Soruya materyalist açıdan baktığımızda dünyanın adil olmamasının pek çok sebebi olabilir. Adalet kavramı Arapça kökeni itibarıyla "denge" anlamı taşıyor. Gerçekten de dünyada pek çok adaletsizlik, dengesizlik, görmek mümkün. Ekonomik dengesizliği ele alalım. Küresel anlamda ekonomik dengesizliğin sebebinin esas olarak üretim araçlarında tek tek bireylere verilen malik olma yetkisinin, mülkiyet hakkının, olduğunu düşünüyorum. Bu hak, sahibine hukuken üç yetki tanır: kullanma, yararlanma ve tasarruf... Özellikle tasarruf yetkisi mülkiyet hakkına karakteristik özelliğini verir. Bu yetki sayesinde ancak malik, mülkiyetindeki eşyayı satabilir, kiralayabilir, bağışlayabilir, yok edebilir; eğer o eşya aynı zamanda üretim aracıysa o eşyada diğer kişileri ücret karşılığı çalıştırabilir. Kendi mülkiyetindeki üretim aracında, örneğin bir fabrikada, kimi, ne kadar süreyle ve ne ücretle çalıştıracağını mülkiyet hakkı dolayısıyla malik belirler. Öte yandan bunun yaratacağı bir takım dengesizlikleri engellemek amacıyla özellikle günümüzde bir takım sınırlar öngörülmüştür. Bu sınırlar mülkiyet hakkının varlığını tanımakla birlikte bir takım çerçeve öngörür. Örneğin bugün Türkiye'de Asgari Ücret Tespit Komisyonu adı verilen bir komisyon tarafından asgari ücret her yıl yeniden belirlenmektedir. Bir kişi, örneğin fabrikasında, mülkiyet hakkına sahip olsa dahi o fabrikada çalıştıracağı kişilere aylık olarak en az bu ücreti ödeyecektir. Bu gibi hukuki sınırlamaların yanı sıra piyasadan kaynaklı doğal sınırlamalar da mevcuttur. Ancak burada esas olarak söylemek istediğim şey tıpkı monarşilerde monarka siyasi olarak verilen yetkilerin bir takım dengesizliklere sebep olması gibi kapitalist sistemlerde de tek tek bireylere verilen üretim araçlarına malik olma yetkisinin bir takım dengesizliklere sebep olduğu ve hatta bunların (monarşilerin sınırlandırılmasını, meşruti monarşileri, hatırlatırcasına) bir takım düzenlemelerle giderilmeye çalışıldığı olgusudur. Üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkının toplumlarda ne gibi sonuçlara sebep olduğu üzerine düşünelim. Bu hak sayesinde bir takım insanlar bu araçlara maliktir ve geçimlerini bu araçlarda başka kişileri çalıştırarak sağlar. Esasen örneğin bir fabrikanın işletilmesinde malikin herhangi bir katkıda bulunmasına gerek yoktur. Fabrikanın idari anlamda işletilmesinde dahi patronun kendisi çalışmamakta, başkalarını çalıştırmaktadır. Öte yandan geri kalan diğer insanlar bu araçlara malik olmadıklarından ve yaşamak için paraya ihtiyaç duyduklarından geçimlerini bu araçlarda ücret karşılığı çalışarak sağlar. Marksist literatürde birinci tip insanların oluşturduğu sınıfa burjuvazi, ikinci tip insanların oluşturduğu sınıfa ise proletarya denir. Bu cümlelerden doğan sonucu önerme olarak ifade etmek gerekirse "proletarya yaşamak için burjuvaziye emeğini satar". Burada sosyolojik olarak "emeğin değeri" konusu gündeme geliyor. "Emeğin değerinin nasıl belirleneceği" sorunu günümüzde de ciddi biçimde tartışılıyor. Burada kapitalist sistem temelinde düşünecek olursak proletarya/işçiler burjuvaziye/patronlara "emeğini" satmaktadır. Yani işçinin patrona maddi olarak verdiği hizmet işçinin "enerjisidir". Bu nedenle kapitalizme göre patronun vereceği ücret esas olarak o işçinin enerjisini geri kazanması için gerekli değer olmalıdır. Nitekim bugün Türkiye'de de asgari ücret "açlık sınırına" göre belirlenmektedir. Öte yandan bunun bir diğer sonucu açlık sınırında ücret elde eden işçilerin gıda ihtiyacı dışındaki ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanacağı olgusudur. Bir yandan patronlar işçilerin emeğini satın alarak o emek sayesinde soyut olarak mülkiyet hakkı sahibi oldukları fabrikalarında ürünler elde etmekte ve o ürünlerin satışından gelir kazanmakta öbür yanda işçiler ücretleri açlık sınırında olduğu için borçlanmadan yaşayamamaktadır. Her ne kadar KOBİ'ler (küçük ve orta büyüklükteki işletmeler), vergilendirme sisteminin de bozuk olmasının etkisiyle işçiye açlık sınırından yukarı ücreti vermekte güçlük çekse de esas olarak büyük işletmelere bakıldığında şirketler (üretim araçlarına malik tüzel kişiler) açlık sınırında ücret verdikleri işçilerin emekleriyle kendi fabrikalarında üretilen ürünlerden ciddi anlamda "artı değer" kazanmaktadır. Kapitalizmin teknolojik ilerleme için ihtiyaç duyduğu sermaye birikimi de buradan gelmektedir. Daha açık ifade etmek gerekirse bir işçi patronuna emeğini satmakta, bunun sonucunda o patronun fabrikasının bir takım değerler üretmekte, üretilen değerde mülkiyet hakkı iddia etmemekte, bu değerleri "üretim araçlarındaki mülkiyet hakkı gereği" patrona vermekte, emeğinin karşılığını ise ücret cinsinden elde etmektedir. Üretilen ürünlerin değerinden ücret çıkarıldığından artan değere de "artı değer" denmektedir. Bazı işletmeler (örneğin KOBİ'ler) bu artı değeri çeşitli sebeplerle elde edemez ya da etkili bir şekilde kullanamazken bazı işletmeler (örneğin küresel şirketler) bu artı değerden ciddi anlamda sermaye kazanmaktadır. Sonuç olarak da küresel ölçekte ciddi gelir dengesizlikleri/adaletsizlikleri meydana gelmektedir.