayışına sahiptirler. Orta Çağda genellikle yıllık, biyografi, kilise babalarının tarihi ve kronikler yazılmıştır. Bazı Orta Çağ tarih yazıcıları ve önemli eserleri şöyledir:
- Aziz Augustinus (354-430) – Tanrı Devleti
- Tourslu Gregory (539-594) – Frankların Tarihi
- Aziz Bede (673-735)- Anglus Halkının Kilisevi Tarihi
Orta Çağda Sanat
Pagan dini zamanlarından kalan müzikler tamamen yasaklanmıştır. Orta Çağ müziği, bunun yerine tanrıyı övmek ve ona yakarmak için kiliselerde söylenen ilahiler olarak ön plana çıkarılmıştır. Şövalyeler de savaş zamanlarında başka kültürlerden etkilenmiş olmalarından dolayı, genelde ateş başında otururken bir tür halk ezgisi yaratmışlardır.
Orta Çağ mimarisinin temel yapıları ise daha çok dini olmuştur. Manastırlar, kiliseler, katedraller ve şatolar bu dönemde ön plandadır. Daha sonraları Rönesans ile mimari de değişime uğramıştır. Orta Çağ'da renkli taşları yan yana dizerek yapılan mozaik resimler, kiliselerin vazgeçilmez süslerinden olmuştur. Ayrıca fresk çalışmaları da resim sanatının gelişimine aşık tutmuştur.
Minyatür sanatının da ortaya çıkması bu döneme rastlar. Orta çağın sonuna doğru resim sanatına temel olacak bazı kuralları, Giotto adındaki İtalyan ressam tablolarında uygulamıştır.
Haçlı Seferleri ve Moğol Etkisi
İlk haçlı seferlerinin ve ardından gelenlerin hiç şüphesiz Avrupa tarihine etkisi olmuştur. Doğu Roma İmparatorluğu, Türklerle ve diğer İslam devletleri ile mücadele etmekte zorlanmaya başlamıştı. Özellikle Asya'nın içlerinden gelen Türkler, akın taktikleri ile İmparatorluğu oldukça yıpratıyordu. Türkler'in Anadolu’ya yerleşmesi imparatorluğu daha da zora sokarak pek anlaşamadığı batıya, yani Papalığa yardım talebinde bulunma durumuna soktu.
Bu talep, aslında sadece bin kişilik bir askeri gruptan oluşan paralı askerlerdi. İstilacı olan Vikingler de artık Avrupalı olmuştu ve dolayısıyla batılıların uğraşmaları gereken bir şey kalmamıştı. Papalık bunu bir fırsat bilip, Avrupa’da köylü, tüccar ve asilleri “Din kardeşlerimize yardım” ve “Kutsal toprakları kurtarmak” sloganları altında cihat mantığı ile topluyor; sürekli Müslümanların kafirliğini anlatan vaazlar veriyordu. Aynı zamanda Batı Hristiyanlarının en büyük arzusu Müslümanları mağlup etmekten ziyade, Doğu Roma'yı ve Ortodoksluğu saf dışı bırakarak, Hristiyanlık aleminin tek otoritesi olmaktı. Ancak İstanbul patrikliği de aynı dava amaçlarını gütmekteydi. Bu üstünlük yarışı, sonraları iki tarafın arasında açılmalara sebep olacaktı. En nihayetinde Papalık, Türklerin ilerleyişinden memnun değildi ve İmparatorun isteğini olumlu karşıladı.
Doğuya düzenlenecek bu sefer sadece para için değil, İsa peygamber adına düzenlenen bir seferdi. Ama her ne kadar dini olsa da her olayda gördüğümüz gibi bunun sosyolojik ve ekonomik nedenleri vardı. Düzensiz nüfus artışı olan ve fakirlikten bitap düşmüş Avrupa, doğunun zenginliklerine gözünü dikmişti. Her ne şekilde olursa olsun Batı ve Doğu Hristiyanları “Türkleri Anadolu’dan atmak” amacı uğruna eğitimsiz olan ilk haçlı ordusu ile harekete geçti. Bizans İmparatoru Aleksios her ne kadar Batının “tek” olma amaçlarından çekinse de Müslümanlara karşı başka başvurabileceği bir yöntem yoktu.
Batı'nın Doğu'dan Aldıkları
Haçlı seferleri sadece savaşmaktan ibaret değildi. Askerler birbirleri ile iletişim kuruyor, en nihayetinde batı ve doğunun kaynaşmasına sebep oluyordu. Ancak bu kaynaşma, biraz tek taraflı gibiydi. Müslümanlar, batıdan gelen insanların hiçbir şeyini merak etmezken, Avrupalılar Doğudan parfüm, baharat, ipek gibi şeyleri alıp Avrupa’nın ortasında kullanmaya başlamışlardı ve Müslümanların yaşayış tarzlarından etkileniyorlardı.
