Paylaşım Yap
Tüm Reklamları Kapat

Bilimsel Kumandan: Türkiye'de Üniversite Reformu Nasıl Gerçekleşti?

Yabancı Profesörler Türkiye'ye Ne Gibi Katkılar Sağlamıştır?

Bilimsel Kumandan: Türkiye'de Üniversite Reformu Nasıl Gerçekleşti? İstanbul Üniversitesi
Mustafa Kemal Atatürk üniversite öğrencileri ile ders dinlerken.
31 dakika
1,613
Tüm Reklamları Kapat

1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edilmesi, ülkenin yeniden inşa sürecinin başlangıcıydı. Bu dönemde Türkiye, bilimsel açıdan henüz tam anlamıyla varlık gösterememişti. Uzun süren savaşlar ve çatışmalar, halkı büyük ölçüde yıpratmış ve ülkenin kaynaklarını tüketmişti. Ülkeyi kalkındırabilecek ve bilimsel düşünceyi geliştirebilecek potansiyel kadroların birçoğu cephelerde şehit olmuştu.

Cumhuriyet'in ilk yıllarında, ülkenin büyük bir ihtiyacı olan bilgi ve bilime olan ihtiyaç oldukça belirgindi. Sadece 86 hastane ile sınırlı bir sağlık altyapısı bulunuyordu.[1] Halkın çoğunun köylerde yaşamasına rağmen tarım ve hayvancılık faaliyetleri son derece sınırlıydı. Ülkede traktör yok denecek kadar azdı. Köylü çağının gerisindeydi, ilkel bir tarım teknolojisi kullanmakta ve ekilebilir toprakların çok küçük bir kısmını işleyebilmekteydi.

Mustafa Kemal Atatürk, bu gibi durumların farkındaydı. Ona göre, muasır medeniyet seviyesini aşmanın anahtarı, bilime verilen değerle eşdeğerdi. Bilim sadece bir değişken değil, aynı zamanda toplumu aydınlatan ve ileriye taşıyan güçlü bir rehber niteliğindeydi. Atatürk, sadece Türkiye'yi çağdaş bir ülke haline getirmeyi hedeflemekle kalmamıştı, aynı zamanda Türkiye'yi uluslararası arenada etkili ve saygın bir konumda görmeyi de arzulamıştı. Bu büyük hedefe ulaşmanın yolu ise bilim ve teknolojiden geçmekteydi.

Tüm Reklamları Kapat

Mustafa Kemal'in kendisi her zaman bilimsel düşünce metotlarıyla olaylara yaklaşmış ve bu yaklaşımını uygulamıştır. Karşılaştığı çoğu olayı iyice anlamaya çalışmış ve ardından bir çözüm yöntemi sunmuştur. Eğer yöntem başarılı değilse, tereddüt etmeden onu değiştirmiştir.[2] Dolayısıyla Atatürk'ün düşünme yöntemi "bilimsel bir düşünce yöntemi" olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla Atatürk'ün bilime verdiği önem ve bilimsel düşünceye olan inancı, onun kalıcı miraslarından biridir. Atatürk, bu durumu şöyle ifade etmiştir:[3], [4]

Ben askerî deha filân bilmiyorum. Herhangi bir zorluk önünde kaldığım zaman benim yaptığım iş şudur: Vaziyeti iyice tespit etmek, sonra bu vaziyet karşısında alınacak tedbirin ne olduğuna karar vermek.

Ülkede bilimin yeşermesi için eğitim sisteminin düzenlenmesi elzemdi. Bu amaca ulaşmak için Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki hükümet öncelikle 1928'de gerçekleşen Harf İnkılabı ile Osmanlıca alfabe yerine Latin alfabesini kabul etti. 1933 yılında ise Üniversite Reformu hayata geçirildi. Bu reform; üniversiteleri modernleştirmeyi, bilimi teşvik etmeyi ve bilimsel düşünceyi yaymayı amaçlayan bir dönüşümün başlangıcıydı. Atatürk'ün liderliğinde yapılan bu reformlar, Türkiye'nin eğitim sistemini çağdaş standartlara uygun hale getirme yolundaki önemli adımlardan sadece birkaçıydı.

Atatürk'ün Türkçeye ve Dile Verdiği Önem

Dil ile düşünce arasında sıkı bir bağlantı bulunmaktadır.[5] Bir toplumun düşünüşünün gelişmesi, birçok faktör bulunmakla birlikte dilin yetkinliği ile yakından alakalıdır. Gelişmiş, yetkin ve zengin bir dilden yoksun bir toplum düşünce alanında yaratıcı olamayabilir. Dil, bir milletin en önemli unsurlarından biridir. Dolayısıyla Mustafa Kemal, eğitimi bilimselleştirmek için ilk adım olarak sadeleştirilmiş bir milli alfabe kabul edilmesini sağlamıştır.

Türk yazılı tarihi boyunca Türkler etkileşim içinde bulundukları diğer toplumların alfabelerini benimsemekte tereddüt etmemiş ve alfabe değişiklikleri konusunda çekinmemişlerdir. Bu nedenle dil bilimciler, Türkçenin yazımında günümüze kadar ondan fazla alfabenin kullanıldığını belirtmektedirler. Göktürk, Uygur, Arap, Kiril ve Latin alfabeleri bu güne kadar kullanılanlar içinde en yaygın olanları olarak kabul edilir.[6], [7]

Tüm Reklamları Kapat

Bu hususta Osmanlı Türkçesine bakıldığında şu şekilde bir tespit yapılabilir: 100 yıl önceye kadar varlığını sürdüren Osmanlı Devleti'nin kendi coğrafi sınırları içinde kullanmış olduğu alfabeye Osmanlı Türkçesi alfabesi denir. 14. yüzyılda kullanılmaya başlanan bu alfabe için Arap alfabesindeki 28 harf alınarak Fars alfabesinden eklemeler yapılmıştır, yani başlı başına bir Arap alfabesi değildir. Bunun sonucunda toplamda 34 harflik bir Osmanlı Türkçesi alfabesi oluşturulmuştur.[8]

wikidata

Osmanlı Türkçesi alfabesinde, bazı sesleri gösteren işaretler bulunmuyordu. Yani kelimelerin doğru okunuşunu anlamak için cümlenin veya metnin bağlamına ihtiyaç vardı. Bu da okuma işini daha karmaşık hale getiriyordu. Ayrıca sesli harf eksikliği, Türkçe gibi bir dilin okunmasının farklı yorumlara açık olmasına neden olabiliyordu.

Osmanlı alfabesinin, Türkçenin fonetik yapısına uymadığını ilk fark eden Mustafa Kemal değildi. Bu düşünceyi ilk ortaya atan isimler arasında Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa gibi aydınlar bulunmaktaydı. Onlar, Osmanlı Türkçesi alfabesinin Türkçedeki bazı sesleri yeterince ifade edemediğini ve bu sorunu çözmek için düzenlemeler yapılması gerektiğini ilk savunanlardı. Tanzimat dönemine gelindiğinde, alfabe ve yazı konusunda bir uyanış başlamıştı. Arap-Fars harflerinin Türk diline uymadığı, öğrenilmesinin zor ve kullanılmasının karmaşık olduğu daha iyi anlaşılmıştı.

Mevcut alfabenin düzeltilmesi veya değiştirilmesi gerektiğini düşünenler çıkmış, Osmanlı aydınları arasında yazı tartışmaları başlamıştı. Tartışmaya Mirza Fetali Ahundov gibi bazı Azerbaycanlı aydınlar da katılmış ve Latin alfabesine benzeyen, Arap alfabesinden noktaları kaldıran ve bütün harfleri birbirine bitiştiren bir yazı dizgesi önermişlerdir.

