Etikte Duyguculuk: Alfred Jules Ayer ve Chrarles Leslie Stevenson
Bir gün tek başınıza iken bir sokakta yardıma muhtaç birini gördüğünüzü farz edin. Böyle bir karşılaşmada muhtemelen aklınızdan şu soruları geçirirsiniz: Bu kişiye yardım etmeli miyim? Ona yardım etmek için herhangi bir sebebim var mı? Diyelim ki bir sebebim var, bu sebebimin bir temeli var mı? Bu sebep, benim şimdi uydurduğum bir şey mi yoksa hep mi vardı? Bu ve bunun gibi sorular, aynı zamanda belirli bir durumda ne yapılması gerektiğine dair sorulan soruların hepsi, felsefenin bir disiplini olan etik tarafından incelenir. İnsan tavırlarının normatif bilimi olarak da tanımlanabilen etik, insanın nasıl davrandığıyla değil, nasıl davranması gerektiğiyle ilgilenir.[7]
Bu tanımlama yerinde olmakla beraber, tanımlamanın meta-etik kuramları kapsayan bir yapısı yoktur. Bu sebeple etiği normatif ve meta olmak üzere ikiye ayırmakta yarar vardır. Meta-etik, olgular üzerine konuşmak yerine etik kuramlar üzerine konuşur. Bizim bu makalede ele alacağımız "Duyguculuk"un önde gelen iki temsilcisinin ortaya koyduğu kuramlar, büyük oranda 20. yüzyılda yükselen Wittgensteincı ekolden etkilenilerek meydana getirilmiştir. Bu iki kuramı anlatmadan önce, ilk olarak Wittgenstein’ın düşüncesini ele almakta yarar vardır.
20. yüzyıl filozoflarından biri olan Wittgenstein’ın amacı, düşüncelerin dile getirilişine sınır çizmektir. Bu sınır, söylenebilecek yasal alanı belirlemekle birlikte, söylenemez olanı da aynı anda gösterecektir. Daha açık bir ifadeyle çizilen sınır, dünyanın sınırıdır. Söylenemez olan ise açıkça dünyanın dışına itilmiştir.
Wittgenstein’a göre etik, transandantaldır. Etiğin transandantal olması, dünyada karşılığının olmaması demektir.[8] Yani etik, dünya hakkında hiçbir tümce dile getirmez; onun tümcelerini doğrulama imkânımız yoktur. Bu durumu örnekleyelim: Dünyayı resmeden bir tümcenin genel biçimi şudur: “Şu anda dışarıda yağmur yağıyor.” Bu tümce, eğer kapalı bir alandaysak sadece dışarıya bakarak kolayca doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir. Yani bu tümcenin, olanaklı bir olgu durumunun resmi olduğunu söyleyebiliriz. Oysa “Yalan söylememelisin!” gibi bir tümce, olgusal olarak Wittgenstein’ın dünyasında doğrulanamaz. Aslında bu önerme, bir olgu durumunun resmi değildir.
Daha da irdelersek, karşımıza iki farklı olgu durumu çıkar: Yalan söylemek ve yalan söylememek. Önermesel olarak “Ali yalan söyledi.” ya da “Ali yalan söylemedi.” önermeleri, olgusal durumları dile getirirler ve doğrulanma olanakları vardır. Fakat “Ali yalan söylememeli!” önermesinin, herhangi bir olgusal karşılığı yoktur. Böyle bir önerme, yüksek bir değer dile getirir. Fakat Wittgenstein’ın dünyası içinde her şeyin nasılsa öyle olup bittiği, içinde hiçbir şekilde değer taşımayan bir dünyadır.[8] Son kertede, Wittgenstein açısından etiğin önermeleri olgusal değildir, doğrulanamaz; bu sebeple etik üstüne susmak gerekir. Çünkü etik söylenilen bir alan değil, gösterilebilir bir alandır.
Alfred Jules Ayer ve Charles Leslie Stevenson'ın da büyük oranda bu düşünceyi takip ettiğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Bu makalenin amacı Ayer ve Stevenson’ın etik anlayışlarını eleştirel bir biçimde ele almaktır.
Duygulanım Olarak Etik: A. J. Ayer
Ayer, genel olarak önermelerin mantıksal geçerlilik koşullarını kendisine araştırma nesnesi yapmıştır. Bu çerçevede etik önermelerin olgusal bağlamının olmaması nedeninden ötürü, etik alanında ortaya koyulan bilginin kesinliğini yadsımıştır. Değerlere ilişkin bilginin olanağını yadsıyan Ayer, etiğin temel işlevinin moral tümce ve önermelerin “anlamlarını çözümlemek” olduğunu düşünür.[4] Yani yapmak istediği şey aslında etik bir kuram oluşturmak değil, etiğin yöntemini belirlemektir. Daha açık bir ifadeyle etiği eylemsel boyuttan ziyade, dilsel boyuta çekerek ele almıştır.
Anlamlı tümceler, en genel anlamda, deney ve gözlem yoluyla doğrulanabilir olan tümcelerdir. “Şu an yağmur yağıyor.”, “İki hidrojen ve bir oksijen atomu uygun koşullarda birleşerek su molekülü meydana getirir.” gibi önermeler, deney ve gözlem yoluyla doğrulanabilen önermelere örnek olarak gösterilebilir. Bu tür önermelerin anlamlı oluşları, olgusal olmaları sayesindedir.
