Öküz Evinde Yaşamak: Okuma Nasıl Evrimleşti?
An itibariyle farkında bile olmadan olağanüstü bir iş başarıyorsunuz: Bu sayfanın arkaplanıyla renksel karşıtlık içinde bulunan birtakım simgelerin izleri retinanıza düşüyor; sinirler bu görsel veriyi retinadan alıp temporal lobda bulunan ve verinin “ne”liğine karar veren ventral yol üzerinden beynin arka kısmındaki görsel kortekse taşıyor; görsel kortekste tanınan ve tanımlanan veri, bu kez de “nerede” olduğunun tespit edileceği dorsal yoldan geçerek paryetal loba ve oradan da tümüyle (görsellik, farklı katmanlarıyla anlam, sesletim ve hatta belki etimoloji yönünden) kavranacağı, neredeyse eşzamanlı olarak da deneyimlerinizin ve düşüncelerinizin geri kalanıyla ilişkilendirileceği prefrontal kortekse iletiliyor. Neredeyse bir paragrafta açıklamaya çalıştığımız tüm bu süreç çeyrek saniyeden dahi kısa bir sürede meydana geliyor ve ortaya çıkan sonuç hepimiz için çok tanıdık: okuma.
Okumanın Tarihi isimli kitabında Alberto Manguel 1984 yılında Bağdat Arkeoloji Müzesi’nde gördüğü, üzerinde hayvanları ve “on” sayısını simgeleyen çeşitli oyuklar ve izler bulunan, insanın yazıya dair ilk üretimlerinden biri olan ve tarihte önemli bir noktayı imleyen yaklaşık altı bin yıllık iki kil tabletten bahseder ve şöyle der:
Bu tabletlerde son derece duygulandırıcı bir şey var. Belki de artık var olmayan bir nehrin taşıdığı kille yapılmış bu tabletleri ve binlerce yıl önce toprağa dönüşmüş bu hayvan figürlerini izlerken bir ses canlanıyor, çöllerin yeşil olduğu bir zamanda dikkatli bir çiftçi tarafından söylenmiş bir düşünce, bir ileti sanki ‘Burada on keçi vardı’, ‘Burada on koyun vardı’ diyor. Yalnızca bu tabletlere bakmakla zamanın başından günümüze kadar gelen bir anıyı yaşatıyoruz. Düşünen kişi düşünmeyi bıraktıktan çok sonra bile düşünceyi saklayabiliyoruz ve kendimizi çizilmiş imge görüldüğü, çözümlenebildiği, okunabildiği sürece sonu açık kalacak bir yaratıcılık eylemine katıyoruz.
İcat edildiği günden bu yana insan faaliyetinin en önemli bileşenlerinden biri olan yazı, bireysel seviyede bizim üzerimizde kalıcı, fizyolojik izler bırakırken daha geniş ölçekte irili ufaklı çok sayıda toplum tarafından asırlarca değiştirildi, geliştirildi, rafine edilerek çözümlenmesi gittikçe daha kolay hale getirildi. Bu, iki yönlü bir ilişki: Bizler yazıyı ihtiyaçlarımıza göre yoğurup biçimlendirirken, yazı da bu uğraşın karşılığını verdi, toplumların kendi içlerinde ve başka toplumlarla girdikleri etkileşimlerde belirleyici rol oynadı.
Peki, yazıyı (ve okumayı) böylesine hayati bir bileşen haline getiren nedir? Yaklaşık altı bin yıl önce ortaya çıkmış bir kaba semboller sistemi nasıl oldu da insan zihninin sonsuz olasılıkta evrenler yaratabilmesine, toplumsal kuralları belirleyip bunları hayata geçirebilmesine, dillerin tüm zarafetinin gözler önüne serildiği şiirlere, hayal gücünün ve insan ilişkilerinin sonsuz farklı kombinasyonda resmedildiği öykülere ve romanlara, her gün farklı bir gelişmeye gebe bilimsel ilerlemeye, toplumsal dönüşümlerin motoru olan devrimlere ve sayılamayacak daha birçok şeye açılan yolun taşlarını döşeyebildi? Ortaya çıktığı dönemden başlayarak bugünden neredeyse üç yüzyıl öncesine kadar yalnızca bir avuç insan tarafından doğru düzgün kullanılabilen ve çözümlenebilen yazı, nasıl oldu da yedi milyar nüfuslu dünyada ezici bir çoğunluğun gündelik yaşamında gerçekleştirdiği en sıradan eylemlerden birinin, okumanın nesnesi haline gelebildi?