Evrim Ağacı'ndan Mesaj

1869’da Terakki Gazetesi yazarı olan Hayrettin Bey, Maârif-i Umûmiye adlı makalesinde Latin alfabesini almaktan söz etmiştir.[9] Aynı yıl, Türk milliyetçiliğinin ilham kaynaklarından biri olan Namık Kemal'in bu konudaki görüşleri gazetelerde yayımlanmaya başlamıştır. Namık Kemal, harf sisteminin yazım ve basımda yol açtığı sorunlar nedeniyle yeniden düzeltilmesi gerektiği görüşünün yaygın olduğunu, ancak köklü bir değişiklik düşüncesinin zorluklar doğurabileceğini ifade etmiştir. Namık Kemal’in temel görüşü Arap- Fars harflerinin ıslahı üzerine olmuştur. İyi bir eğitim ve dilde sadeleşmeyle alfabenin oluşturduğu sorunların çözüleceğine inanmış ve bunu savunmuştur.

1879'dan sonra devlet nezdinde, Osmanlı alfabesinin sadeleştirilmesi ve güncellenmesi amacıyla çalışmalar başlatılmıştır. Bu süreçte İkinci Abdülhamit’in sadrazamlarından Sait Paşa, Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) Mustafa Paşa'ya bir emir göndererek uzun cümlelerin kısaltılması, lüzumsuz edatların ve ifadelerin kullanılmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Tanzimat döneminde Rüştiye mektepleri gibi yeni okullar açılmış ve kitlelere okuma ve yazma öğretilerek çağdaş bir eğitim sunulması amaçlanmıştır. Bu dönemde, Türk çocuklarına Osmanlı Türkçesi alfabesini öğretmenin ne kadar zor bir görev olduğu bir kez daha anlaşılmıştır.

Aynı dönemde bir yandan Türk gazeteciliği gelişmeye başlamıştır. Fakat gazete çıkarmak; zamanla yarışmayı, okuyucuya sıcağı sıcağına haber yetiştirmeyi gerektirmekteydi. Ancak pek karmaşık olan dönemin alfabesi, dizgi işlerini çok yavaşlatıyor, gazete çıkarmayı zorlaştırıyordu. Bu sebepten ötürü gazeteci aydınlar da "Alfabe zorluğu nasıl aşılmalı?" diye düşünmeye başlamışlardı.

Bununla birlikte dış dünya ile telgraf yazışması yapabilmek için ister istemez, Latin harflerini kullanmak gerekiyordu. Hatta 1850’lerden yeni Türk harflerinin kabul edildiği 1928 yılına kadar geçen 78 yıl boyunca Osmanlı Dışişleri Teşkilâtı bütün telgraf yazışmalarını Latin harfleriyle yürütmek zorunda kalmıştır. Harf Devriminden önceki yıllarda Atatürk de dış ülkelere Latin harfleriyle telgraflar göndermiştir.

İkinci Meşrutiyet dönemine gelindiğinde Osmanlı'da alfabe tartışmaları artmıştı. Alfabeyi kolaylaştırmak amacıyla teorik tartışmalara ek olarak pratik bazı denemeler de başlamıştı. Osmanlı alfabesini Türk diline uydurabilme amacıyla çeşitli pratik çalışmalar yapılmış ve "ıslahat" projeleri geliştirilmişti. Bu dönemde Enver Paşa da alfabeyi Türk diline uyarlamaya çalışmış (Hurûf-ı munfasıla), ancak bu çalışmalar denemeden öteye geçememiştir. En nihayetinde alfabe sorununa köklü bir çözüm getirilememiştir.

Tüm Reklamları Kapat

Dönemin gazetelerinden Hâkimiyet-i Milliye (Ulus), 2 Eylül 1928'de başlığını, 20 Eylül 1928'de birinci sayfasını yeni Türk harfleriyle basacaktı. İstanbul'da çıkan Cumhuriyet gazetesi ise 20 Eylül 1928'de adını ve bazı başlıkları yeni harflerle yazmaya başladı. Bu, yıllarca süren alfabe sorununun kalıcı bir çözümünün ancak Atatürk'ün liderliğinde, Cumhuriyet rejimi döneminde hayata geçirilebildiğinin bir göstergesiydi.[10] Türkiye Cumhuriyeti artık Latin alfabesine dayanan Türk harflerini kullanmaktaydı. Bu tarihi dönüşüm, 3 Kasım 1928'de Resmî Gazete'de yayımlanan bir yasa ile yürürlüğe girmişti.

Bu sırada Milli Eğitim Bakanlığı'na yeni Türk harfleriyle yazılmış ilk dilekçe de 21 Ağustos 1928 tarihinde verildi. Aralık 1928'in başından itibaren, resmi ve özel bütün Türkçe gazete ve dergiler de yeni Türk harfleriyle tek düzenli bir yazım kullanarak yayımlanmaya başladı. 1 Ocak 1929 tarihinde ise Milli Eğitim Müdürlüklerinin gözetimi altında Millet Mektepleri açılarak halka yeni Türk harflerini öğretme ve öğretme işi daha kapsamlı ve düzenli bir şekilde gerçekleştirilmeye başlandı.

Türkiye genelinde tüm nüfus dikkate alındığında; 1927 yılında Osmanlı harfleriyle okuma-yazma oranı %8,61'dir (erkek: %12,99; kadın: %3,67). İnkılap gerçekleştikten sonra Millet Mekteplerinin temel amacı; Türkiye'deki herkesin, kadın ya da erkek, okuma ve yazma becerilerini geliştirmesi gerekliliğini vurgulamaktır.[11]

Tüm Reklamları Kapat

Başöğretmen Mustafa Kemal de, gittiği her beldede hemen bir kara tahta koydurarak halkın arasından seçtiği kişilere kendisi yazmayı öğretmiş ve okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak için çaba göstermiştir.

Mustafa Kemal Atatürk 1928'de, Kayseri'deki Cumhuriyet Halk Fırkası önünde, halka yeni Türk harflerini öğretirken.
Mustafa Kemal Atatürk 1928'de, Kayseri'deki Cumhuriyet Halk Fırkası önünde, halka yeni Türk harflerini öğretirken.
Wikipedia

Dil devrimiyle birlikte özellikle yazılı ve sözlü dil arasında daha kuvvetli bir ilişki kurulacaktı. Halk, aydın kesim ve devletin dili daha çok birbirine yaklaşacaktı. Bu inkılap bir nevi gelecekte gerçekleştirilecek reformlar için temel bir gereklilik olarak düşünülebilirdi. Öte yandan Harf İnkılabı toplumun farklı kesimleri arasındaki iletişimi kolaylaştırarak ulusal bir kimliğin oluşturulmasına da katkıda bulunacaktı. En nihayetinde dilin ve alfabenin basitleştirilmesi, herkesin okuma, yazma ve düşünme yeteneklerini geliştirmesine yardımcı oldu ve bu da Türkiye'nin modernleşmesine ve gelişmesine çok önemli bir katkı sağladı.

Buna ek olarak Türk Dil Kurumu da Türk Dil Tetkik Cemiyeti adıyla 12 Temmuz 1932 tarihinde, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün direktifiyle kuruldu. Bu kurumun temel amacı Türk dilinin zenginliğini ve özgünlüğünü ortaya çıkarmak ve Türkçeyi yeryüzü dilleri arasındaki hak ettiği yüksek seviyeye taşımak olmuştur. Türk Dil Kurumu, Türk dili üzerinde araştırmalar yapmak, yaptırmak ve Türk dilinin güncel sorunlarına çözüm bulmak gibi önemli görevler üstlenmiştir. Bu sayede Türk dili, daha etkili bir şekilde korunmuş ve geliştirilmiştir.[12]

Dil reformu yalnızca alfabeyi değil, aynı zamanda dilin sadeleştirilmesi konusunda büyük bir adımı temsil etmektedir. Türkçe; fazlalık olan Arapça, Farsça ve Fransızca sözcüklerden büyük oranda arındırılmıştır. Atatürk, bu konuda özellikle geometri alanında önemli çalışmalar yapmıştır. Örneğin, geometri terimlerinin Arapça olması ve bu terimlerin anlaşılması için Arapça bilmeye ihtiyaç duyulması, Atatürk'ün dikkatini çeken önemli bir meseleydi. Bu durum öğrencilerin zorluk yaşamasına neden oluyordu ve Atatürk bu sorunu çözmek istedi.