Metafizikçilerden de beklenen, öncüllerinin temeline bu tür olgusal önermeler almalarıdır. Fakat realite incelendiğinde, bunun pek de böyle olmadığı görülür. Ayer’in deyişiyle, metafizikçilerin kullandığı tümceler, bir tümcenin anlamlı olmak için uymak zorunda olduğu koşullar dizgesine hiç de uygun değildirler.[1] Aynı zamanda metafiziğin bir kolu olan etiğin de tümceleri, ne deney ve gözlem yoluyla doğrulanabilirlik, ne de onlar ilkece doğrulanabilirlik özelliği taşırlar.1 Bu bağlamda düşündüğümüzde, Ayer etiğin kavramlarının olgular ve nesnelerle ilgili kavramlarmış gibi ele alınmasının büyük bir yanlışlık olduğunu söyler. Kant başta olmak üzere “geleneksel” felsefede adı geçen her filozofun ya da hemen her okulun evrensel bir ahlakın var olduğuna ve bunun bilgisinin de ortaya konulabileceğine olan inanışlarını eleştirir.[4]
Ayer buradan hareketle de etik kavramların doğruluğunun akıl yoluyla denetlenemeyeceğini ve geçerliliğinin kanıtlanamayacağını söylemiştir. Ayer tam olarak bu kısmı araştırma konusu olarak belirlemiştir. Yani ilgilendiği şey “iyi”, “doğru” gibi kavramların “değerin terimleri”yle tanımlanabilip tanımlanamayacağı değil, bu tür etik terimlerin etik dışı, yani deneysel olgu bildirimlerine indirgenebilip indirgenemeyeceğidir.[1]
Ayer, bu tür girişimlerin daha önceden faydacılar (İng: "utilitarians") ve öznelciler (İng: "subjectivists") tarafından denendiğini söylemiş, fakat bunlardan hiçbirini kabul etmeyeceğini belirterek yeni bir yaklaşım ortaya koymayı amaçlamıştır.2 Bu bağlamda yapılması gereken ilk şey, etik kavramların içinde geçtikleri yargıların geçerliliğini sınamamızı sağlayacak bir ölçüt bulunmadıkça onların çözümlenemez olduğunu kabul etmektir.[1] Bununla birlikte Ayer etik simgeleri, “betimleyici” ve “normatif” olmak üzere iki gruba ayırır.[3] Normatif olan etik simgeler, Ayer’e göre olgusal terimlerle tanımlanamaz. Ayer, bunu şu şekilde örneklendirir:[1]
Evrim Ağacı'nın çalışmalarına Kreosus, Patreon veya YouTube üzerinden maddi destekte bulunarak hem Türkiye'de bilim anlatıcılığının gelişmesine katkı sağlayabilirsiniz, hem de site ve uygulamamızı reklamsız olarak deneyimleyebilirsiniz. Reklamsız deneyim, sitemizin/uygulamamızın çeşitli kısımlarda gösterilen Google reklamlarını ve destek çağrılarını görmediğiniz, %100 reklamsız ve çok daha temiz bir site deneyimi sunmaktadır.
KreosusKreosus'ta her 10₺'lik destek, 1 aylık reklamsız deneyime karşılık geliyor. Bu sayede, tek seferlik destekçilerimiz de, aylık destekçilerimiz de toplam destekleriyle doğru orantılı bir süre boyunca reklamsız deneyim elde edebiliyorlar.
Kreosus destekçilerimizin reklamsız deneyimi, destek olmaya başladıkları anda devreye girmektedir ve ek bir işleme gerek yoktur.
PatreonPatreon destekçilerimiz, destek miktarından bağımsız olarak, Evrim Ağacı'na destek oldukları süre boyunca reklamsız deneyime erişmeyi sürdürebiliyorlar.
Patreon destekçilerimizin Patreon ile ilişkili e-posta hesapları, Evrim Ağacı'ndaki üyelik e-postaları ile birebir aynı olmalıdır. Patreon destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi 24 saat alabilmektedir.
YouTubeYouTube destekçilerimizin hepsi otomatik olarak reklamsız deneyime şimdilik erişemiyorlar ve şu anda, YouTube üzerinden her destek seviyesine reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. YouTube Destek Sistemi üzerinde sunulan farklı seviyelerin açıklamalarını okuyarak, hangi ayrıcalıklara erişebileceğinizi öğrenebilirsiniz.
Eğer seçtiğiniz seviye reklamsız deneyim ayrıcalığı sunuyorsa, destek olduktan sonra YouTube tarafından gösterilecek olan bağlantıdaki formu doldurarak reklamsız deneyime erişebilirsiniz. YouTube destekçilerimizin reklamsız deneyiminin devreye girmesi, formu doldurduktan sonra 24-72 saat alabilmektedir.
Diğer PlatformlarBu 3 platform haricinde destek olan destekçilerimize ne yazık ki reklamsız deneyim ayrıcalığını sunamamaktayız. Destekleriniz sayesinde sistemlerimizi geliştirmeyi sürdürüyoruz ve umuyoruz bu ayrıcalıkları zamanla genişletebileceğiz.
Giriş yapmayı unutmayın!Reklamsız deneyim için, maddi desteğiniz ile ilişkilendirilmiş olan Evrim Ağacı hesabınıza üye girişi yapmanız gerekmektedir. Giriş yapmadığınız takdirde reklamları görmeye devam edeceksinizdir.
“X yanlıştır.” biçimindeki bir karmaşık im, belli tipten bir davranışla ilgili bir törel yargıyı anlatan bir tümce oluşturabildiği gibi, belli tipten bir davranışın belli bir topluluğun ahlak duygusuna karşıt olduğunu savlayan bir tümce de olabilir. Birinci durumda “yanlış” simgesi düzgüsel bir törebilimsel simgedir ve biz, onun içinde geçtiği tümcenin hiçbir yönden deneysel bir önerme anlatmadığını öne sürüyoruz.
