Türkiye'de "İlmül Beşer" Tarihi ve Antropolojinin Unutulan İsmi Andreas David Mordtmann
Tarih belki geleceğe tamamen bir ayna gibi kapı aralamaz ama tarih ile “uyurken neye benzediğini merak eden adamın, gözlerini kapayıp aynanın karşısına geçmesine belki mani olunabilir”. Bilim, sanat, zanaat; artık adı her ne oluyorsa, yapılan işin tarihine ve felsefesine hakim olmak, uyurken nasıl göründüğümüzü görmemize yardımcı olabilir. Konu antropoloji gibi bir disiplinse, konunun tarihini ve felsefesini bilmek bize çok şey kazandırır. Thomas Hylland Eriksen ve Finn Sivert Nielsen şöyle yazıyor:
Tarihsel olarak konuşursak antropoloji, Avrupalı bir disiplindir ve diğerleri gibi bu disiplinin yürütücüleri de köklerini Antik Yunan'a bağlamayı severler.
Antropoloji bilimsel bir disiplin olarak Avrupa’da ortaya çıkıyor ve Avrupa’dan Türkiye’ye geliyor. İşin soyunu Yunan’a bağlamak isteyenler içinse ilk hedef Herodotus oluyor. Dönemin siyasi ve toplumsal görüşü hakkında bilgi sahibi olduğumuz “Tarih” eserinde gezdiği yerleri yazan Herodotus, antropolojiyi başlatan insan olarak görünse de bunu çürütmek çok kolay oluyor. İsim olarak Herodotus isminde anlaşacağız belki ama metodolojiyi işin içine dahil edersek işler Herodotus’un boyunu biraz aşacak gibi duruyor.
Antropolocya
Antropolojinin ilgilendiği konuların Türkiye’ye gelişi de herhangi bir geleneğe bağlı olmadan, bağımsız çeviriler ile başlıyor. İlm-i ensab, İlmü’l beşer, antropolocya gibi isimler ile anılan bu alan, etnografya ile birlikte işleniyor ve insanlık tarihi anlatılarıyla başlıyor. 19. yüzyılın sonlarında Ahmed Mithat Efendi’nin Dağarcık Dergisi’ndeki yazıları, Beşir Fuad’ın “Beşer”i, H. Ayni’nin aynı isimle “Beşer” eseri, Necip Nadir’in “Biz Neyiz”i, Mahmud Celaleddin’in “İnsanların Çoğalışı” eseri, Şemseddin Sami’nin “İnsan” ve “Yine İnsan” eserleri ve buna benzer yayınlar antropolojinin herhangi bir geleneğe bağlı kalmadan bu coğrafyaya girdiğinin göstergeleri olarak kabul edilebilir.
Antropolojinin Türkiye’deki tarihi anlatılarında genellikle 1925’teki Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin kuruluşu temel alınır, sonrasında Mustafa Kemal Atatürk’ün eliyle bu işin Ankara’ya taşındığından, o bayrağı Eugene Pittard ve sonrasında Şevket Aziz Kansu önderliğindeki antropologların devraldığından bahsedilir. Halbuki bu eserlerin kaynaklarında yer alan Aziz Kansu, antropoloji tarihini anlattığı eserinde, 1908 yılında tam adı Satı El Husrî olan Satı Bey’den de bahseder. Satı Bey, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet ile Mekteb-i Mülkiye müfredatına konulan “etnografya” derslerinde insanın kökeninden ve insan topluluklarından bahseden bir öğretmen. 1909 yılında bu dersin kaldırılmasıyla istifasını sunuyor ve Türk eğitim tarihi için harika işlere imza atıyor. Tabii bu bilgiler konuyu başlıktan ayıracağı için şimdi üstü kapalı geçiyoruz. Bilinmesi gereken nokta antropolojinin başlangıcı denilen Kansu, bizzat, benden öncesi de var, diyor.