Tüm Reklamları Kapat

Agora Bilim Pazarı
Bizsiz Dünya

Yıllarca çok satan listelerinde kalan ve 35 dile çevrilen Bizsiz Dünya, yazarın pandemiden sonra güncellediği önsüzü ve gözden geçirilmiş yeni edisyonuyla tekrar okur karşısına çıkıyor.

Alan Weisman, yayımlanmasının üzerinden on beş yıl geçmesine rağmen güncelliğini yitirmeyen ve pandemiyle birlikte daha da önem kazanan Bizsiz Dünya’da, insanlığın gezegenimize yaptığı etkiyi orijinal bir yaklaşımla irdeliyor.

Bizsiz Dünya’da uzak bir gelecekte kütlesel altyapının nasıl çökeceğine ve insanlığın kurduğu medeniyetin nasıl yok olacağına dair kimi örnekler okumak ister misiniz?

• Bizim olmadığımız bir dünyada şu an kullandığımız gündelik eşyalar fosil olarak ölümsüzleşecek.

• Bakır borular ve teller birbirlerinin içine geçerek kırmızımsı kayalara dönüşecek.

• İlkel yapılarımız son mimari eserler olarak dünya yüzünde kalacak.

• Plastik, bronz heykeller, radyo dalgaları ve insan yapımı moleküller belki de sonsuza kadar evrene verdiğimiz son armağanlar olarak kalacak.

• Organik ve kimyasal gübrelerle yetişen bitkiler yerlerini yabani otlara bırakacak, yeni kuş türleri üreyecek…

Bizsiz Dünya insanlar yeryüzünden silindikten, New York metrosu sular altında kaldıktan, İstanbul dahi yok olduktan sonra gezegenin olası durumunu gözler önüne seren sıra dışı bir eser.

“Weisman, Polonya’da ilkel çağlardan kalma minicik bir orman parçasından Türkiye’deki anıtsal yer altı köylerine kadar uzanan Bizsiz Dünya’yı şiirsel bir anlatımla dile getiriyor.”

Publishers Weekly

Devamını Göster
₺110.00
Bizsiz Dünya
  • Dış Sitelerde Paylaş

Atatürk, 1936-1937 kışında yazmaya başladığı geometri kitabında "zaviye" yerine açı, "dılın" yerine kenar ve "müselles" yerine üçgen gibi daha anlaşılır Türkçe kelimeler kullanmıştır. Ayrıca; boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek, kesit, yay, çember, teğet, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, dikey, yöndeş, konum, dörtgen, beşgen, çokgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarpı, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayı, gerekçe gibi bugün hâlâ kullandığımız Türkçe karşılıklar bulmuştur. Amacı, bu kitap aracılığıyla hem örnek olmak hem de Türkçenin bilimsel bir dil olarak kullanılmasını yaygınlaştırmaktır. Bu kitap, 1937 yılında yazar adı belirtilmeden Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılmıştır.[13]

Halil İnalcık, Mustafa Kemal'in Türkçe 'ye verdiği önemi gösteren bir ansını şu şekilde anlatıyor:

Atatürk, Tarih ve Dil kurumunu kurmuş, onlara servetini vasiyet etmiştir. O zaman dört cilt tarih kitabı çıkardı. Biz ondan tarihi öğrendik. Bu dört kitabın mekteplerde nasıl okutulduğunu teftiş etmek istiyordu. Kapı açıldı, bir alev parçası gibi kapıdan girdi büyük ata. Doğru benim önüme geldi tabii, en önde oturuyorum. Parmağını Kızıldeniz’e uzattı. "Burası neresi?" dedi. Bahr-i Ahmer dedim ben de, ağzımda kalmış. ”Hayır” dedi, “başka adı yok mu ? “diye sordu. Türkçesini, Kızıl Denizi istiyordu. Onu da hatırlayamadım, şap denizi dedim, tuzlu deniz. Tabii güldü, “Kızıl Deniz değil mi?” dedi. Türkçeye ve Türk tarihine büyük hürmeti olan büyük insan…

Üniversite Reformu

Atatürk, eğitim konusundaki temel ilkeleri üniversiteler için de benzer şekilde belirlemiş ve üniversiteleri ülkenin kalkınması ve bilimsel ilerleme için hayati öneme sahip kurumlar olarak görmüştür. Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu'nun sanayileşme ve eğitim alanındaki hatalarından ders çıkarmış ve eğitimi yalnızca İstanbul ve çevresine odaklanmayacak şekilde düşünmüş, Türkiye'nin her genç bireyine erişmeyi ve laik, modern ve bilimsel eğitimi sunmayı amaçlamıştır.

25 Kasım 1920'de Meclis tarafından alınan bir kararla, öğretmen ve öğrencilerin askerlik yükümlülükleri ertelenmiştir. Bu karar, Meclis'in eğitim işlerini cephedeki savaş kadar önemsediğini açıkça gösteriyordu.[14] Hamdullah Suphi Tanrıöver "Askere gitmek için yetkililere başvurdum," dediğinde, Atatürk'ün verdiği yanıtı şu şekilde anlatır:[15]

Biz askere alacak binlerce kişi bulabiliriz ama Darülfünun'a ikinci bir Hamdullah Suphi bulamayız. Sen yine kültür ordusunun başında kal.

Atatürk, öğretmenleri sadece savaşan askerler kadar önemli görmüyor, aynı zamanda öğretmenlerin ülkenin geleceğini inşa etmek için büyük bir rol üstleneceklerine inanıyordu. Bu nedenle öğretmenlere büyük bir saygı gösteriyor ve sorumluluk yüklüyordu. Çünkü Mustafa Kemal'e göre askerin kazandığı zafer, bilim ve kültür ordularının kazanacağı zaferin ancak zeminini teşkil ederdi.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun ardından Üniversite Reformu için ön hazırlıklar yapmak amacıyla yetenekli öğrenciler yurt dışına gönderilmiştir. 1924'te Almanya'ya 2, Belçika ve Fransa'ya 20 öğrenci gönderilmiştir. Bu öğrenciler, Darülfünun Emini İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun başkanlığındaki jürinin yaptığı sınavla seçilmişlerdir. Gönderilen öğrencilerin başlıca alanları beden eğitimi, müzik, doğa bilimleri ve resimdi. Daha sonraki yıllarda, 1927-1928 eğitim döneminde 42, 1928-1929 eğitim döneminde 170 ve 1929-1930 eğitim döneminde ise 288 öğrenci yurt dışına gönderilmişti. Bu dönemde yurt dışına gönderilen öğrenciler, farklı alanlarda eğitim almışlardı. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yurt dışına gönderilmiş olan öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmeleri için gerekli maddi destek de sağlanmıştı.[16]

Nitekim "kıvılcım" olarak gönderilen Türk gençleri "alevler" olarak geri gelmişlerdi. Bu yetenekli öğrenciler arasından Türk bilimine ve tarihine çok sayıda katkıları olan; başta Ekrem Akurgal, Sedat Alp, İhsan Ketin, Sadi Irmak, Cahit Arf gibi daha bir çok değerli isim çıkmıştır. Yurt dışına gönderilen öğrenciler yetiştikten sonra ise Üniversite Reformu başlamıştır.