Ayer’in söylemeye çalıştığı şey aslında şudur: “Hırsızlık yapan kişinin elinin kesilmesi yanlıştır.” gibi normatif bir yargı, evrensel olarak kabul edilecek dahi olsa, bu ifade deneysel bir yargı dile getirmiş olmayacaktır. Ama bu ifadeyle kastettiğimiz şey, belirli bir toplumun ahlak anlayışından bahsediyorsak “Türkiye’de hırsızlık yapanın elinin kesilmesi yanlıştır.” gibi bir tümce deneysel bir yargıya dönüşür ve bilgisel, olgusal bir temele oturur.
Daha açıklayıcı olursak normatif etik, eyleme yönelik bir ifade olduğundan olgusal değildir; bununla birlikte betimleyici etik, var olan bir durumdan bahsettiğinden dolayı olgusal temele dayanır. Aynı zamanda ona göre içinde normatif etik kavramı bulunduran herhangi bir tümcenin geçerliliğini de hiçbir şekilde sınayamayız. Böylece birisine "Bu parayı çalmakla yanlış davrandınız.” dediğimde “Bu parayı çaldınız.” demenin ötesinde bir şey yapmış olmam.[3] Böyle bir bildirim, eylemin olgusal içeriğiyle alakalı bize hiçbir bilgi vermez; yaptığımız tek şey, o eylemi etik açıdan onaylamadığımızı söylemektir.
Örneğin herhangi birinin bir cinayet işlediğini varsayalım. Bu cinayet iki boyutlu olarak ele alınabilir. İlk olarak cinayetin işlendiği mekân, zaman vardır. İkinci olarak da bu kişinin, cinayeti işlemesine neden olabilecek bir yığın açıklama ve faktörden söz etmek mümkündür. Söz konusu kişi, cinayeti ona küfredildiği için işlemiş olabilir, hırsızlık yaparken yakalandığı için görgü tanığı bırakmamak adına işlemiş olabilir, meşru müdafaa diyerek ölmemek için işlemiş olabilir. Bu açıklamaların her birine dair cümle kurulabilir.
Örneğin, “Katil cinayeti, pazartesi günü, saat 21: 00’da, Şanlı Sokak’ta, maktul kendisine silah çektiği için işlemiştir.” gibi bir tümce olgusal bir tümcedir ve kolaylıkla doğrulanabilip yanlışlanabilir. Bu şekilde yapılan her anlatım, kurulan her tümce, olgusal bağlama sahip betimsel tümcelerdir. Fakat tam burada gerçekte ne olduğunun ya da failin güdülerinin neler olduğunun sorulması yerine etik bir yüklem uygulansın ve davranışında haklı olup olmadığı sorulsun: Öldürme hakkı var mıydı? Bu hakka sahip olduğu doğru mudur? Ayer’e göre böyle bir soru, soruşturmanın seyrine hiçbir şey katmaz. Başka bir deyişle, failin haklı ya da haksız olduğu, o anki güdülerinin doğru ya da yanlış olduğu, iyi ya da kötü olduğunu söylemek, davranışın ne olduğunu söylemek anlamına gelmez. Böyle bir bildirim etik bir bildirim olmakla birlikte hem olgusal değildir hem de hikâyeye yeni hiçbir şey eklemez.
Bu bağlamdan, etik tümcelerin hiçbir işlevinin olmadığı gibi bir sonuç da çıkarmamak gerekir. Etik tümceler olgusal bildirimde bulunmamakla birlikte, belirli ahlaki duyguları anlatmaktır:[1]
Genellikle bir ahlaki yargı verildiğinin söylendiği her durumda, ilgili ahlaki sözcüğün işlevi tümüyle "duygusal"dır. Bu sözcük, nesneler üzerinde bir savlamada bulunmak için değil, o nesneler üzerinde duygu anlatmak için kullanılır.
Bu tarz etik tümceler kurulmasının nedeni de belirli bir olaya karşın içimizde oluşan duygunun sadece dışavurumu değil, aynı zamanda başkalarında da aynı duyguyu uyandırmaktır. Ayer bir etik tümcenin “eyleme yönlendirme” niteliğini, tümcenin bir buyruk formuna dönüştürülebilir olmasıyla açıklar.[3] Bu bağlamda, “Dürüstlük ödevinizdir/temel bir erdeminizdir.” gibi bir tümcenin buyruksal uzantısı, “Dürüst ol!” buyruğudur. Oysa “Dürüst olmak her zaman iyidir.” tümcesinde artık bir tavsiye yoktur, bu tür bir cümlede buyruksal niteliğin aşılması söz konusudur. Bu bağlamda da “iyi” sözcüğünün anlamı ahlaki kullanımda, “ödev” sözcüğünün kullanımından ayrılır.[2]
Ayer, etik terimleri duygusal boyuta indirgediği için bu görüş kapsamında etik tümceler için doğru ya da yanlış diyebileceğimiz bir ölçütün de olanaksızlığı gün yüzüne çıkmış olur. Çünkü bildirimi olmayan bir tümce, doğru ya da yanlış değeri almaz. Ayer’in deyişiyle bunlar duyguların saf anlatımlarıdır ve bu nitelikleriyle doğruluk ve yanlışlık kategorilerinin içine girmezler; bunlar, bir acı çığlığının ya da bir buyruk sözcüğünün doğrulanamaz olduğu anlamda, doğrulanamazlar çünkü gerçek önermeler değillerdir.[1]
Ayer tüm bunlardan hareketle, bu tür etik sorunlar üzerine tartışılamayacağı sonucuna varır. Çünkü buradaki sorun, etik bağlamda bir sorun olmaktan çok, olgusal bir sorundur. Ayer’in olgusal sorun olmasından kastı, etik tümcelerin temelinin, olgusal olmamasıdır. Bu sebeple de evrensel geçerliliği olan hiçbir etik tümce ortaya konulamaz. Örnekleyecek olursak belirli bir olay karşısında olayı anında deneyimleyen iki kişinin, bu olaya dair verdiği yargılar farklı olabilir. Çocuğu aç olduğu için market reyonundan mama çalan bir babayı ele alalım. Bu durumu deneyimleyen iki kişiden biri hukukçu, diğeri ise sıradan bir vatandaş olsun. Bu durumda, sıradan bir vatandaşa göre bu eylem, çocuğu aç kalmış, onu doyurmak için her şeyi göze almış fedakâr bir babanın çocuğu için gerçekleştirdiği bir eylem olacak, doğru ve iyi bir eylem olarak değerlendirilecektir. Oysa hukukçu olan kişi, bunu açıkça özel mülkiyete saldırı ve hırsızlık olarak yorumlayarak eylemin kötü olduğunu söyleyecektir. Buradan hareketle genelleme yaparsak her iki kişinin de verdiği yargılar, o anki duygu durumlarının bir yansımasıdır. Olgu aynı olmasına rağmen, verilen etik yargılar değişmiştir. Bu sebeptendir ki etik tümceler, evrensel bir şey dile getirmezler.
