Bende bunu çok düşündüm. İnsan gerçekten birini mi sever, yoksa onun üzerine kurduğu hayali mi, emin olmak zor. Çünkü hissettiklerin bazen karşındakinden bağımsız büyüyor içinde. O kişi sana ne verirse versin, sen onun vermediği şeyleri de yükleyip seviyorsun. Bu da biraz kendini sevmenin başka bir biçimi aslında.
Biri sana kendini “tam” hissettirdiğinde, sen o hissi sevmeye başlıyorsun. Ve o hissi getiren kişi, ister istemez o sevginin merkezine yerleşiyor. Ama sonra zaman geçtikçe fark ediyorsun; sevdiğin belki de o kişi değilmiş. Sadece onunla olunca kendinle barışıyormuşsun.
Bu farkı anlamak zor, ama bir noktada yüzleşiyorsun:
“Ben seni değil… seni düşleyen beni sevmişim.”
Ve işte tam o an, insanın içinde bir şey kırılıyor, kırılırken aynı zamanda büyüyor da. Çünkü gerçek sevgi, sadece karşındakini olduğu gibi kabul edebilmekmiş meğer. Hayallerin, beklentilerin, korkuların üstüne bina etmeksizin; eksikleri, yanlışları, suskunluklarıyla bütün bir insanı sevebilmekmiş.
Anladım ki, sevgi bir yanılsamadan ibaret olabilir, ama aynı zamanda insanın kendiyle tanışması, kendini kabul etmesidir de. Çünkü biz, sevdiğimiz kişinin içinde kendi yalnızlıklarımızı, kendi umutlarımızı, kendi kusurlarımızı görürüz. Ve sevgi, o aynada göz göze kalabilmektir.
Eğer sevdiğin kişi, düşlerin değilse; o zaman kalbin seninle, seninle kalmaya devam eder. Ve belki en büyük cesaret, sevginin o saf halini, kendinden başlayarak taşıyabilmektir. Çünkü insanı sevmek, önce kendini sevmekle başlar. Ve ancak o zaman, gerçek sevgi mümkün olur.