Cumhuriyet dönemindeki en önemli kültür olaylarından biri, İstanbul Üniversitesi Reformu'nun öncülük ettiği kültürel yenilik hamlesidir. Bu hamle, aslında Cumhuriyet hükümetinin 1924'ten itibaren İstanbul Dârülfünûn'u ile yakın bir ilişki kurması ve 1926'da Ankara'da Hukuk Mektebi'nin açılmasıyla başlamıştır. Bu süreç, 1930'ların ortalarına kadar devam etmiş ve 1930'larda doruk noktasına ulaşmıştır. 1935'te Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (DTCF), 1936'da Ankara Devlet Konservatuvarı gibi önemli eğitim kurumları kurulmuştur. Aynı dönemde; Mülkiye, Siyasal Bilgiler Yüksekokulu olarak Ankara'ya taşınmıştır. İstanbul'da ise İstanbul Üniversitesi yanı sıra Teknik Yüksekokul, 1944 yılında Teknik Üniversite haline gelmiştir. Bu reform süreci, 1946 yılında Ankara Üniversitesi'nin kurulmasına kadar devam etmiş ve Üniversite Kanunu'nun çıkmasıyla son bulmuştur. Bu büyük çağdaşlaşma çabası, Cumhuriyet döneminin önemli bir kültürel ve eğitimsel dönüşümünü temsil etmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk, üniversite reformunu diğer konular gibi kökten ele almış ve Almanya'dan getirilen çok sayıda öğretim üyesinin de yardımıyla başarıya ulaşan bu reformla İstanbul Dârülfünûn'unun mirasını kökten değiştirerek çağdaş bir üniversiteye dönüştürmüştür.

Bu dönemde, 1933'ten başlayarak Türkiye'ye yerleşen yabancılar, genellikle zorunlu nedenlerle ülkemize gelmişlerdir. Yabancıların Türkiye'ye gelmelerini Türk hükümeti teşvik etmiş, Türk toplumu ise bu durumu anlayışla karşılayarak bu insanlardan yararlanmıştır. Türkiye'ye gelen yabancıların büyük bir bölümü olumlu niyetlerle hareket etmiş, bu ülkeye katkı sağlama amacıyla çaba göstermiş ve bu çabalarda da başarılı olmuşlardır. Aslında, bu beyin göçü sadece Türkiye'ye özgü bir durum değil, aynı zamanda 1933-1945 yılları arasında dünya genelinde Almanya'dan farklı ülkelere beyin göçünün yaşandığı bir olgudur.

Tüm Reklamları Kapat

Özellikle Amerika Birleşik Devletleri üniversitelerinin yüksek eğitim standartları, dönemin mülteci profesörleri ile birlikte yükselmiş ve birçok alanda, kendi ülkelerini terk etmek zorunda kalan değerli bilim insanları da bu üniversitelerde görev yapmışlardır. Bu olay, dünya çapında bir etki yaratmış ve bilimsel gelişmelere katkı sağlamıştır.

Genel bir değerlendirmeyle mültecileri ikiye ayırmak mümkündür. Bir bölümünü, Alman oldukları halde o dönemin siyasal ideolojisiyle bağdaşamayıp ülkelerini terk edenler oluşturmaktadır (Ernst von Aster, Curt Kosswig gibi). Diğer grupsa Musevi oldukları için Almanya’yı terk etmeye zorlanmış olanlardan meydana gelmektedir. Bu gruptaki mülteciler yalnızca Musevi olanlarla sınırlı değildir; aynı zamanda ailelerinde Musevi kökeni bulunanlar da bu gruba dahil edilir. Bu durum, mültecilerin aile bağlarına dayalı bir şekilde sınıflandırılmasını gerektirir, yani mülteci olanın annesi, babası, dedesi veya eşi Musevi kökenli ise, bu kişi aynı gruba dahil edilir. Konunun Türkiye'ye yansıyan tarafında ise her iki gruptaki öğretim üyelerinin yanı sıra o dönemde Alman hükümeti tarafından gönderilen ve anavatanlarıyla normal ilişkilere sahip olan profesörlerin de bulunduğu dikkate değerdir.[17]

Albert Malche’ın Raporu

Reform sürecinin başlangıcında, İsviçre'nin Cenevre Üniversitesinden pedagoji (eğitim bilimi) uzmanı olan Profesör Albert Malche, Türkiye'ye davet edilmiş ve İstanbul Dârülfünûnun durumunu inceleyerek bir rapor hazırlaması istenmiştir. Profesör Malche, Türkiye hakkında önceden detaylı bilgiye sahip olmamakla birlikte, tarafsız bir yaklaşım sergileyerek Türk yetkilileriyle iyi bir iletişim kurmuş ve değerlendirme sürecini objektif bir şekilde gerçekleştirmeye çalışmıştır.

Profesör Malche, 16 Ocak 1931 tarihinde İstanbul'a gelmiş ve 18 Ocak 1932 tarihinde Ankara'da Başbakan İsmet İnönü, Milli Eğitim Bakanı Esat Sagay ve diğer ilgililerle görüşmüştür. Resmi olarak inceleme sürecine başladığı tarih ise 18 Şubat 1932'dir. Bu süreçte Dârülfünûnun bağlı olduğu tüm birimleri, diğer İstanbul'daki yüksekokulları, bazı hastaneleri ve önde gelen liseleri incelemiştir. Ayrıca, Dârülfünûn öğretim üyeleri, öğrencileri ve memurlarıyla bir dizi görüşme yapmıştır. Profesör Malche, 29 Mayıs 1932 tarihinde raporunu tamamlamış ve bu rapor, giriş bölümünde araştırma yöntemini açıkladığı ve iki ana bölümden oluşan bir dokümandır. İlk bölümde; Dârülfünûnun hukuki durumu, bütçesi, öğretim kadrosu, öğretmenlerin atanması, müfredat, yabancı dil yeterliliği, öğrenci yaşamı, binalar, fakülteler ve enstitüler eleştirel bir yaklaşımla incelenmiştir. İkinci bölüm ise reform önerilerine ayrılmıştır.[18]

Tüm Reklamları Kapat

Profesör Malche, İsviçre'nin Gelf Üniversitesinde pedagoji profesörü olarak görev yapmış ve Batı'da pedagoji alanında tanınmış bir isimdir. Hayatı ve Türkiye'ye görevlendirilme süreci hakkında sınırlı bilgiye sahip olunan Malche, 1933 Üniversite Reformu'na temel oluşturan ve hazırladığı raporu ile tanınmıştır. Profesör Malche'nin raporu, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından "İstanbul Üniversitesi Hakkında Rapor" adıyla yayınlanmıştır.[19]

Bu rapora göre, dönemin Türkçe yayınları yetersizdir. Yabancı yayınları okuyup anlayabilen öğrenci sayısı ise oldukça sınırlıdır. Memur sayısı fazladır ve bunların azaltılması, ihtiyaç sahibi öğrencilere görev verilmesi uygun olacaktır. Öğrenci sayısı oldukça fazladır ancak kayıtlı olup da hiç görülmeyen öğrenciler vardır. Genellikle bir seneden yukarı seneye geçen öğrenci sayısı çok azdır. Son sınavları geçip diploma alan öğrenci sayısı da bir o kadar azdır. Bir çözüm olarak devam edemeyecek talebenin cesaretini ilk seneden kırmak iyi olabilir. İmtihanlar daha zorlayıcı olmalı ve sadece ezberlemeye dayalı değil, öğrencinin bilgisini uygulamaya koyabileceği pratik konulara da odaklanmalıdır. Dersler için gerekli kitaplar bulunmadığından, profesörler kitap yazmaları ve bu eserleri yayınlamaları için teşvik edilmelidir. Birinci sene yabancı dil öğretilmelidir. Kütüphanelerin açık bulunduğu saatler yetersizdir. Öğrencilerin evlerinde kitap eksikliği bulunmaktadır. Eğitimin en az üçte biri pratik dersler içermelidir. Öğrenciler, seminerler düzenlemeli ve bu tür etkinliklere hazırlanmalıdır. Üniversite, öğrencilere ödüller vermelidir. Üniversite, kongreler düzenlemeli, tatil dersleri sunmalı ve bir üniversite dergisi çıkarmalıdır.