Ayer tüm bunlardan hareketle, ahlaki yargıların nasıl temellendirilebileceği sorusu üzerine yoğunlaşır; ulaştığı sonuç ise psikolojidir. Yani etik yargılarımızın ne mantıksal ne de bilimsel bir dayanağı yoktur. Ahlaki yargılarımıza sadece ve sadece psikolojik sebepler gösterme imkânımız vardır. Aslında böyle bir sebepler silsilesi göstermek temellendirme yapmak değil, bizi o ahlaki tutuma götüren nedenleri göstermektir.
Stevenson ve Duyguculuk
Stevenson, ilk olarak etik tümcelere yönelik bir saptamayla işe başlar. Ona göre etik sorular, zor sorulardır; zor olmalarının sebebi de ne aradığımızı bilmememizdir. Stevenson'un deyişiyle ifade edersek etik sorular, iğnenin ne olduğunu bilmeden “Samanlıkta iğne var mı?” sorusu gibidir.[5] Bu bağlamda ona göre ilk olarak bu soruların ve kavramların çözümlenmesi gerekir. Başka bir deyişle Stevenson’ın ilgilendiği şey etiğin çözümlenebilir olan bu kavramlarına yönelmektir.
Stevenson’a göre gündelik hayatta bizi etik konusunda soru sormaya iten şey, etik anlaşma ve anlaşmazlıklardır.[3] Örnekleyecek olursak başkasının doğru dediğine bizim de doğru dememiz, bizim doğru dediğimize başkasının yanlış demesi, gündelik hayatta bizi etik sorular sormaya iter. Genellersek, bu türden uyuşmazlıklar aslında bizi etik sorular sormaya iter.
Bu bağlamda Stevenson, ilk olarak bu uyuşmazlıkların doğasını inceleyerek işe başlamıştır. Etik anlaşmazlıkların doğasını en doğru biçimde doğa biliminde ortaya çıkan anlaşmazlıklarla karşılaştırarak görebileceğimizi söyleyen Stevenson, etik anlaşmazlıkların doğa bilimindeki anlaşmazlıklara benzer olup olmadığını sorar ve benzer olmadığı sonucuna varır.[5] Yani doğa biliminde ortaya çıkan uyuşmazlıklar, "inançta uyuşmazlık"tır (İng: "disagreement in belief") ve bu tür uyuşmazlıklar; AA, pp’ye inandığında ve BB, pp’ye inanmadığında ortaya çıkar.[5]
Daha açık bir ifadeyle, aynı duruma karşı iki insanın farklı tutumlar sergilemesi, bu uyuşmazlık türüne örnek olarak gösterilebilir. Bu türden bir anlaşmazlık, yeni veriler ışığında, daha açık bir deyişle yeterli kanıtlar ışığında kolayca çözülebilir. Örneğin Aristoteles okuyan iki kişiden biri Aristoteles’te köleliğin olmadığını, diğeri ise olduğunu iddia etsin. Böyle bir uyuşmazlıkta, yeniden okumalarla ve uygun kanıtların aranmasıyla kolaylıkla sonuca ulaşılabilir ve uyuşmazlık giderilir. Bir diğer anlaşmazlık türü ise “tutumca anlaşmazlık"tır (İng: "disagreement in attitude").[7]
Örneğin AA’nın “Bu gece sinemaya gidelim.”, BB’nin de “Ben sinemaya gitmek istemiyorum, bence poligona gidelim.” dediğini düşünelim. Böyle bir anlaşmazlık, Stevenson’ın deyişiyle geleneksel bir anlaşmazlıktır.[5] Böyle bir durumda, her iki kişi de nereye gitmeleri gerektiği konusunda birtakım sebepler öne sürer; başka bir deyişle ikisi de birbirini etkilemeye çalışır. Böyle bir anlaşmazlığın ortaya çıkmasının nedeni ise farklı inançlara sahip olmak değil, farklı tercihlere sahip olmaktır.