Bir bilimsel yöntem olarak materyalist diyalektiği titizlikle açıkladığı Doğanın Diyalektiği isimli eserinde Friedrich Engels, diyalektiğin yasalarının tarihsel gelişimin iki temel veçhesinden hareketle ortaya çıktığını belirtir: doğanın tarihi ve insan toplumunun tarihi. Ortaya çıkışında ve gelişiminde insanın doğasıyla (yani biyolojik özellikleriyle) toplumsal deviniminin böylesine iç içe geçtiği bir aracın ve yetinin, yani yazının ve okumanın izini tarih öncesi çağlardan bugüne sürmeye çalışırken biz de bu yöntemi benimseyeceğiz.
Öküz Evinde Yaşamak
Dünyanın %36’sının öküz evinde yaşadığını söyleseler ne düşünürsünüz?
Homo sapiens’in simgesel sanata başvurmasının tarihi, belki bu türün ortaya çıkışı kadar eskiye dayanır. Türümüzün, ataları ve kuzenlerinden (Homo erectus, Homo heidelbergensis, Homo rhodesiensis, Homo neanderthalensis, Denisova insanları vb.) daha gelişkin bilişsel yetilere, bununla uyumlu bir şekilde de diğer insansı türlerden daha gelişkin el becerilerine sahip olduğunu biliyoruz. Birbiriyle sımsıkı bir ilişki içinde olan bu iki özellik, aslında insanı geri kalan tüm canlılardan da ayıran şeyi meydana getiriyor: öznelik. Bildiğimiz kadarıyla Homo sapiens, çevresini saran nesnel koşullarla bilinçli, öngörülü ve planlı bir şekilde baş etme, nesnelliği değiştirebilme iradesini gösterebilen, yani “özne” olabilen tek canlı türü.
İhtiyaç halinde diğer tüm akrabalarından daha gelişkin ve incelikli aletler yapabilen ve bu sayede daha iyi beslenebilen, mevsim veya iklim koşullarına karşı daha fazla direnç gösterebilen, kısacası daha hızlı ve etkili uyum sağlayarak hayatta kalıp soyunu sürdürebilen H. sapiens, salt ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçip somut planlamaların yanında düşlemeyi, bu düşlerini çevresine yansıtmayı da becermeye başladıkça birtakım minik süs veya ritüel eşyalarının yanı sıra bugün çeşitli mağaraların duvarlarında gördüğümüz o bilindik çizimler de ortaya çıkmaya başladı: yırtıcısından avına çeşitli hayvanlar, insanlar ve soyut çizgiler.
Atalarımızın bu resimleri ne amaçla yaptığına dair çeşitli fikirler bulunuyor. Kimi bilim insanları bunların halisünatif maddelerin etkisi altında gerçekleştirilen şamanik ritüellerin bir parçası olduğunu söylerken başka bazı bilim insanları da o dönemin insanlarının bu resimleri avda şans getirmesi için yapılan bir tür sihrin bileşeni ya da düpedüz birer sanatçının yaratıcılığının örnekleri olabileceğini belirtiyor. Her ne amaçla yapılmış olursa olsun bu resimler, insanın sözlü iletişimin yanında simgesel anlatıma başvurma yetisini kazandığının birer kanıtı.
Göçebe yaşamın getirilerinden biri, eğer yeteneğiniz varsa önünüze çıkan her duvarı tuval niyetine kullanabilme fırsatına sahip olmaktır. Peki ya göçebe değilseniz?
