Ölüm, ilk bakışta evrimsel açıdan bir “çelişki” gibi görünür. Doğal seçilim bireyin hayatta kalmasını ve üremesini desteklerken, ölüm bu sürecin tam karşıtıymış gibi algılanır. Ancak evrimsel biyoloji açısından ölüm, seçilimin dışında kalan rastlantısal bir olay değil; yaşamın organizasyon düzeyleriyle birlikte ortaya çıkan ve dolaylı biçimde seçilim süreçlerine entegre olmuş bir olgudur. Bu nedenle “ölüm evrimleşti mi?” sorusu, aslında “ölümlülük (mortality) ve yaşlanma (senescence) evrimsel olarak nasıl ortaya çıktı?” sorusuyla birlikte düşünülmelidir.
Yaşamın erken evrelerinde, özellikle tek hücreli organizmalarda, biyolojik anlamda zorunlu bir ölüm kavramından söz etmek güçtür. Tek hücreli canlılar bölünerek çoğalır; bu süreçte “ebeveyn” ile “yavru” arasındaki sınır siliktir. Bu bağlamda ölüm, modern anlamıyla biyolojik bir zorunluluk olmaktan ziyade çevresel nedenlere bağlı bir sona eriştir. Ancak çok hücreliliğin evrimleşmesiyle birlikte, hücreler arasında iş bölümü, dokusal uzmanlaşma ve organizma bütünlüğü ortaya çıkmıştır. İşte bu noktada ölüm, bireysel organizmanın sonu olarak belirginleşmiştir (Kirkwood & Melov, 2011).
Evrimsel biyoloji literatüründe yaşlanma ve ölümün evrimini açıklayan temel kuramsal çerçevelerden biri **“Antagonistik Pleiotropi Teorisi”**dir. George C. Williams’a göre, bazı genler erken yaşamda üreme başarısını artırırken, geç yaşamda zararlı etkilere yol açabilir. Doğal seçilim, üreme sonrası dönemde ortaya çıkan bu olumsuz etkileri “ayıklamakta” yetersizdir; çünkü seçilim gücü yaş ilerledikçe azalır. Williams bu durumu şu şekilde ifade eder:
“Doğal seçilim, organizmanın erken yaşamındaki başarıya güçlü biçimde etki ederken, geç yaşamda ortaya çıkan zararlı etkiler üzerinde çok daha zayıf bir etkiye sahiptir.”
(Williams, 1957)Bu yaklaşım, ölümün doğrudan seçilmiş bir özellik olmadığını; fakat üreme başarısını maksimize eden genetik düzenlemelerin kaçınılmaz bir yan ürünü olarak ortaya çıktığını savunur (Williams, 1957, DOI: 10.1086/401727[1]).
Bir diğer temel açıklama **“Disposable Soma (Harcanabilir Beden) Teorisi”**dir. Thomas Kirkwood tarafından geliştirilen bu modele göre organizmalar, sınırlı enerji kaynaklarını üreme ile bedenin uzun süreli bakım ve onarımı arasında paylaştırmak zorundadır. Evrimsel süreçte, enerji yatırımı üremeye öncelik verdiğinde, bedenin uzun vadeli bakımı ihmal edilir ve bu durum yaşlanma ile ölüme yol açar. Kirkwood bu durumu şöyle açıklar:“Organizmalar, sonsuz yaşam için değil; yeterli süre hayatta kalıp üreyebilmek için evrimleşmiştir.”(Kirkwood, 1977)Bu çerçevede ölüm, seçilimin hedefi değil; seçilimin önceliklerinin bir sonucudur (Kirkwood, 1977, DOI: 10.1038/270301a0).
Ölümün evrimsel olarak “işlevsel” hale gelmesi ise özellikle popülasyon ve tür düzeyinde değerlendirildiğinde anlam kazanır. August Weismann, 19. yüzyılın sonlarında ölümün tür için faydalı olabileceğini öne sürmüş ve bireylerin ölmesinin yeni nesiller için alan ve kaynak açtığını savunmuştur. Günümüzde grup seçilimi tartışmalı olmakla birlikte, Weismann’ın görüşleri modern evrimsel demografi çalışmalarında dolaylı biçimde yeniden ele alınmaktadır (Stearns, 1992).
Modern biyogerontoloji çalışmaları, ölümün genetik olarak programlanmış bir “amaç” olmadığını, fakat organizmanın bakım-onarım sistemlerinin zamanla bozulmasının kaçınılmaz bir sonucu olduğunu göstermektedir. DNA hasarı, telomer kısalması, protein birikimleri ve hücresel senesens gibi süreçler, doğal seçilimin geç yaşlardaki etkisizliği nedeniyle birikmektedir (López-Otín et al., 2013). Bu durum ölümün, evrimsel süreçte aktif olarak seçilmekten ziyade, seçilimin sınırları içinde şekillendiğini gösterir.
López-Otín ve arkadaşları bu durumu şu şekilde özetler:“Yaşlanma, tek bir mekanizmanın sonucu değil; evrimsel olarak korunmuş birçok biyolojik sürecin zamanla bozulmasının birleşik etkisidir.”(López-Otín et al., 2013)
Sonuç olarak, ölüm biyolojik evrimde doğrudan seçilmiş bir hedef değildir; ancak çok hücreliliğin, üremenin ve enerji sınırlamalarının evrimleşmesiyle birlikte kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Evrim, ölümsüz organizmalar değil; çevreye uyum sağlayan, yeterince uzun süre hayatta kalıp genlerini aktarabilen organizmalar üretir. Bu nedenle ölüm, evrimin bir “hatası” değil, yaşamın evrimsel mimarisinin doğal bir parçasıdır.