Antropolojinin Türkiye’deki kurucusu olarak gösterilen Aziz Kansu, kendisinden daha önce Satı Bey’in de bu dersleri verdiğini belirtirken, 2012 yılında çıkan bir eser Satı Bey’den önce de bu derslerin verildiğini gösteriyor. İttihat ve Terakki döneminde bir yıl dayanabildiği söylenen ders, II. Abdülhamid döneminde on yılı aşkın bir süre verilmiş. Andreas David Mordtmann ismi tam olarak burada konuya dahil oluyor.
Andreas David Mordtmann 1811 yılında Hamburg’da doğmuş. Çocukluğundan itibaren klasik dillere ilgi duyan Mordtmann, 1829’da kaybettiği babasının ardından bir okulda yardımcı öğretmen olarak işe giriyor. Bir süre burada özel dersler veren Mordtmann, Hamburg Federe Devleti diplomatlarından Karl Sieveking’in desteğiyle önce Hamburg Senatosu’nda sonra da Hamburg Şehir Kütüphanesi’nde görevler alıyor. Doğu yazmalarıyla arası epey iyi olan Mordtmann, coğrafyacı Karl Ritter’ın önerisiyle El-İstahri’nin “Memleketler Kitabı” eserini çevirmesiyle bir anda akademik dünyaya giriş yapmış oluyor. Bu çevirisi ve diğer çalışmaları neticesinde Kiel Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nden doktora alan kahramanımız, Almanya Kentleri Birliği Hansa’nın İstanbul temsilcisi olarak Türkiye’ye geliyor ve 1859 yılında Hansa’nın yerini Prusya alınca ülkesine dönemiyor. İşte buradan sonrası etnografya ve antropoloji dersleri için kilit nokta oluveriyor.
1860 yılında ticaret mahkemelerinde yargıç olarak çalışmaya başlayan Mordtmann, burada geçirdiği 11 yılın ardından Sadrazam Nedim Paşa tarafından görevden alınıyor. Daha sonrasında gelen devlet görevlerini bilimsel çalışmalarına ağırlık vereceğini belirterek reddeden Mordtmann, dini inancı ve siyasi görüşleri hakkında yayınlar yapıp Osmanlı’daki Rum toplulukların haklarını gözeten fikirlerini gerek resmi gerekse resmi olmayan yollarla paylaşma yoluna gidiyor.
Sultan Abdülaziz’in son dönemlerinde yürürlüğe koymayı istediği eğitim kurumlarına yönelik iyilişme, II. Abdülhamid döneminde yapılıyor ve Mordtmann’ın yakın arkadaşı Münif Paşa’nın maarif nazırlığı döneminde Mordtmann ile Mekteb-i Mülkiye’nin yolları kesişiyor. Yıl 1877’yi gösterdiğinde Mekteb-i Mülkiye’de istatistik, coğrafya ve etnografi müderrisi olarak görev yapmaya başlamasıyla Mordtmann ve Türkiye için “antropoloji dersleri” başlamış oluyor. Yeliz Okay şöyle yazıyor:
Yazılarının bilimselliği Emile Rödiger tarafından "sadece harita malzemesi" olarak değerlendirilmiş ve eleştirilmiştir. Mordtmann bu eleştiriye yeni dünyada harita ve haritacılığın ulaşım, istihbarat, güvenlik, ekonomik ve ticarî kaynaklar gibi değişkenlerin verilerini teşkil etmesi açısından ne derece önemli olduğunun farkındalığına dikkat çekerek cevap vermiştir.
1871’de kurulan Paris Serbest Siyasal İlimler Mektebi ekolünü örnek alan ve 1877’deki değişikliklerinde bu mektebin izinden ilerlemeye çalışan Mekteb-i Mülkiye’nin yolu haliyle Fransız yazarların eserleriyle oldukça haşır neşir bir şekilde çiziliyor. Bizzat II. Abdülhamid’in istekleri doğrultusunda dönemin aydınlarını müderris olarak bünyesine dahil eden okul Coğrafya, Etnografi ve İstatistik dersleri içinse kararını Mösyö Mordtmann’dan yana kullanıyor.