Homo sapiens’in avcı-toplayıcı gruplardan yerleşik yaşama geçişi ve tarım yapmaya başlaması bir anda meydana gelmedi. Binlerce yıl, on binlerce nesil alan meşakkatli bir süreç içerisinde aşamalı olarak yerleşik hayata geçen insanlar bunu, kabaca “daha az emekle daha fazla ürün” olarak kodlanabilecek verimliliği artırma güdüsüyle gerçekleştirdiler. Daha yerleşik yaşamın ilk örneklerine bile gelmeden teknolojik ilerleme konusunda epeyce yol kat etmiş, kap kacak yapmanın yanı sıra ateşi kontrol altına alıp birtakım hayvanları evcilleştirmeye başlamışlardı bile.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Yerleşik yaşama geçişle birlikte gerçekleşen tarım devrimi, toplumsal açıdan köklü bir dönüşümün önünü açarken bu dönüşümün en önemli çıktılarından ikisi –belki de en önemlileri– artı ürün olgusunun ortaya çıkması ve toplumsal işbölümünün gitgide daha da karmaşık hale gelmesi oldu. Bu iki olgunun doğuşu ise bugün çok daha karmaşık, çok daha girift bir biçimini yaşadığımız sınıflı toplumların ve özel mülkiyetin ilk olarak tarih sahnesine çıkmasıyla el ele ilerledi.
İşleyiş basitti: Önceden kendine yetecek kadar bulan, toplayan, avlayan insan toplulukları iklim değişimi, coğrafi uygunluk, alet yapımındaki gelişkinlik vb. sayesinde artık ihtiyaçlarından fazlasını üretebiliyor, ürettiklerini depolayabiliyordu. Bu, topluluktaki herkesin çalışması zorunluluğunu ortadan kaldırdığı gibi toplulukların ihtiyaç fazlasını başka ürün veya hizmetler karşılığında takas edebilmesinin önünü açıyordu. Bu da ister istemez birtakım hesap kitap işleri gerektiriyordu ve her seferinde koca koca hayvanların, bitkilerin isimlerini her yere not etmek tabii ki mümkün değildi. Ah, şu takas ürünleri bir simgeleştirilebilseydi…
Birbirine çok yakın dönemlerde birbirine çok yakın coğrafyalarda ortaya çıkan iki yazı, tarih öncesi insanın ihtiyaçtan doğan bu dileğini yerine getiriyordu. Yalıtık bir dil olan Sümercede yaklaşık yedi yüz, sonrasında gelen birçok alfabenin öncülü sayılabilecek Antik Mısır Hiyerogliflerinde ise dokuz yüze yakın simge bulunuyordu. Bu simgelerden oluşan yazılar son derece ilkeldi; doğada bulunan nesnelerin veya bazı kavramların kabaca basitleştirilmiş birer işaretiydi yalnızca. Yeterince pratik değildi, ama idare ediyordu işte…
Tarım devrimi ve yerleşik hayatla insan emeğinin daha verimli hale getirilmesi, çok büyük ölçüde tarım alanlarından oluşan üretim araçlarının özel mülkiyete tabi olması sayesinde daha fazla insanın üretimle doğrudan ilgisi bulunmayan işlerle uğraşabilir olması ve insanın öğrenmeye son derece açık, merak ve yaratıcılık dolu beyni, MÖ 1700 civarında firavunlara bağlı olarak işletilen turkuaz madenlerine yakın bir bölgede, Sina Yarımadası'nda yazının daha da basitleştirilmesine yönelik ilk ciddi adımların atılmasını sağladı.
Proto-Sinaitik denen yazıyı ortaya çıkaran dönemin kâtipleri (ki kendileri olsa olsa bir avuç insandı, ama vur deyince öldürmüşlerdi) yazının daha da verimli hale getirilebilmesi için ağırlık atması gerektiğine karar verdiler ve ortaya çıkardıkları bu yeni işaretler, doğrudan doğruya bir kavramın anlamını (buğday, öküz, keçi, turkuaz vb.) karşılamak yerine konuşma seslerine, daha doğrusu salt ünsüz seslere karşılık gelmeye başladı. Bugün Arapça, İbranice gibi Sami dillerde sözcüklerin ünsüz harf köklerinden türetilmesinin sebebi budur.