Ama sadece bu yeterli değildir; aynı zamanda karşıdaki kişinin de tercihinin sorun edilmesi gerekir. Böyle bir anlaşmazlığın bitmesinin tek yolu ise ortak bir tercihte buluşmaktır. Bu ortak tercih, karşımdakinin tutumunu kabul etmek olduğu kadar, onu kendi tutumumu kabul etmeye ikna etmek de olabilir. Bu iki uyuşmazlık türü birbiriyle yakından ilişkilidir fakat ilişkili olmaları, aynı şey olmaları anlamına gelmez. Bu ikisinde ayrım yapmak gerekir, zira Stevenson’a göre etik sorunlar bu ayrımın yapılmamasından da kaynaklanır. Gündelik hayatta çıkan etik uyuşmazlıklara bakan Stevenson, bu uyuşmazlıklarla inançların çok ilgili olduğu kanısına varır.[3]
Etik uyuşmazlık incelendiğinde, ilk olarak tutumlarla yakinen ilişkili olduğu görülecektir çünkü etik eylemler de tutumlar gibi tercihe bağlıdır. Başka bir deyişle suçlu durumdayken yalan söyleyip söylememek bizim tercihimize kalmıştır. Ama tutumlarımızın arkasında da inançlarımız vardır. Yani tutumlarımızı belirleyen şey, aslında arka plandaki inançlarımızdır. Buna dair sayısız varsayımsal örnek oluşturmak mümkündür.3 Örneğin babalarından kendilerine miras kalan iki kardeşten biri, camilere yardım yapmak isterken diğer kardeş üniversitelere yardım yapmak isteyebilir; böyle bir durumda uyuşmazlık meydana gelir.
Bu bağlamda ikinci kardeşin üniversitelere yeterli ödenek vermediği gibi bir inancı olduğunu varsayabiliriz. Böyle bir durumda ikinci kardeşin yapması gereken şey, ilk kardeşi de bu yönde bilinçlendirmektir. Ama bu türden bir bilinçlendirme, onun kararının nihai olarak değişeceği anlamına gelmez. Aynı şekilde bilinçlendiren kardeşin haklı olduğuna dair de kesin bir bildirimde bulunmak zordur. Bu da tıpkı etik yargılar gibidir. Zira moral yargıların işlevi bir durumu betimlemekten ziyade, bir şeyi onaylamayı ya da onaylamamayı tavsiye etmektir.[4]
Stevenson’da Ayer gibi etik denildiğinde normatif etiği ve meta-etiği anlar. Bu bağlamda kendisi ikinci türden bir etik yapmaktadır. Stevenson'a göre göre bakılması gereken şey, ahlaki yargılardır. Bunun için yapılacak şey, ahlaki yargıları bilimsel yargılardan ayıran özelliğin ortaya konmasıdır.[3] Bu bağlamda sorulması gereken soru, etik ya da ahlaki yargıları bilimsel yargılardan ayıran şeyin ne olduğudur. Stevenson, bu soruya genel anlamda etik terimlerin ve yargıların özel anlamları olduğu şeklinde cevap verir. Bu özel anlam, etik tümcelerin değerlendirici yargılar içermelerinden gelir. Bu sebeple onlar, bilimin yargılarından ayrılırlar ve bilimsel terimlerle ifade edilemezler:[5]
Etik terimlerin anlamlarını bilimsel terimlerin anlamlarıyla özdeşleştirmeye çalışan herhangi bir tanımlama son derece yanıltıcıdır. Böyle bir girişim, normatif etik sorunlarda münhasıran inançça anlaşma ya da anlaşamamayı dikkate alır. Bu yöntem, etik terimlerin kullanıldığı durumların tam bir resmini göremez çünkü tutumca anlaşmazlığı göz ardı eder.
Bu bağlamda Stevenson’ın ulaştığı nokta, bilimin dışında da anlam içeren tümcelerin olduğudur. Başka bir deyişle Sevenson, çözümlemesinin sonucunda, anlam içeren tümcelerin sadece bilimsel tümceler olmadığı sonucuna varmıştır. Örneğin etik tümcelerin de birer anlamı vardır. Burada ele aldığımız şey etik olduğuna göre, incelenmesi gereken şey etik tümcelerdir. Etik tümceler de buyruk biçiminde kurulduğundan, buyrukları inceleyerek işe başlamamız gerekir.
Örnekleyerek ilerleyelim. “Yalan söylememelisin.” gibi bir tümceyle, “Yalan söylemeyi kes!” tümceleri, Stevenson’a göre birbirinin yerini alabilecek olan tümcelerdir. Peki, bu türden tümcelerin ne gibi bir özelliği vardır?
Bu tümceler sadece eylemleri ya da eylemden hareketle daha doğru olanı betimlemek için kurulmuş tümceler midir? Stevenson’ın bu soruya yanıtı "Hayır!" olacaktır çünkü ona göre etik tümcelerin ya da buyrukların amacı sadece amaç ve eylemleri betimlemek değil, insanın amaçlarını ve eylemlerini yönlendirmek ve onları daha doğru olduğu düşünülen şeye teşvik etmektir. Etik tümceleri bilimsel tümcelerden ayıran en temel unsur da budur. Ama burada Stevenson’ın etik tümceleri tümüyle buyruklara indirgediği sonucu da çıkarılmamalıdır. Çünkü etik tümcelerin buyruksal bir yapısı olduğu kadar, betimsel bir yapısı da vardır. O, bunu göstermek için “işleyiş örnekleri” (İng: "working models") adını verdiği kalıplara başvurur.[3] Bu gibi örnekler Stevenson’a göre fazlaca çoğaltılabilmekte olup Stevenson'un en yararlı gördüğü örnekler aşağıdaki gibi sıralanabilir:[5]
- “Bu yanlıştır.” tümcesi bunu onaylamıyorum, sen de öyle yap anlamına gelir.
- “Bunu yapması gerek.” tümcesi, bunu yapmadan bırakmasını onaylamıyorum, sen de öyle yap anlamına gelir.
- “Bu iyidir.” tümcesi, bunu onaylıyorum, sen de öyle yap anlamına gelir.