Ancak Doğu Hristiyanları, bu durumdan pek memnun değildi. Batılıların, onları kafirlerden kurtarmak için geldiklerini düşünüyorlardı. Ancak Batı Hristiyanları, orada kendi düzenlerini kurmak için bulunuyorlardı. Doğu’ya karşı düzenlenen dördüncü haçlı seferinde (1200-1204) İstanbul’u bile yağmaladılar.
Ne kadar zor olsa da Müslümanlar, Haçlılar'ı topraklarından çıkarmayı başardı. Ama bunun yanında bu seferlerin Avrupa’da da etkisi büyüktü. Sefere gidenler mallarını satıyor, asil olanlar kendilerine bağlı çalışan köylüleri serbest bırakıyordu. Bu durum, köylülerin köyden şehre göç etmesine yol açmıştı ve aynı zamanda gereksiz nüfustan arınan ve rahatlayan krallıklara da iş gücü doğmuştu. Bu göç eden insanlar işçilik yapıyor, mal alıp satıyor ve ticareti güçlendiriyordu. Sonuçta, toplumda yeni bir ekonomik düzen vardı. Doğuya gidenlerin bir kısmı geri dönüyor, bazıları da ya dönerken ölüyor ya da hiç dönmüyordu. Bu yeni “proleter” gücün doğuşunun yanı sıra asil olanların yerini de yeni insanlar almıştı. Yani Haçlı seferleri, Avrupayı baştan aşağı değiştirip, yenilemişti.
Avrupalılar daha büyük gemiler yapıyordu ve daha fazla insan taşımak istiyorlardı. Bu da onları gümüş gibi ağır metallerden yapılan paraları taşımayı bırakıp altın para basmaya itti. Doğuyla olan ve yükselmeye devam eden ticaret ve alınan, satılan mülkler paraya hareket kazandırdı ve bu bankacılığı, senetçiliği doğurdu. Böylece yeni bir meslek ortaya çıkmıştı.
Haçlı seferleri, yukarıda söylediğimiz gibi Avrupa'yı birçok yönden etkiledi fakat İslamiyet üzerindeki etkileri sadece ticaretin gelişmesiydi belki de. Şüphesiz Arap coğrafyası, Avrupa’yı daha çok etkiliyordu. İslam ve Türk medeniyetlerini negatif anlamda etkileyen Moğollar, Müslümanlar için yeni bir etkendi. Bu kısmı Haçlı seferlerine göre daha kısa tutmak mecburiyetindeyiz. Zira Moğollar ile Müslümanlar arasında ticari ve sosyolojik etkileşim yoktu. Moğollar, yıllardır gerek Müslümanlara gerek Türklere yaptıkları suikastlar ile bilinen Haşhaşileri ortadan kaldırıp, kaynaklarını yakıtlar. Bu nedenle onların kimlere suikast yapıp, devletleri nasıl etkilediklerini bilmiyoruz.
Karizmatik ve etkili bir lider olan Cengiz, askeri yetenekleri çok kuvvetli ve gelişmiş olan ordusu ile birçok yerde ilerlemeye devam etti. Cengiz’in ölümünden sonra yerine oğulları ve torunları geçerek yayılma politikasını devam ettirdiler. Öyle ki, torunu olan Kubilay Han, Japonya'yı bile istila etti; fakat pek başarılı olamadı. Daha çok batı medeniyetine, bilimine ve teknolojisine zararları vardı. Hülagü Han, Abbasi halifesini ve ailesini kanı akmasın diye “halıya sarıp” tekmelerle öldürerek, kütüphaneleri yakarak şehirleri yağmalayarak ve insanları katlederek İslam Coğrafyasını bilim ve teknoloji açısından çok fazla etkilemişti. Bu olaylar, İslam'ın Altın Çağı'nın duraklamasına ve bilimsel üretimin durmasına neden olan önemli bir “dış etkendir”.
Ancak zaman ilerledikçe ve Moğol imparatorluğu bölünüp parçalara ayrılınca işler değişti. Müslümanlar, Moğollarla savaşmıyor; din değiştirmelerine yol açarak onları bu toplumdan biri haline getiriyordu. Bu, savaşçı bir milleti durdurmanın en etkili yolu gibi gözüküyor. Öyle ki, İlhanlı Devleti'nin hükümdarı olan Mahmud Gazan, din değiştirdikten sonra asillere buradaki toprakların artık yağmalanmaması gerektiğini söyledi ve yayılma durakladı. Köylü halka zarar gelmesini istemeyen Gazan Han, bu açıdan Cengiz'e ve Hülagü’ye hiç benzemiyordu.