Okurun yalnızca birkaç simgeye bakarak bir mesajın anlamını kavramasına olanak sağlayan bu yazı biçiminin bir diğer yanı da akrofonik ilke adı verilen ve hafızayı kullanma üzerine kurulu bir ilkeden faydalanmasıdır. “Akrofonik ilke” teriminin doğrudan anlamı “sesi bir uçta kullanma”dır; yani bir kelimenin belli bir ucunda, başında ya da sonunda (büyük çoğunlukta başında) yer alan sesin vurgulanması. Örneğin birçok Sami dilde m ünsüz sesi, “dalga” anlamına gelen mem ya da mayyuma kelimesinin ilk sesinden köken alır. Öte yandan “yılan” anlamına gelen nahasu sözcüğünün ilk hecesindeki vurgu da n sesini hatırlatmaya yarar.
Ticaret yolları sayesinde de farklı toplumlarla buluşan bu yazı biçimi, o toplumlar tarafından da benimsenip kullanılmış, bu sırada da son derece radikal değişimlere uğramıştır. Örneğin Antik Mısır yazısındaki beth (“ev” anlamına gelir; b sesini vurgulamak için kullanılır) şu şekilde çizilirdi:
Proto-Sinaitik dillerde ve onlardan kendine sembolleri miras alan diğer dillerde b sesine karşılık gelen sembolün uğradığı biçimsel değişimler de şöyledir:
Diğer yandan “öküz” anlamına gelen ’aleph sözcüğü, a sesini vurgulamada kullanılırdı ve o sesten sonra gırtlaktan çıkan hava duraklamaya uğrardı. Sonradan sonraya, farklı toplumlardaki kullanımlarda o duraklama sesi kayboldu.
Lascaux Mağarası’nın duvarlarına o öküz resmini çizen avcı-toplayıcılardan bugüne geçen on yedi bin yılda nesiller boyu titizlikle çalışan, ince işçiliğin en güzel örneklerini sunan kâtipler sayesinde bugün, dünya nüfusunun %36’sını oluşturan biz, Latin Alfabesi kullanıcıları kendimizi ve çevremizi tarif etmek, düşüncelerimizi paylaşmak, kurallar yazıp kurallar bozmak, kısacası varlığımızı ifade edip daha sonraki nesillere aktarabilmek için yazıyı yani alfabeyi (ya da konuştuğumuz dile göre alphabet’i, alfabeto’yu, alfabetet’i, alfávito’yu…), etimolojik köken itibariyle de bir öküz evini araçsallaştırıyor, düşünsel dünyamızı bu öküz evinin sınırları içinde betimleyebiliyoruz. Bugün öküzü göremiyor musunuz? Latin alfabesindeki büyük “A” harfini baş aşağı çevirin.
Ne var ki burada bir soru, çözmemiz gereken bir paradoks çıkıyor karşımıza: Herhangi bir özelliğin evrimleşmesi için milyonlarca yıl geçmesi gerekirken insanlar her şeyi, ama her şeyi kökünden değiştirebilecek güce sahip, böylesine etkili bir aracı kabaca yirmi bin yıl gibi kısacık bir zaman diliminde ortaya çıkarmayı nasıl başardı? Evrim, insana “kıyak” geçip daha hızlı işlemeye mi karar verdi? İnsan beyni nasıl oldu da kozmolojik olarak “birdenbire” denebilecek bir sürede böylesine incelikli bir işçiliği üretmeye ve bunu çözümlemeye muktedir hale gelebildi?
Yazı dizimizin ikinci bölümünde nörobilimin sahasına giriş yapıp okumanın altında yatan nöral bağlantılara göz atarken bu soruların da yanıtlarını arayacağız.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 35
- 16
- 14
- 8
- 6
- 4
- 3
- 2
- 1
- 1
- 0
- 0
- Alberto Manguel. (2019). Okumanın Tarihi. ISBN: 978-975-363-919-8. Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları.
- C. Claiborne Ray. Clues To Prehistoric Cave Painters Remain Scant. (25 Eylül 2017). Alındığı Tarih: 17 Aralık 2018. Alındığı Yer: New York Times | Arşiv Bağlantısı
- Stanislas Dehaene. (2019). Beyin Nasıl Okur?. ISBN: 978-605-106-891-6. Yayınevi: Alfa.
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 11:55:03 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/7524
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.