Burada, tümcelerin hepsi iki parçalı bir yapıdadır. Başka bir deyişle tümcenin iki oluşturucu ögesi vardır. Bu ögelerden biri betimleyiciyken diğeri buyruksaldır. Onaylama ya da onaylamama kısmı, aslında bu tümceyi kuran kişinin tutumunu betimler nitelikte olan bir tümcedir. Sen de öyle yap kısmı ise buyruksal bir yapıya sahiptir, yani karşıdaki kişinin tutumunu ve eğilimini değiştirmeye yönelik bir tümce yapısı vardır. Aslında etik uyuşmazlığın çıkış noktası da bu tümcelerin altında yatar. Çünkü anlaşmazlıklar, aynı nesneye ya da duruma karşı tutumdan kaynaklanır.
Bir durum karşısında ilk kişi “Bunu onaylıyorum.” derken diğeri “Hayır ben onaylamıyorum.” diyebilir. Aslında bu tümcenin altında yatan ikinci nokta, “Ben onaylıyorum, sen de onayla.” ya da “Ben onaylamıyorum, sen de onaylama.” biçiminde gizil bir buyruk içermesidir. Peki, tüm bunlardan hareketle, neden karşımdaki kişi benim onayladığım şeyi onaylar? Onaylamadığı durumda ne yapmak gerekir? İşte burada “gerekçelendirme” devreye girer. Bu da aslında etiğin akılsal yönüdür.
Etikte gerekçelendirme hayati bir öneme sahiptir. Çünkü gerekçelendirme yoksa etik özneler arası geçerli olmaktan ve akılsallıktan yoksun kalacaktır. Bu tür bir gerekçelendirmede sorun çıkaran kısım buyruksal olan kısımdır. Zira betimsel olan kısmı gerekçelendirmek kolaydır, iç gözlemsel olarak ya da davranışsal olarak bu kolayca temellendirilebilir. Bu sebeple buyruksal kısmın akılsal olan yönünün araştırmaya tabi tutulması gerekir. Bir buyrukla karşılaştığımızda sorabileceğimiz soru “Neden?”dir; bize “Pencereyi kapat!” buyruğunu veren birine “Neden?” diye sorabiliriz.[3] Böyle bir soruya “Çünkü kapı da açık, cereyan yapıyor.” cevabı verilebilir.
Burada “Neden?” sorusuna karşı verilen cevap, aslında verilen buyruğun bir tür gerekçelendirmesidir. Ama bu tür bir yanıt, buyruğun kanıtı değildir; sadece onu destekleyen, gerekçelendiren bir yanıttır. Onlar buyruğa “arka çıkarlar” ya da onu “kabul ettirirler”.[5] Bu bağlamda gerekçelerin, inançça anlaşmazlığa dayanan tutumca anlaşmazlıkların olduğu yerde, bu anlaşmayı sağlama olanağına sahip bir yapısı vardır. Olanağına sahip bir yapısı olduğunu söylememizin önemli bir nedeni vardır çünkü gerekçelendirme, her seferinde anlaşmayı sağlayamaz. Başka bir deyişle karşımdaki kişiyle inanç konusunda düştüğüm anlaşmazlık çözülse bile, tutumca anlaşmazlık devam edebilir.[7] Peki, etik tümcelerin nasıl bir anlamı vardır? Başka bir deyişle etik, sadece akılsal yönü olan bir etkinlik midir? Stevenson’ın bu soruya yanıtı "Hayır!" olacaktır. Etik tümcelerin duygusal bir anlamı vardır.
Stevenson’a göre bir sözcüğün duygusal anlamı, o sözcüğün duygusal durumlarla ilgili tarihi aracılığıyla elde ettiği, tutumlar uyandırma ya da tutumları doğrudan dile getirme eğilimidir.[5] Daha açık bir şekilde söylersek sözcükler duygusal anlamını uzun yıllar kullanılması ve tekrar edilmesiyle kazanır. Bu anlam aslında bir tür eşlemedir, bir duyguyla bir kelimeyi eşleme sürecidir. Örneğin “Olamaz!” gibi bir sözcük, kullanımını ele aldığımızda bir tür olmasını istemediğimiz durumu belirtir bir yapıya sahiptir. Demokrasi, cumhuriyet, özgürlük gibi sözcükler insanların hoşuna giden sözcüklerdir; bu hoşa gitme durumu, onların duygusal bir anlama sahip olduklarını gösterir. Aslında bu durum, kelimelerin insanların hoşuna giden bir gönderime sahip olmalarından dolayıdır.
Aynı zamanda bu tür bir anlam anlayışı, etiğin temel kavramlarından biri olan “iyi” kavramına da uygulanabilir. İyi kavramı, dinamik bir kullanıma sahip olmasından dolayı birçok farklı kavramla birlikte kullanılmaya elverişlidir. Ama burada “iyi” kavramının tek bir anlamı olmadığını belirtmek gerekir, zira iyi kavramı yararlı bir durum için kullanılabilirken kültürel bir ögeyi betimlemek için de kullanılabilir. Örneğin “Yağmurda şemsiye kullanmak iyidir.” tümcesi yararlı bir durumu betimlerken “İslami gelenekte hırsızların elinin kesilmesi iyidir.” tümcesi kültürel bir ögeyi betimler.
Bütün etik sorunları tutumca anlaşmazlıkta gören Stevenson, etik anlaşmazlığın çözümüne ilişkin umutlarını korur görünür.[7] Hatırlarsak Stevenson etik anlaşmazlığın çözülmesi için gerekçelendirme yöntemini öne sürmüştü. Fakat böyle bir çözüm, epistemolojik bağlamda kalır; başka bir deyişle gerekli fakat yetersizdir. Çünkü anlaşmazlıkların epistemolojik yönü olduğu kadar psikolojik yönü de vardır. İşte bu psikolojik yönde ortaya çıkan anlaşmazlığı çözecek olan yöntem, “ikna” yöntemidir. Böyle bir yöntemde kullanılan şey, sözcüklerin duygusal anlamıdır. Örneğin “diktatör” ve “demokrat” kavramları, anlamsal olarak birbirinin karşıtı olan kavramlardır.