Öte yandan yine rapora göre profesör atama yöntemi eleştiriye en açık alanlardan biridir. Mevcut sistemle dersi öğreten hocalar, profesörlüğe yükseltecek kişiyi kendi meslektaşları arasından seçmektedir. Fakülte veya Dârülfünûn bu duruma itiraz etmemekte veya karşı çıkmamaktadır. Ancak bu konuda karar verme yetkisi dışarıdan gelmelidir, yani profesör atamaları sadece meslektaşlarınca değil, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılmalıdır. Bu, daha tarafsız ve adil bir profesör seçim sürecini sağlayabilir.

Albert Malche'nin raporunda vurguladığı temel fikir, bilimin sadece bilgi aktarmakla sınırlı olmadığını, aynı zamanda yaratıcı düşünceyi teşvik eden bir yaklaşımla öğretilmesi gerektiği yönündedir. Profesör Malche, 95 sayfalık 49 maddeden oluşan raporunda İstanbul Dârülfünûnun eğitiminin orta çağ tarzında olduğunu; araştırmaya, konuşmaya ve düşünmeye yeterince önem verilmediğini belirtmiştir. Raporun odak noktası, üniversitenin yöntem, eğitim ve öğretim gibi alanlarda istenilen seviyeye ulaşamadığı sorunları vurgulamak ve daha sonraları bu sorunlara çözüm getirebilmektir.

Tüm Reklamları Kapat

Atatürk, Profesör Malche’ın İstanbul Dârülfünûn ile ilgili raporunu dikkatle incelemiş, önemli bulduğu yerlerin altını çizmiş ve notlar almıştır. Rapordaki görüş ve tespitlerle ilgili olarak 81 ayrı not yazmış ve ayrıca genel bir değerlendirme yapmıştır. Atatürk'ün 1 numaralı notu yabancı dil eğitimiyle ilgilidir:[20]

Talebe İngilizce, Almanca, İtalyanca veya Fransızca gibi ekalli (en az) bir ecnebi lisan bilmelidir, okuyup anlamalıdır.

Profesör Malche de Atatürk'ün yabancı dil eğitimiyle ilgili notunu dikkate alarak bunu notlarına eklemiştir. Ayrıca Atatürk'ün bilimsel özgürlüğün korunması, üniversite yöneticisinin (rektörün) görevleri, üniversitenin misyonu ve çağa uygun bilimsel çalışma ve düşünce sistemine sahip olmasıyla ilgili birçok not yazmış ve bu konular üzerine düşünmüştür. Neticesinde İstanbul Üniversitesinin kurulmasına karar verilmiştir.

İstanbul Üniversitesi Kuruluyor

"Fenler evi" veya "bilimlerin kapısı" anlamına gelen Dârülfünûn, 1848 yılında kurulmuş, ancak daha sonra kapatılmış bir yükseköğretim kurumudur. Sultan II. Abdülhamit döneminde, 1 Ağustos 1900 tarihinde "Dârülfünûn-ı Osmani" adıyla tekrar açılmış ve üniversite seviyesinde bir kurum haline getirilmiştir. Cumhuriyet döneminde ülkenin tek yükseköğretim kurumu olan Dârülfünûn, 1924 yılında çıkarılan 493 sayılı yasa ile "İstanbul Dârülfünûnu" adını almıştır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun dördüncü maddesinde, "Dârülfünûna bağlı bir İlahiyat Fakültesinin tesis edilmesi" ifadesi yer almıştır. Bu nedenle, İstanbul Dârülfünûnu bünyesine Tıp, Hukuk, Edebiyat ve Fen fakültelerinin yanı sıra İlahiyat Fakültesi de eklemiştir.[21]

Dârülfünûn, 1924 yılında yürürlüğe giren bir kanun ile ekonomik bağımsızlık kazanmış ve tüzel bir kişilik haline gelmiştir. Fakat Cumhuriyet idaresinin Osmanlı’dan devraldığı tek yüksek öğretim kurumu olan Dârülfünûn, bir türlü modern görüşlere ayak uyduramamış, medrese yapısını korumuş ve toplumda gerçekleşen devrimci değişimlere karşı daha muhafazakar bir karakter taşımıştı.

Tüm Reklamları Kapat

İlerleyen yıllarda, az önce bahsettiğimiz rapor üzerine Dârülfünûnun üniversite olarak revize edilmesine karar kılınmıştır. Bunun üzerine Eğitim Bakanlığı, İstanbul Dârülfünûnunun kapatılmasını ve İstanbul Üniversitesinin kurulmasını içeren bir kanun tasarısı üzerinde çalışmaya başlamıştır. Bu süreçte, Malche'dan bir "Islahat Programı" hazırlaması istenmiştir. Bu program bakanlık tarafından onaylandıktan sonra, A. Malche'ye programın uygulanmasında danışmanlık yapması için yeni bir sözleşme teklif edilmiştir.[22]

31 Mayıs 1933 tarihli ve 2252 sayılı yasa, Meclis tarafından hızla kabul edilerek İstanbul Dârülfünûnu kapatmış ve yerine İstanbul Üniversitesini kurmuştur. Bu yeni üniversitenin kadroları Eğitim Bakanlığı tarafından oluşturulmuş ve gerekli atamalar yapılmıştır.

Yabancı Bilim İnsanları

Üniversitenin eğitim kalitesini artırmada önemli bir faktör olarak Alman ağırlıklı profesörlerin büyük katkısı olduğu kabul edilebilir. 30 Ocak 1933'te Almanya'da iktidara gelen Nazi Partisi, ırksal ve ideolojik nedenlerle hoşlanmadığı üniversite öğretim üyelerini emekliye ayırmaya, uyarılarda bulunarak görevlerinden uzaklaştırmaya ve hatta tutuklamaya başladı. Bu baskıya maruz kalan öğretim üyeleri, Almanya'yı terk etmek zorunda kaldılar. Çoğu, Yahudi olmayan ve Nazi ideolojisini kabul etmeyen bilim insanları, kendilerine başka ülkelerin üniversiteleri veya yükseköğretim kurumlarında iş bulabilmek için İsviçre'ye sığındı. Bu bilim insanları, Zürih'te "Yurt Dışındaki Alman Bilim İnsanlarına Yardım Derneği" (Alm: "Notgemeinschaft deutscher Wissenschaftler im Ausland") adı altında bir organizasyon kurarak işbirliği yaptılar. Bu durum kalkınmaya çalışan dönemin Türkiye Cumhuriyet'i için epey büyük bir fırsattı.

Islahat Müşaviri Albert Malche, bu organizasyona Mayıs 1933'te gönderdiği bir posta kartında Alman bilim insanlarına Türkiye'de çalışma fırsatları olduğunu bildirdi. Bu ileti üzerine Dernek, Türkiye'de mülteci Alman bilim insanlarının durumunu görüşmek üzere başkanları Profesör Dr. Philipp Schwartz'ı Türkiye'ye gönderdi. Schwartz, 6 Temmuz 1933 tarihinde Ankara'da Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey'in başkanlığında gerçekleşen toplantıda A. Malche ve Eğitim bakanlığından diğer yetkililerin de bulunduğu bir görüşmeye katıldı.

Tüm Reklamları Kapat

Bu toplantı sırasında, İstanbul Üniversitesinde görevlendirilecek mülteci Alman bilim insanlarının temel protokolünü oluşturacak bir ön anlaşma ve gelecekte atanacak bilim insanlarının hangi bölümlerde çalışacaklarına dair bir liste hazırlandı. İstanbul Üniversitesine davet edilen profesörlerle iletişim kurulmasına ve kesin atanmış olan profesörlerle sözleşme yapılmasına yönelik görevler belirlendi.

Philipp Schwartz, ertesi gün Bakan ile tekrar görüştü ve hazırlanan liste ve protokolün Atatürk'e sunulduğunu öğrendi. Ardından Sağlık Bakanı Refik Bey ile Ankara Numune Hastanesi ve Hıfzıssıhha Enstitüsü'ne Alman profesörlerin atanması konusunu görüştü. Aynı gün içerisinde İsviçre'ye döndü. Schwartz, beraberinde götürdüğü liste ve protokolü tutuklular (Kantorowicz, Dessauer, Kessler) dâhil bütün ilgili veya mülteci profesörlere iletmiştir.

