Evrimimiz "sanala" pek itibar etmiyor.İyi ki de etmiyor!'
Yalnızlık zor zanaat vesselam. Ancak bunun evrimsel-biyolojik temeli de var. Biz toplumsal (sosyal) varlıklarız. Yani tek başımız yaşayamayız., Tek başına yaşayamayacak olan bir canlı için en büyük elem yalnızlıktır.
Bugün küresel ölçekte en ağır suçları işleyenlere yönelik ve bazen de ne yazık ki sisteme itiraz dışında hiç bir "suçu" olmayanlara yönelik olarak verilen en ağır ceza (idam cezasının yasal olduğu ülkeler hariç olmak üzere) tecrittir. Yani her şeyden ve herkesten yalıtmadır. Ki sosyal (toplumsal) bir varlığa verilebilecek en ağır ceza budur.
Hastanelerde ve en özel koşullarda bile bakılan , aileleri tarafından terk edilen bebeklerin ani ölümleri üzerine yapılan araştırmalarda çıkan sonuç dehşet vericidir: Yetersiz uyarım...
İşte yalnızlığı katlanılmaz kılan şey de budur: Yetersiz uyarım...
Yalnız kaldığımızda kendi kendimize konuşma ihtiyacı, her hangi bir hayvana veya çiçeğe, bitkiye insan muamelesi yapma ve iletişim kurma ihtiyacı, normal zamanlarda bizleri rahatsız edebilecek ( mekanik yahut organik: Motor sesi, köpek havlaması, açık ve herhangi bir TV programı, rüzgar vesair) seslere, hareketlere aşırı duyarlılık ve hoşnutluk hep bu ihtiyacın giderilmesine yönelik arayışın bir neticesidir.
Modern çağda, çağımızda sosyal medya ilk bakışta muazzam bir iletişim ve etkileşim imkanı sunuyor görünse de, sosyal kimliğimiz doğrudan ve fiziksel teması ( tokalaşmadan sarılmaya) , doğrudan iletişimi ve geri bildirimi , güven içerikli ve bildik , tanıdık kodlaması ile zihnimize kazıdığından ( ki doğamıza uygun olanı bu) , aslında aynı zeminde (sosyal medya veya telefon üzerinden bildirim içerikli) iletişim ve etkileşim olsa bile, bir süre sonra aynı muzdarip arayışımız devam eder.
İnsan; çok güçlü görünmesine rağmen duygusal olarak narin bir çiçek gibidir. Sadece sulamakla açmaz. Derilmek, sevilmek, okşanmak ister. Hem de doğrudan ve birinci elden.
İşte bunun olası olmadığı durumlar , korkunun yalnızlık adı altında kapımız çaldığı durumlardır. Ki bize tek bir şey söyler: Sizi siz ve güçlü kılan özünüzden ( Evrimsel zaruri sosyal kimliğinizden) uzaksınız. Yani yağmurlu ve gök gürültülü bir gecede, sokakta ve hem şemsiyeden hem de fenerden mahrum. .Bu durumda korkmak kadar olağan bir şey olabilir mi? Yalnızlık böyle bir şeydir ve kendisi nasıl ki sanal değil somut ise aksi de ancak sanal değil somut olarak yaratılabilir.
Haddimi aşmak istemem fakat telefonumuza en az baktığımız kadar sokağımıza da bakmayı, telefonumuzun en az bildirim sesine odaklandığımız kadar doğanın ve içerdiklerinin gerçek, somut sesine odaklanmayı, ve mümkün olduğunca hayatımızdaki uyaranları bize gerçek maddi halleri ile temas edebilecek mesafede tutmayı , imkan dahilinde değil ise bu boşluğu mutlaka somut bir uyaran ( komşu, mahalleli, arkadaş ve özellikle aynı fiziksel ortamda) doldurmayı öneririm.
Zira çağımızın en büyük sorunu teknolojinin bizi biz olmaktan çıkarması ve yarattığımızın esiri olmak anlamına gelen yabancılaşmadır. Bu bize kim olduğumuzu unutturan en önemli afyondur. İlk başta hayatımıza çok cazip bir giriş yapar fakat onu hayatımızdan çıkarmak kolay olmaz..
Burada soracağımız ve yüreklice yanıtlayacağımız tek bir soru var: Özne kimdir?
Özne biz isek, bu özneyi toplumsal (sosyal ) bir varlık olarak anlamlı kılan şey de doğal olarak bizim dışımızdaki biz gibiler ve somut halleri iledir.
Velhasılı yalnızlık zor zanaat ve ne yazı ki evrimimiz sanala pek itibar etmiyor. İyi ki de etmiyor...