Onaylamadığınız bir yönetimde, her istediğini yapan bir yönetime karşı “O başkan, istediğini yapabilir.” diyen bir kişiye karşı, “Başkan olması, diktatör olmasını gerektirmez; demokrat olması gerekir, demokratik işleyişi ihlal etmemesi gerekir.” demek, aslında “diktatör” ve “demokrasi” kavramlarının duygusal anlamlarını kullanmaktır. Diktatör kavramının olumsuz bir çağrışımı vardır, demokrasi kavramı ise insanlara hoş gelen bir anlama sahiptir. Bu kavramların kullanımıyla duygusal etkinin artırılması amaçlanır. Etikte kullanılan tek ikna yöntemi bu değildir, sınırlayarak yeniden tanımlamak da ikna edici bir yöntemdir. Bu yöntem genellikle bir duruma karşı olumsuz tutuma sahip bir kişiye, o durumu alışılmış anlamından ziyade yeni bir şekilde tanımlama şeklinde kullanılır.
Stevenson, son olarak etiğin önemli sorunlarından biri olan değerler sorununa da değinmeden geçmez. Bu konuda ortaya koyduğu görüşler, duygusal anlam konusunda ortaya koyduğu görüşleriyle gayet tutarlıdır. Bu kısımda Stevenson, değerleri “iyi” kavramı üzerine inşa eder. Bu inşayla birlikte felsefe tarihinde görmeye alışık olduğumuz bir ayrıma, özce iyi ve araç olarak iyi ayrımına başvurur. Ama onun ayrımının ne Aristoteles ne de Kant’taki gibi bir işlevi vardır. Onun amacı, “iyi” kavramının duygusal anlamının, değerler için de geçerli olduğunu göstermektir.
Eğer AA kişisi XX’i YY gibi bir sonuca yol açtığı için onaylıyorsa, XX araç olarak iyidir; eğer YY’yi yol açtığı bir sonuçtan ötürü değil de kendi başına onaylıyorsa, YY özce iyidir.[3] Ama böyle bir durumun yaşanması için bir kişiye gereksinim vardır; başka bir deyişle bu türden yargılar verebilen bir özne üzerine böyle varsayımlarda bulunabiliriz. Bu bağlamda değerli olma ya da olmama, nesneye değil bir kişiye bağlıdır diyebiliriz. Bu bağlı olma aynı zamanda o şeyin iyi olup olmamasıyla alakalıdır; bir şey iyiyse onaylanır, değilse onaylanmaz. Değerli olmayı, iyi olmaya, iyi olmayı da onaylanmaya indirgeyen Stevenson’un da varacağı nihaî nokta “her şey yapılabilir” ilkesidir.[3] Ama Stevenson böyle bir sonuç çıkarmayla işi bırakmaz, bundan kurtulmanın da reçetesini yazar. Aslında böyle bir sistemden kurtuluşun reçetesi “çarpışma, çatışma”dır. Çünkü böyle bir anlayış, çıkarcı politikacıların, diktatörlerin işine gelir. Onlara karşı olan insanların, insanca bir yönetim şekli kurmak amacıyla bu tür insanlarla çarpışması, mücadele etmesi gerekir. Ama bu çarpışma, silahlı mücadele tarzı bir çarpışma değildir. Bu çarpışma, kavramsal bir çarpışmadır.
Sonuç
Özellikle 20. yüzyılda ortaya çıkan ve etkisini gösteren neo-pozitivist anlayışın yansımalarını, her iki kuramda da net bir şekilde görmek mümkündür. Bu anlayışın getirdiği doğrulanabilirlik ölçütü, bir çeşit indirgemeci ölçüt olmakla beraber, etik gibi köklü alanların önermelerine yer açan bir ölçüt değildir. Başka bir deyişle bu ölçüt son derece kullanışsız, bir o kadar da dar bir ölçüttür. Dar kapsamlı olmasının sebebi, doğa bilimlerinden hareketle ortaya konulmuş olmasıdır. Fakat doğa bilimleri, insan uğraşlarının sadece bir kısmını oluşturur.
Bu bağlamda ikinci olarak alanların nesnelerine odaklanmak gerekir. İnsanın uğraş alanlarının nesneleri, aynı türden nesneler değildir. Başka bir deyişle, her alanın nesnesi, doğa biliminin nesneleri gibi değildir. Bununla birlikte olmak da zorunda değildir. Neo-pozitivist ekolün getirdiği bu anlayış, tüm felsefe tarihini – bazı filozoflar hariç – metafizik olarak gördüğü için felsefenin köklü alanlarından olan etik de bundan nasibini alır. Nitekim ele aldığımız her iki filozofta da bunun etkisini rahatlıkla görmek mümkündür. Her iki filozof da bir nevi etiği dar kalıplar içine hapsetmeye çalışmıştır. Bu dar kalıplar, etiğin bir tür dilsel çözümlemesini yapmaktır. Bu dilsel çözümleme yoluyla her iki filozof da etikteki temel kavramların tümce içindeki anlamlarını incelemişler, bununla birlikte bu gibi kavramları ve etik tümceleri tutumlara indirgemişlerdir. Gelişen bu anlayışla birlikte aslında duygusal anlam gibi yeni bir anlam türü de ortaya koyduklarını belirtmek gerekir. Ortaya çıkan bu yeni anlam türünün gönderimi direkt olarak duygusaldır, başka bir deyişle duygulara gönderim yapar.