Bu sırada Reşit Galip Bey'in ciddi bir kaza geçirmesi ve 13 Ağustos 1933'te sağlık sorunları nedeniyle görevden ayrılması, yabancı profesörler arasında endişeye yol açmıştır. Ancak Reşit Galip Bey'in yerine vekâleten atanan Refik Bey, eski davet ve şartların geçerli olduğunu bildirince, yabancı profesörlerle sözleşme imzalanmaya başlanmıştır. İlk sözleşmeler, 4 Ekim 1933'te, A. Malche, Philipp Schwartz ve ilgili profesörlerin katılımıyla Türkiye Cumhuriyeti Bern Büyükelçisi Cemâl Hüsnü Bey tarafından Cenevre'de imzalanmıştır.

Eğitim Bakanlığının teklifini kabul ederek Türkiye'ye gelenler arasında, Ankara'da hazırlanan listede yer alan profesörler bulunmaktadır. Ancak, gelenlerin çoğunluğu bu listede ismi yer almayan bilim insanlarıdır. İstanbul Üniversitesine gelen yabancı profesörlerin bir kısmı Alman bilim insanları olup, Yardım Cemiyeti aracılığıyla Türkiye'ye gelmişlerdir. Diğer ülkelerden gelen yabancı bilim insanları da bulunmaktadır. Örneğin, André Naville (Zooloji) ve E. Parejas (Jeoloji) İsviçre'den; Aimé Mouchet (Cerrahi), Charles Crozat (Hukuk), Marcel Fouche (Fizik) ve Jan Savard (Fiziko-Kimya) Fransa'dan, Umberto Ricci (İktisat) İtalya'dan, Leo Spitzer (Romanoloji) ise Avusturya'dan gelmiştir. Yabancı profesörlerin yanlarında getirdikleri yabancı öğretim yardımcılarının çoğunluğunu Almanlar oluştururken, bu grupta İsviçreli, İtalyan, Fransız gibi diğer ülke vatandaşları da bulunmaktadır.

Tüm Reklamları Kapat

1934 yılında İstanbul Üniversitesi kadrosunda görevli 365 öğretim elemanı bulunmaktaydı. Bunların içinde 62 ordinaryüs, 24 profesör, 99 doçent bulunmaktadır. Ordinaryüslerin 22'si Türk, 40'ı yabancıdır. Profesörlerin 23'ü Türk, 1'i yabancıdır. Doçentlerin tamamı Türk'tür. Öğretim yardımcılarının 150'si Türk, 30'u yabancıdır. İstanbul'a gelen yabancı öğretim üyelerinin yanlarında getirdikleri aile fertleri (eşleri, çocukları, anneleri, kız kardeşleri, kayın valideleri gibi) eklenirse, yaklaşık 150 kadar yabancı kişi İstanbul'a gelmiştir. Yabancı profesörler en fazla Tıp ve Fen Fakültelerinde görevlendirilmiş, ondan sonra Hukuk Fakültesi'nde, en az sayıda ise Edebiyat Fakültesi'nde görev almışlardır. Öte yandan profesörler grubunun Türkiye'ye kabul edilişi, Cemiyetin ilk başarılı faaliyetiydi.

Atamalar tamamlandıktan sonra Albert Einstein da, siyasi baskılardan muzdarip olan 40 bilim insanının atanması için o dönemin Başbakanı İsmet İnönü'ye bir mektup yazmıştır. Ancak İsmet İnönü, ülkenin daha fazla profesörü atayamayacağını belirterek bu talebi reddetmiştir. Bazı kaynaklara göre daha sonra Mustafa Kemal Atatürk, bu durumu kabul edilemez olarak görmüş ve hemen bir davet mektubu hazırlanmıştır. Bu davet mektubu, sadece adı geçen 40 bilim insanını değil, tüm Yahudi bilim insanlarını kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Mektupta, Türkiye Cumhuriyeti'nde yüksek öğretimin yeniden yapılandırıldığı ve bu bilim insanları için özgür ve verimli bir çalışma ortamının sağlanacağı belirtilmiştir. Ancak bahsettiğimiz üzere bu konu net değildir. Atatürk'ün bu konuya hiçbir müdahalesi olmadığı da söylenmektedir.

Yukarıda özetlenen üniversite yapısının yerleşmesi ve yukarıda belirtilen organların işler hale gelmesinden önce, 1933-34 ders yılı oldukça sıkıntılı bir dönemdi. Bu dönem, yeni düzenlemelerin tam olarak netleşmediği ve ders programının belirsizliğinin sürdüğü bir karmaşıklıkla karşı karşıyaydı.

Üstelik, yerli ve yabancı öğretim görevlileri arasında, aynı zamanda farklı politik gruplar içeren Türk profesörler arasında, gerilimler ortaya çıkarak dönemi daha da karmaşık hale getirdi. 1933-34 kış yarıyılının sonuna yaklaşıldığında, Prof. Malche'nin görevden ayrılmasıyla, henüz başlamış olan reform çabalarının başarısız olma tehlikesi vardı.

Tüm Reklamları Kapat

Ancak, farklı tarafların ve özellikle Atatürk'ün kişisel çabalarıyla, bu tür bir başarısızlığın üstesinden gelinmesi için büyük bir çaba harcandı. Peki, bu sorunlar nasıl ortaya çıkmıştı?

Diğer fakülteler 1933 sonbaharından itibaren oldukça iyi bir öğretim etkinliğini sürdürebilirken, güçlükler açık bir şekilde Tıp Fakültesi etrafında yoğunlaşıyordu. Schwartz bu konuda şunları anlatmaktadır:

Tıp Fakültesi'nde bir süre sonra dayanılmaz bir durum ortaya çıkmıştır. Teorik enstitüler, geniş ve uygun alanlara sahip olmasına rağmen, eski Tıp Fakültesi'nin eski dolaplarını, masalarını ve sandalyelerini kullanmak zorunda kaldılar. İnşaat çalışmaları ani bir şekilde yavaşladı veya bazı durumlarda tamamen durdu. Ayrıca, görünüşte tamamlanmış olan tesisler ve yapılar, resmi denetim komitesi tarafından müteahhitten devralındıkları gün, kullanılamayacak durumdaydılar.

Bu olumsuz etkenlere başka sorunlar da ekleniyordu: Üniversite yönetim tüzüğünün bulunmaması, eksik ders planları, yanıtlanmamış dilekçeler, maaşların ödenmemesi gibi sorunlar da bir yandan boy göstermekteydi. Ayrıca, bazı basın makaleleri, farklı grupların görüşlerini dile getiriyor ve bu yazılardan bazılarında yabancı düşmanlığına dayalı bir düşkünlük hissediliyordu. Schwartz bu durumu şöyle özetliyordu:[17]

Anlıyorduk ki yerel bir direniş, hatta sabotaj dönemi içinde bulunmaktaydık.

Ancak başta yabancı profesörler olmak üzere, üniversite reformunun başarılı olmasını isteyenler bu hedeflerinden vazgeçmeye niyetli değillerdi. Öncelikle, eksik veya yetersiz kaynaklara rağmen derslerin düzenli olarak devam etmesi için çaba harcandı. Öte yandan reforma istekli olanları koruyan güçlü bir grup vardı. Bu grup gizli karşıtlar ve tarafsızlarla birlikte aktif destekçilerden ve mücadeleci kişilerden oluşuyordu. Bu grupta, reformun değerine inanan öğrenciler başta olmak üzere, reforma destek veren profesörler de bulunuyordu. Tıp alanındaki isimler arasında Schwartz, özellikle Mazhar Osman ve Akil Muhtar isimlerini vurgulamıştır.