Çocuk Haçlılar
Yapılan geniş çaptaki haçlı seferlerinin haricinde kayıtlara “çocuk haçlılar” olarak geçmiş iki olay vardır. İlk çocuk haçlı seferi, 1204’teki 4. haçlı seferi ile 1217’de başlayan 5. haçlı seferi arasında gerçekleşmiştir. Haçlı seferi denilince gerçekten bir savaş olduğu akıllara gelse de, çocuk haçlılar sadece yola çıkmakla kalmışlardır.
1198-1216 tarihleri arasında Katoliklerin liderliğini yapan Papa III. İnnocentius, Hıttin Savaşı'nın ardından, Eyyubiler'in eline geçen Kudüs’ü geri almak için bir ordu toplamak istemektedir. Başarılı da olur; fakat bu sefer Kudüs’e değil, İstanbul’a yapılmıştır ve Ortodoks dünyanın başkenti, Katolikler tarafından yağmalanmıştır (4. Haçlı Seferi). Bu olay sonucunda Papa, yeni bir haçlı ordusu ile tekrar Kudüs’ü alma yolunda girişimlere başlamış; fakat bu girişimler çeşitli nedenlerden dolayı sonuçsuz kalmıştı. Daha çok diğer Hıristiyan cemaatler ve İspanya’daki Müslümanların üzerlerine gidilmiştir.
Bu dönemde ortaya Fransa’da Etienne adında bir çocuk çıkmıştır. [Orta Çağ Avrupası’nda Çocuk Hareketi: Fransız ve Alman Çocukların Haçlı Seferi, Sevtap Karaca, Mart 2016] Bu çocuk, İsa peygamberin kendisine bir mektup verdiğini ve onu Philip August’e teslim etmekle görevlendirdiğini söyler. Kral, yola çıkan çocuğa eve dönmesini söylese de, Etienne buna aldırış etmeyip, bütün Fransa’yı dolaşarak kendine azımsanmayacak kadar çok yol arkadaşı edindi. Etienne’nin söylemine göre tanrı, Kudüs’ü sadece temiz kalpli ve günahsız çocuklara bahşedecektir. Bu hedefle yola çıkan çocuklar, her geçtikleri yerde büyük coşkular ile karşılanmış olsalar da, köylünün onlara yeteri kadar erzak verememesinden dolayı birçok çocuk yolda ölmüş, geri kalanlarsa köylerine dönmüştür.
Bütün zorluklara rağmen bir grup çocuk, Marsilya limanına varmayı başarır. Fakat Etienne’nin söylediği gibi, deniz, önlerinde yarılmamıştır. Bu manzara ile karşılaşan çocuklar, geri dönmeye karar verirler. Fakat burada enteresan bir olay olur: Hugue ve Guillaume adında iki tacir, Etienne ve yanındaki çocuklara onları tanrı isteği için (!) kutsal topraklara götürmeyi vaat ettiler. Çocuklar 7 teknelik bir filo ile harekete geçtiler.
Ne var ki, 18 yıl boyunca bu çocuklardan bir haber alınamamıştır. 1230 yılında Doğu’dan gelen bir papaz, gemilerin Sardunya Adası yakınlarında battığını, geri kalanların ise tacirler tarafından Cezayir, Mısır ve Bağdat’ta satılığını söyledi. Mısıra satılanlar Eyyubi Sultan’ının oğlu Melik Kâmil tarafından satın alınarak tercüman, kâtip ve öğretmen olarak yetiştirildiler.
Fransız Etienne’den etkilenen Almanyalı Nikolaus adında bir çocuk da, aynı hedef ile pek çok çocuk toplayarak Köln kentinden yola çıktı. Diğer çocuk haçlılara göre yaş ortalaması daha yüksek olan bu grup, yaz aylarında Alpler’i aşarak Cenova’ya ulaştılar. Fakat Marsilya’da olduğu gibi burada da deniz yarılmadı. Papa III. İnnocentius, çocukları cesaretlerinden dolayı tebrik edip, evlerine dönmelerini istedi. Çocuklar, büyük bir hayal kırıklığı ile geri dönüş yoluna çıktılar. Bazı çocuklar gemilerle Filistin'e doğru yola çıksalar da bu çocuklardan da bir daha haber alınamadı. Nikolaus’un babası da çocuklarını kaybetmiş aileler tarafından suçlandı ve idam edildi.
Sonuç
Yazımıza özet olarak bakacak olursak, Orta Çağ, mutlak bir hakimiyetin ve hükümranın olmadığı, gücün kilise, kral ve lort arasında bölündüğü, köylünün sadece tarım yaptığı için değerli olduğu bir dönemdir. Bu dönemde iyi işleyen bir adalet sisteminden bahsetmek de söz konusu değildir.