Aynı zamanda bu anlayış, bilgiyi tümüyle dışlamak yerine, buradaki bilgiyi ortaya çıkarma işlevini psikolojiye devreder. Çünkü onlara göre kişiler arası ilişkilerde oraya çıkan etik, psikolojik bir ögeye dönüşmüş gibi görünmektedir. Aslında böyle bir indirgeme; etiği psikolojizme düşürmek, indirgemektir. Bununla beraber, bu anlayışın getirdiği başka bir önemli sorun daha gün yüzüne çıkar: İnsanı dar kalıplara sokmak.
Görüleceği üzere Ayer ve Stevenson, insanın olanaklarını göz ardı eden bir insan anlayışına sahiptir. Daha doğrusu insanı bütünsel bir bakış açısıyla ele almaktan yoksundurlar. Böyle bir yoksunluk sebebiyle de insanın tüm yapıp etmelerini ve eylemlerini çürük bir temele indirgemişlerdir. Fakat biz biliyoruz ki insan bundan daha fazlasıdır. Başka bir deyişle insan, belirlenimleri bile aşan bir varlıktır. Bu bağlamda insanın değerler üreten, değer veren, seven, nefret eden, saygı duyan vb. yanları, böyle bir anlayış temelinde görmezden gelinir. Son söz olarak duygusalcı etik anlayışı, antropolojik bir temelden yoksundur; dar bir insan anlayışı vardır ve bu dar anlayış sebebiyle etiği de dar kalıplar içine sokmuştur. Dar kalıplar içine sokulan böyle bir etik anlayışın da insanın önemli fenomenlerinden birini açıklaması pek mümkün değildir. Çünkü insan sadece yapan değil, “yapabilen” bir varlıktır.
Dipnotlar
- Ayer, doğrulanabilirliği bu kısımda “deney ve gözlemle doğrulanabilir olanlar” ve “ilkece doğrulanabilir olanlar” olmak üzere ikiye ayırır. Deney ve gözlem yoluyla doğrulanabilir önermeler, adından da anlaşılacağı üzere, bu yolla doğrulanabilir olan önermelerdir. İlkece doğrulanabilir olan önermeler ise günümüzde doğrulamak için elimizde yeterli aracın olmadığı, ama ileride olursa doğrulayabileceğimiz önermelerdir. Örneğin “Kepler 62-e gezegeni Dünya’ya çok benzer, bu sebeple üzerinde canlı yaşam vardır.” önermesi, günümüz teknolojisiyle doğrulanabilir bir önerme değildir fakat ileride uygun teknoloji geliştirilirse bu önermenin doğrulanabilme olanağı vardır. Yani doğrulanabilirlik özelliğini içinde taşır.
- Faydacılar, eylemlerin doğruluğunu sağladığı yarara indirgeyerek bir anlamda etiği olgusal bir bağlama çekmeye çalışmışlardır. Etik sübjektivizm ise insanların ahlaki yargılarda bulunurken kişisel arzu ve duygularını ifade etmekten başka hiçbir şey yapmadığını söyleyen bir teoridir ve bu görüşe göre ahlaki "gerçekler" yoktur.[6] Ayer, faydacı görüşü reddeder çünkü yararlı olan, haz veren her eylem iyi değildir. Daha açık bir ifadeyle, faydası olmayan bir eylem iyi, faydası olan bir eylem kötü olabilir; bu sebeple faydacılık, geçerli bir görüş değildir.[2] Aynı şekilde öznelcilik de reddedilmelidir çünkü onaylanan her eylem iyi olmadığı gibi onaylanmayan her eylem de kötü değildir, bu sebeple kendi içinde çelişkili bir görüştür.[1] Fakat bu reddediş, dilsel bağlamda, çözümlemesel olarak bir reddediştir.
- Varsayımsal diyoruz çünkü arka planda yatan şeyin bir bilgi değil, inanç olduğunu söylüyoruz. Mantıksal olarak bakıldığında, hiçbir şekilde eylemi gerçekleştiren kişi bunu bize söylemezse, arka planda yatan şeyin, bizim söylediğimiz inanç olduğunu söyleyemeyiz. Örnekleyecek olursak denizde boğulan bir kişiyi kurtaran gencin, zihninde o an “Kahramanlık yapan herkes ünlü olabilir.” inancının olduğunu, o bize bunu açık açık söylemezse bilemeyiz. Bu sebepten ötürü arka planda olan bitenle ilgili yargılarımız varsayımsaldır.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 2
- 2
- 2
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- ^ a b c d e f g A. J. Ayer. (1998). Dil, Doğruluk Ve Mantık. Yayınevi: Metis Yayınları.
- ^ a b A. J. Ayer. (2001). Language, Truth And Logic. Yayınevi: Penguin Classics.
- ^ a b c d e f g h i j A. Gelmez. (Yüksek Lisans Tezi, 2021). Aristoteles Etiğinde Ve Duygusalcılıkta Etik Bilgi Sorunu.
- ^ a b c B. Kart. (Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2021). Etikte Nesnellik Ve Öznellik Tartışması,.
- ^ a b c d e f g h C. L. Stevenson. (2011). The Emotive Meaning Of Ethical Terms. Mind. | Arşiv Bağlantısı
- ^ P. Singer. (2000). A Companion To Ethics. Yayınevi: Blackwell Publishers Inc.
- ^ a b c d N. Gökalp. (2010). Duygu Ve Etik. Yayınevi: Ebabil Yayınları.
- ^ a b L. Wittgenstein. (2016). Tractatus Logico- Philosophicus. Yayınevi: Metis Yayınları.
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 21/11/2024 13:31:22 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/10694
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.