Mordtmann’ın Dersleri Osman Bey ile Hayat Buluyor!
1877’de Mülkiye’de ders vermeye başlayan Mordtmann’ın neler anlattığınıysa öğrencisi Osman Bey ile öğreniyoruz. 1879’da hayata gözlerini yuman Mordtmann’ın ardından (Jan Aristoklis Efendi ismi de öne çıkıyor, yazının konusu olmadığı için ona yer vermiyoruz) Mordtmann’dan aldığı dersin notlarını yayımlayan Osman Bey, Mekteb-i Sultani yani Galatasaray Lisesi çıkışlı bir isim. Mekteb-i Mülkiye’nin 1879 yılında verdiği -yüksek kısmın- ilk mezunları arasında yer alan Osman Bey, devlet tarafından verilen birçok nişana sahip. Osman Bey’in konumuzla ilgili tarafı 1884 yılında yayımladığı “İlmi- Ahval-i Akvam”, yani günümüz Türkçesiyle daha anlaşılır adıyla “Kavimlerin Durumu Bilimi”. İlm-i Ahval-i Akvam’da kendi imzası bulunan Osman Bey, bu eserdeki kaynağının hocası Mordtmann olduğunu da belirtiyor. Son derece kesik kesik olan bu notlar, birçok derste verilen bilgilerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş gibi duruyor.
“İlm-i Ahval-i Akvam Neye Derler?” başlığıyla etnografya ve antropolojinin ne olduğu üzerine görüş bildiren bu eser, “İnsan Nedir?” bölümüyle insanı anlatmaya başlıyor. İnsanın hiçbir hayvanda olmayan ayırt edici özelliklerinden bahseden bu bölüm, insanın hayvanlardan üstün olduğunu ama bu üstünlüğün derecesinin nasıl olacağı konusunda bir ölçünün olmadığını anlatıyor. Bu bölümde insanın nasıl yaratıldığını da anlatan Osman Bey, bazı natüralistlerin insanın hayvandan geldiği görüşüne sahip olduğunu da yazıyor. Anlaşılacağı üzere bu bölümde evrimden bahseden bu eser, evrim konusunda net delillerin bulunmadığına gönderme yapmış.
Aslında maddi destek istememizin nedeni çok basit: Çünkü Evrim Ağacı, bizim tek mesleğimiz, tek gelir kaynağımız. Birçoklarının aksine bizler, sosyal medyada gördüğünüz makale ve videolarımızı hobi olarak, mesleğimizden arta kalan zamanlarda yapmıyoruz. Dolayısıyla bu işi sürdürebilmek için gelir elde etmemiz gerekiyor.
Bunda elbette ki hiçbir sakınca yok; kimin, ne şartlar altında yayın yapmayı seçtiği büyük oranda bir tercih meselesi. Ne var ki biz, eğer ana mesleklerimizi icra edecek olursak (yani kendi mesleğimiz doğrultusunda bir iş sahibi olursak) Evrim Ağacı'na zaman ayıramayacağımızı, ayakta tutamayacağımızı biliyoruz. Çünkü az sonra detaylarını vereceğimiz üzere, Evrim Ağacı sosyal medyada denk geldiğiniz makale ve videolardan çok daha büyük, kapsamlı ve aşırı zaman alan bir bilim platformu projesi. Bu nedenle bizler, meslek olarak Evrim Ağacı'nı seçtik.
Eğer hem Evrim Ağacı'ndan hayatımızı idame ettirecek, mesleklerimizi bırakmayı en azından kısmen meşrulaştıracak ve mantıklı kılacak kadar bir gelir kaynağı elde edemezsek, mecburen Evrim Ağacı'nı bırakıp, kendi mesleklerimize döneceğiz. Ama bunu istemiyoruz ve bu nedenle didiniyoruz.