Tüm Reklamları Kapat

Türk halkının olumlu tavırları da son derece önemliydi. Türkiye'deki Almanlar, özellikle klinik direktörlerinin çalışmaları sayesinde yaygın bir sempatiyle karşılanıyordu. Bu doktorlar ve cerrahlar, zorlu şartlar altında gerçekleştirdikleri çalışmalarla üniversitedeki bilimsel araştırmaların pratik değerini kanıtladılar ve bu, reform çabalarına büyük katkı sağladı. Yabancı hocalar, patolojik anatomi, genel ve deneysel patoloji, fizyoloji, hijyen, mikrobiyoloji, biyokimya, fizik tedavi, kanser araştırmaları, histoloji, embriyoloji gibi birçok enstitünün kurulmasına ve gelişimine büyük katkılarda bulundular. Enstitülerin başında uzun zaman başkanlık yaptılar. Bu çabalar Türk halkı tarafından hızla takdir edildi. Bunların arasında Siegfried Oberndorfer, Wilhelm Liepmann, Hugo Braun, Hans Winterstein gibi isimler tıp alanında çok önemli katkılar vermiş bilim insanlarından sadece bazılarıdır.

Ancak diş hekimliği alanında Türkiye'nin o dönemde bir geçmişi yoktu. Diş hekimliği okulu, Tıp Fakültesi'ne bağlı olarak Beyazıt Meydanı'nda faaliyet gösteriyordu. Bu alanda Türkiye'nin öncüsü olan Alfred Kantorowicz, çok zorlu şartlar altında Türkiye'ye getirildi.[23]

Yahudi kökenli Kantorowicz, ayrıca Rusya'ya iki kez gitmiş olması nedeniyle komünistlikle suçlanmış ve bu suçlama nedeniyle 9 ay boyunca toplama kampında hapsedilmiştir. Schwartz, Mustafa Kemal Atatürk'e sunduğu bilim insanı listesinde Kantorowicz'in ismini en üst sıraya koymasına rağmen, o sırada hapsedildiği için adı çizilmiştir.

Alfred Kantorowicz.
Alfred Kantorowicz.
Deutsche Biographie

Atatürk, en kaliteli hocaları Türkiye'ye getirmek istemiş ve Kantorowicz'in Türkiye'ye gelmesini talep etmiştir. Bu amaçla Nazi Hükümetine bir mektup yazmıştır. Ancak bu mektuba iki ay gibi uzun bir süre cevap alınamamıştır. Bunun üzerine Türkiye, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras aracılığıyla Almanya'ya bir nota göndermiş ve "iki aydır yanıt alınamaması Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ne kasıtlı bir hakaret midir?" sorusu sorulmuştur. Bu nota sonucunda Alfred Kantorowicz, sadece 48 saat içinde Türkiye'ye gönderilmiştir. Kantorowicz, Türk diş hekimliği eğitiminin gelişimine büyük katkılar sağlamış ve Türkiye'de diş hekimliği alanının temellerini atmıştır.

Tüm Reklamları Kapat

Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür, burada bahsedilenler sadece birkaç örnek ile sınırlıdır. Curt Kosswig de ülkemize önemli katkılarda bulunmuş bir bilim insanıdır. Berlin Üniversitesi'nde Felsefe ve Doğa Bilimleri, özellikle Zooloji ve Genetik alanlarında yoğunlaşan bir üniversite eğitimi aldıktan sonra, meşhur Profesör Erwin Bauer'in danışmanlığında Genetik doktorasını tamamlayarak Dr. Phil. unvanını 1 Nisan 1927'de almıştır.

Kosswig Manyas Gölü Kuş Cenneti'nde (1953).
Kosswig Manyas Gölü Kuş Cenneti'nde (1953).
Curt Kosswig

Curt Kosswig, akademik kariyerine Münster Üniversitesi Zooloji Enstitüsünde asistan olarak başlamış, aynı kurumda doçent unvanı kazanmıştır. Daha sonra 1 Nisan 1933'ten itibaren Braunschweig Teknik Yüksek Okulunda Genel Biyoloji ve Zooloji dalında profesör olarak atanmıştır. 1937 yılında tamamlanan Doğa Tarihi Müzesi'nde müdür olarak görev yapmıştır. Ancak 1 Ekim 1937 tarihinde kendi isteğiyle Almanya'da devlet memurluğundan istifa etmiş ve 31 Mayıs 1933 Üniversite Reformu çerçevesinde İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Zooloji Enstitüsü'nde Zooloji Profesörü ve Enstitü Direktörü olarak atanmıştır. Ayrıca, 1951 yılından itibaren Baltalimanı Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü yöneticiliği görevini üstlenmiş ve Manyas Kuş gölü Milli Parkı'nın kurulmasına öncülük etmiştir.

Kosswig, çok sayıda ders vermiş ve üçüncü yıldan itibaren derslerini Türkçe olarak vermiştir. Ortaöğretim ve üniversite düzeyinde biyoloji ders kitapları yazmıştır. Anadolu Faunasının keşfi için bilimsel keşif gezileri düzenlemiştir.

Curt Kosswig'in adı verilmiş olan Turcinoemacheilus kosswigi (taş çoprabalığı)
Curt Kosswig'in adı verilmiş olan Turcinoemacheilus kosswigi (taş çoprabalığı)
ResearchGate

29 Mart 1982'de Hamburg'da vefat eden Ord. Prof. Dr. Curt Kosswig'in cenazesi vasiyeti üzerine İstanbul'a getirilmiş ve eşi daha önce vefat etmiş olduğu için Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı'ndaki eşinin yanına defnedilmiştir. Bu dönemde Türkiye'ye gelen birçok profesör, Cumhuriyet ilkelerini benimsemiş ve Türkiye'yi ve Türkleri büyük bir sevgiyle karşılamışlardır. Türkiye'nin ilk herpetologlarından olan Prof. Dr. Muhtar Başoğlu'na göre Kosswig bir Türk'ten daha iyi bir Türk'tü. Hatıratlarda bahsedilene göre öğrencileri ona "Hocam, Türkleri seviyor musunuz?" diye sorduklarında şöyle cevap verirmiş:[24]

Tüm Reklamları Kapat

Çocuklar, ben rüyalarımı Türkçe görüyorum.

Yabancı Profesörlerin Gidişi

1945'te 2. Dünya Savaşı sona erdi ve bu tarihten itibaren Hitler yönetiminden kaynaklanan mülteci hareketleri sona erdi. Mülteci bilim insanlarını Amerika'da olduğu gibi Türkiye'de sürekli olarak tutmak mümkün olmadı ve aslında bu durum bir açıdan da istenmeyen bir durumdu. Yabancılara yönelik duyulan güvensizlik, zaman zaman haklı nedenlere dayansa da hala hissediliyordu.

Yabancı profesörlerin Türk bilim insanlarına eğitim verdiği ve bundan sonra yükseköğretimin genellikle genç Türk bilim insanlarına bırakılması gerektiği, o konumda hakim bir düşünceydi. Türk hükümeti aslında üniversitelerine iki veya üç nesil boyunca Alman profesörler yerleştirmeye hazırdı. Ancak uzun vadeli anlaşmalarla ayrılan eski profesörlerin yerine yeni Alman öğretim üyeleri getirmek neredeyse imkansızdı. Bunun nedeni, Alman hükümetinin yurtdışında çalışan Alman profesörlere emeklilik maaşı ödemek istememesiydi. Başka bir deyişle, Almanya, yabancı ülkelerdeki mülteci öğretim üyelerinin emeklilik haklarını üstlenmek istemiyordu.

Her şeye rağmen, eski mültecilerin çoğu 1956'dan itibaren Türkiye'den ayrılmıştır. Ancak bu tarihten sonra da devam eden bir faaliyetle, kısa veya uzun süreli yeni misafir profesörler Türkiye'ye gelmeye devam etmektedir.