Orta Çağda Doğu medeniyetleri her ne kadar gelişmiş olsa da Avrupa için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Orta Çağ Avrupa'sı Bilimle uğraşan insanların büyücü olarak görüldüğü, kilisenin krallığa her an tehdit oluşturduğu, her yöneticinin kendi adalet sistemi olduğu ve teknolojik gelişmenin olmadığı bir dönemdir. Bu dönem Haçlı Seferleri ile birlikte Avrupa için az da olsa aydınlanmaya başladı diyebiliriz.
Haçlı Seferleri sonucunda Batı ve Doğu'nun kaynaşması, aralarında bilgi alışverişini de doğurdu. Avrupalılar, İslam bilim insanları ve filozoflarının kendi yazdıkları ve Antik Yunan'dan Arapça'ya çevrilen kitapları alarak Latinceye tercüme ettiler. Din adamlarından bazıları artık bilim ile uğraşmaya başlamıştı, fakat bilimi yine tanrı iradesi olarak görüyorlardı. Bir farklılık olarak, bu sefer sebep ve sonuçlara da ilgileniyorlardı. Doğu'dan aldıkları bilgi ve teknolojiyi geliştirerek kullanmaya devam ettiler. Yani, "Haçlı Seferlerinden doğan bu kültür alışverişi, Avrupa kıtası için bir ışık oldu" demek mümkün.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
İçerikle İlgili Sorular
Soru & Cevap Platformuna Git- 26
- 10
- 10
- 9
- 8
- 8
- 8
- 1
- 1
- 0
- 0
- 0
- Ö. Genç. (2011). Ortaçağ Avrupası'nda Tari̇hyazımı Çerçevesi̇nde Paul The Deacon Ve Lombardların Tari̇hi̇. Journal of History School, sf: 53-73. | Arşiv Bağlantısı
- P. Ülgen. (2010). Orta Çağ Avrupası'nda Feodal Sisteme Genel Bir Bakış. Mukaddime. | Arşiv Bağlantısı
- P. Ülgen. Orta Çağ Avrupası'nda Toplumsal Değişimler: Kölelikten Seriğe. (15 Ağustos 2018). Alındığı Tarih: 16 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Beyaz Tarih | Arşiv Bağlantısı
- M. Çaylı. Orta Çağ’da Avrupa’ya Ne Oldu?. (14 Ağustos 2020). Alındığı Tarih: 16 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Beyaz tarih | Arşiv Bağlantısı
- I. Zimonyi. (2018). Ortaçağ Avrupa Tarihinde Göçebe Unsuru. Journal of Turkish History Researches, sf: 154-166. | Arşiv Bağlantısı
- Ö. Osmanoğlu. (Doktora Tezi, 2020). Orta Çağ Siyaset Felsefesinde Adalet. Not: Marmara Üni̇versi̇tesi̇ Sosyal Bi̇li̇mler Ensti̇tüsü İlahi̇yat Anabi̇li̇m Dalı Felsefe ve Di̇n Bi̇li̇mleri̇ Bi̇li̇m Dalı.
- S. B. Özerinç, et al. (Doktora Tezi, 2020). Ortaçağ Askeri Tarihinin Maddi Sınırları. Not: Mi̇mar Si̇nan Güzel Sanatlar Üni̇versi̇tesi̇ Sosyal Bi̇li̇mler Ensti̇tüsü Tari̇h Ana Bi̇li̇m Dalı Orta Çağ Tari̇hi̇ Programı.
- O. Bahadır. Ortaçağ Avrupa’sında Bilim Ve Teknoloji. (2 Ekim 2017). Alındığı Tarih: 14 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Sarkaç | Arşiv Bağlantısı
- Ankara Üniversitesi. (Açık Ders Sunumu, 2020). Açık Ders Sunumu. Not: Ankara Üniversitesi açık ders sunumu.
- M. Bloch. (2019). Feodal Toplum. ISBN: 9786052133989. Yayınevi: Doğu Batı Yayınları.
- Ö. Kaya. (2020). Roma İmparatorluğu'ndan Hitler Almanyası'na Avrupa Tarihi. ISBN: 9789752430709. Yayınevi: Kronik Kitap.
- U. Eco. (2014). Orta Çağ, Barbarlar-Hıristiyanlar-Müslümanlar. ISBN: 9786051066233. Yayınevi: Alfa Yayıncılık.
- C. Ponting. (2011). Dünya Tarihi: Yeni Bir Bakış Açısıyla. ISBN: 9786051061641. Yayınevi: ALFA Yayıncılık.
- S. G. Karaca. Orta Çağ Avrupası’nda Çocuk Hareketi̇: Fransız Ve Alman Çocukların Haçlı Seferi̇. (20 Ağustos 2020). Alındığı Tarih: 20 Ağustos 2020. Alındığı Yer: Vikipedi | Arşiv Bağlantısı
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 13:43:37 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/9166
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.