Bu soruya kesin bir sayı vermek bilimsel olarak mümkün değildir, ancak arkeoloji ve paleontoloji literatürü, henüz bulunmamış eser ve fosillerin, bilinenlerin çok üzerinde olduğu konusunda güçlü bir fikir birliği sunar.Dünya üzerinde bugüne kadar bulunan arkeolojik eserler ve fosiller, geçmişte üretilmiş ya da yaşamış olanların yalnızca çok küçük bir kısmını temsil eder. Bunun temel nedeni, arkeolojik ve paleontolojik kayıtların doğası gereği son derece eksik ve seçici olmasıdır. Michael Schiffer’in “formation processes” yaklaşımına göre, geçmişte var olmuş her nesne ya da organizma, gömülme, korunma ve keşfedilme şansına eşit değildir; aksine çoğu, daha ortaya çıkmadan yok olur (Schiffer, 1987).
Paleontoloji açısından bakıldığında durum daha da çarpıcıdır. Briggs ve Fortey’e göre, yeryüzünde yaşamış türlerin %99’undan fazlası fosil kaydı bırakmadan yok olmuştur. Fosilleşme, son derece nadir koşullar gerektiren istisnai bir süreçtir; bu nedenle bugün bildiğimiz fosiller, geçmiş biyolojik çeşitliliğin yalnızca küçük bir kesitidir (Briggs & Fortey, 2005). Benton da fosil kayıtlarının “derin zamanın parçalı bir arşivi” olduğunu ve büyük boşluklar içerdiğini vurgular (Benton, 2003).
Arkeoloji alanında yapılan tahminler de benzer şekilde çarpıcıdır. Smith (2014), dünya üzerindeki arkeolojik alanların %90’dan fazlasının henüz keşfedilmemiş olabileceğini belirtir. Bunun nedenleri arasında yerleşimlerin modern kentlerin altında kalması, tarım ve inşaat faaliyetleriyle yok olması ve birçok bölgenin henüz sistematik olarak araştırılmamış olması yer alır. Özellikle Afrika, Orta Asya, Güneydoğu Asya ve Amazon havzası gibi bölgelerde, arkeolojik potansiyelin çok büyük ölçüde bakir olduğu kabul edilir.
Sayısal bir çerçeve vermek gerekirse, bu ancak oranlar üzerinden yapılabilir. Günümüzde dünya genelinde kayıt altına alınmış arkeolojik alan sayısı yaklaşık birkaç milyonla ifade edilirken, istatistiksel modellemeler ve yüzey araştırmalarına dayalı çıkarımlar, bu sayının en az 10–20 katı kadar alanın henüz bilinmediğini göstermektedir (McAnany & Hodder, 2009). Fosiller için ise bu oran çok daha uçtur: bilinen hominin fosil sayısı birkaç bin bireyle sınırlıyken, paleodemografik modellere göre yalnızca Homo sapiens’in bile yüz binlerce yıllık tarihinde yaşamış birey sayısı milyarlarcadır; bunların neredeyse tamamı fosil kaydına girmeden yok olmuştur (Bocquet-Appel, 2011).
Bu nedenle “Dünya’da henüz bulunmamış kaç tarihi eser ve fosil vardır?” sorusu, sayısal bir problemden çok epistemolojik bir sorudur. Bilimsel veriler bize şunu gösterir: elimizdeki buluntular geçmişin tamamını değil, yalnızca tesadüfen korunmuş ve keşfedilmiş kırıntılarını temsil eder. Arkeoloji ve paleontoloji, bu eksik kayıt üzerinden geçmişi yeniden kurmaya çalışan disiplinlerdir; dolayısıyla bilinmeyen, bilinenin çok üzerindedir.
Sonuç olarak, akademik literatüre dayalı temkinli bir yorumla şunu söylemek mümkündür:
Dünya üzerinde henüz bulunmamış tarihi eser ve fosiller, bulunanların kat kat fazlasıdır; büyük olasılıkla %90–99’u hâlâ toprak altında ya da tamamen yok olmuştur. Bu gerçek, arkeoloji ve paleontolojiyi yalnızca “bulma” bilimi değil, aynı zamanda eksikliklerle düşünme disiplini hâline getirir.