Mülteci profesörlerin Türkiye'den geri dönüşlerini incelediğimizde, iki ana döneme odaklanabiliriz. İlki, 2. Dünya Savaşı öncesine, ikincisi ise savaşın sonrasına aittir. Bu dönemde, oldukça yetenekli öğretim üyeleri Amerika'ya davet edilmiş ve orada görev almışlardır. İkinci bir kesim mülteciler ise daha sonraki yıllarda, genellikle 1949-1956 arasında, Almanya'ya dönmüşlerdir. Özetle, mültecilerin Türkiye'den ayrılışlarının iki ana yöne doğru olduğunu söyleyebiliriz. 1950 yılına kadar özellikle Amerika'ya, 1950 yılından sonra ise Batı Almanya'ya gitmişlerdir.

Tüm Reklamları Kapat

Sonuç

Üniversite Reformu, Cumhuriyetimizin ürünü olarak yüzlerce bilim insanını yetiştirmiş ve çağdaşlaşmamıza büyük katkı sağlamıştır. Köklü bir eğitim mücadelesinin en önemli duraklarından biri olan Üniversite Reformu ve daha pek çok adım, bir ulusun yükselmesi için eğitimin ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Bizler, bu mirası anlamalı, korumalı ve bilimin ışığında daha iyi bir gelecek için el birliğiyle çabalamalıyız.

Bu miras, bizi tarihe saplanıp kalmış bir millet olmaktan alıp, yeniliğe açık, eleştirel düşünceye sahip ve sürekli ileriye bakan bir toplum olma yolunda en büyük ışık kaynağımızdır.

Bu Makaleyi Alıntıla
Okundu Olarak İşaretle
45
0
  • Paylaş
  • Alıntıla
  • Alıntıları Göster
Paylaş
Sonra Oku
Notlarım
Yazdır / PDF Olarak Kaydet
Bize Ulaş
Yukarı Zıpla

İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!

Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.

Soru & Cevap Platformuna Git
Bu İçerik Size Ne Hissettirdi?
  • Tebrikler! 14
  • Muhteşem! 9
  • Mmm... Çok sapyoseksüel! 5
  • Bilim Budur! 3
  • Umut Verici! 3
  • Merak Uyandırıcı! 3
  • İnanılmaz 1
  • Güldürdü 0
  • Üzücü! 0
  • Grrr... *@$# 0
  • İğrenç! 0
  • Korkutucu! 0
Kaynaklar ve İleri Okuma
Tüm Reklamları Kapat

Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?

Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:

kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci

Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 27/04/2024 11:50:52 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/15800

İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.

Keşfet
Akış
İçerikler
Gündem
Balıkçılık
Doğa Yasası
Güve
Mit
Gen İfadesi
Bilim İnsanları
Samanyolu Galaksisi
Uzay
Evren
Ergen
Karar Verme
Teyit
Balina
Genetik
Enerji
Beslenme Bilimi
Sivrisinek
Su
Kök Hücre
Kelebek
Skeptisizm
Büyük
Yaşlılık
Carl Sagan
Kişilik
Aklımdan Geçen
Komünite Seç
Aklımdan Geçen
Fark Ettim ki...
Bugün Öğrendim ki...
İşe Yarar İpucu
Bilim Haberleri
Hikaye Fikri
Video Konu Önerisi
Başlık
Gündem
Kafana takılan neler var?
Bağlantı
Kurallar
Komünite Kuralları
Bu komünite, aklınızdan geçen düşünceleri Evrim Ağacı ailesiyle paylaşabilmeniz içindir. Yapacağınız paylaşımlar Evrim Ağacı'nın kurallarına tabidir. Ayrıca bu komünitenin ek kurallarına da uymanız gerekmektedir.
1
Bilim kimliğinizi önceleyin.
Evrim Ağacı bir bilim platformudur. Dolayısıyla aklınızdan geçen her şeyden ziyade, bilim veya yaşamla ilgili olabilecek düşüncelerinizle ilgileniyoruz.
2
Propaganda ve baskı amaçlı kullanmayın.
Herkesin aklından her şey geçebilir; fakat bu platformun amacı, insanların belli ideolojiler için propaganda yapmaları veya başkaları üzerinde baskı kurma amacıyla geliştirilmemiştir. Paylaştığınız fikirlerin değer kattığından emin olun.
3
Gerilim yaratmayın.
Gerilim, tersleme, tahrik, taciz, alay, dedikodu, trollük, vurdumduymazlık, duyarsızlık, ırkçılık, bağnazlık, nefret söylemi, azınlıklara saldırı, fanatizm, holiganlık, sloganlar yasaktır.
4
Değer katın; hassas konulardan ve öznel yoruma açık alanlardan uzak durun.
Bu komünitenin amacı okurlara hayatla ilgili keyifli farkındalıklar yaşatabilmektir. Din, politika, spor, aktüel konular gibi anlık tepkilere neden olabilecek konulardaki tespitlerden kaçının. Ayrıca aklınızdan geçenlerin Türkiye’deki bilim komünitesine değer katması beklenmektedir.
5
Cevap hakkı doğurmayın.
Bu platformda cevap veya yorum sistemi bulunmamaktadır. Dolayısıyla aklınızdan geçenlerin, tespit edilebilir kişilere cevap hakkı doğurmadığından emin olun.
Ekle
Soru Sor
Sosyal
Yeniler
Daha Fazla İçerik Göster
Popüler Yazılar
30 gün
90 gün
1 yıl
Evrim Ağacı'na Destek Ol

Evrim Ağacı'nın %100 okur destekli bir bilim platformu olduğunu biliyor muydunuz? Evrim Ağacı'nın maddi destekçileri arasına katılarak Türkiye'de bilimin yayılmasına güç katın.

Evrim Ağacı'nı Takip Et!
Yazı Geçmişi
Okuma Geçmişi
Notlarım
İlerleme Durumunu Güncelle
Okudum
Sonra Oku
Not Ekle
Kaldığım Yeri İşaretle
Göz Attım

Evrim Ağacı tarafından otomatik olarak takip edilen işlemleri istediğin zaman durdurabilirsin.
[Site ayalarına git...]

Filtrele
Listele
Bu yazıdaki hareketlerin
Devamını Göster
Filtrele
Listele
Tüm Okuma Geçmişin
Devamını Göster
0/10000
Bu Makaleyi Alıntıla
Evrim Ağacı Formatı
APA7
MLA9
Chicago
A. K. Selçukoğlu, et al. Bilimsel Kumandan: Türkiye'de Üniversite Reformu Nasıl Gerçekleşti?. (26 Kasım 2023). Alındığı Tarih: 27 Nisan 2024. Alındığı Yer: https://evrimagaci.org/s/15800
Selçukoğlu, A. K., Şahin, D. (2023, November 26). Bilimsel Kumandan: Türkiye'de Üniversite Reformu Nasıl Gerçekleşti?. Evrim Ağacı. Retrieved April 27, 2024. from https://evrimagaci.org/s/15800
A. K. Selçukoğlu, et al. “Bilimsel Kumandan: Türkiye'de Üniversite Reformu Nasıl Gerçekleşti?.” Edited by Damla Şahin. Evrim Ağacı, 26 Nov. 2023, https://evrimagaci.org/s/15800.
Selçukoğlu, Alper Kaan. Şahin, Damla. “Bilimsel Kumandan: Türkiye'de Üniversite Reformu Nasıl Gerçekleşti?.” Edited by Damla Şahin. Evrim Ağacı, November 26, 2023. https://evrimagaci.org/s/15800.
ve seni takip ediyor

Göster

Şifrenizi mi unuttunuz? Lütfen e-posta adresinizi giriniz. E-posta adresinize şifrenizi sıfırlamak için bir bağlantı gönderilecektir.

Geri dön

Eğer aktivasyon kodunu almadıysanız lütfen e-posta adresinizi giriniz. Üyeliğinizi aktive etmek için e-posta adresinize bir bağlantı gönderilecektir.

Geri dön

Close