Dönemin hakim görüşü olan ve Şemseddin Sami’nin de insanlık tarihini anlamak için öneminden bahsettiği jeoloji, bu kitapta da önemli bulunmuş. Osman Bey de İlm-i Ahval-i Akvam’da jeolojinin önemine değiniyor. Osman Bey’in belirttiğine göre; ilk üç jeolojik devirde insana ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte, ilk insan izleri mamut gibi canlılarla savaş halinde olunan dördüncü devre işaret ediyor. Tabii burada net sınırlar çizen eser, bu tartışmaların İlm-i Ahvali Mahlukat-i Atika adıyla anılan paleontolojiye devredilmesi gerekliliğini belirtiyor.
İnsan nerede zuhur etti, sorusuna da cevap veren eser, canlıların dünya üzerine yayılışı hakkında fikirler anlatıyor. Osman Bey’e göre bir kıtada bulunan bir canlı diğer kıtada bulunamazken, insanlar için bu durum geçerli değildir. İnsanın sadece bir cinsten geldiğini ve maymunlarla alakası olmadığını söyleyen eser, önemli olan ayrışmanın “ırk” kategorisine göre değil, “cins” kategorisine göre olduğunun altını çiziyor. Gayet geniş bir şekilde konuyu inceleyen bu bölüm, Orta Asya’nın Pamir Yaylası’nı insanlığın başlangıç coğrafyası olarak görüyor. Pamir Yaylası’na göre, beyaz ırkın batı ve güneybatı, sarı ırkın kuzey, kuzeydoğu ve doğu bölgelerinde yer aldığını söylerken, siyah ırk içinse güney, güneydoğu ve güneybatı bölgelerini orijin kabul ediyor. Bu bölümde diller arasında bağlantı kurarak da delil arayan Osman Bey, ırklar arasındaki dil farklarına da göndermede bulunuyor.
İlm-i Ahval-i Akvam insanlığın bir yaratılışa tabi olduğunu birçok kez söylüyor. İnsanın yaratılışında çıplak olduğunu ve meyve ile beslendiğini söyleyen bu eser, insanın kaç ırktan ibaret olduğu tartışmasını da gündeme almış. Georges-Louis Buffon, Johann Friedrich Bluemanbach, Georg Prochaska, Bernard Lacèpède, Georges Chrètien Lèopold Dagobert Cuvier ve birçok bilim insanının ırklar hakkındaki görüşlerinden bahseden kitap, ırkların belirlenmesine yönelik metotlardan da söz ediyor. Cumhuriyet dönemindeki antropolojinin önemli isimlerinden Şevket Aziz Kansu’nun da çalışmalarına kaynak olan Petrus Camper’ın “açı” görüşlerine de değinen İlm-i Ahval-i Akvam, soğuk ülkelerdeki insan boyutlarıyla sıcak bölgelerdeki insan boyutları arasında da coğrafya-insan ilişkisi bulunduğunun altını çiziyor.
İlm-i Ahval-i Akvam’da dil konusu da işlenmiş. Bu eser; tek heceli, kelimeleri sabit olan ve kelimeleri değişen olmak üzere üç grupta dilleri anlatıyor. Çin’de tek heceli dilin kullanıldığını söyleyen yazar, bu dili öğrenmenin insan ömrüne sığmayacağı vurgusunu da yapıyor. Sondan eklemeli diller olarak söyleyebileceğimiz “kelimeleri sabit olan” diller kategorisineyse Türk, Moğol ve Hint kökenli insanların dilleri örnek verilmiş. Bunun yanı sıra kelimelerin “esası değişen” unvanıysa Arapçaya gitmiş.
Eserdeki “İnsan Ahlâk Güzellikleri” başlığı altında insanın üstünlüğü konusunda görüşler bildirilirken, iyi ve kötü denen şeylerin kavimden kavime değişiklik gösterebileceği belirtiliyor. Bir bölgede “iyi” olan şeyin, diğer bölgede “kötü” olabileceğinin altını çizen eser, ahlâk konularının ardından yeniden ırk meselesine dönmüş. Ders notu olmasının da getirdiği kopuklukla ahlâk konusunun ardından yeniden ırkları anlatmaya başlayan kitap, Blumenbach’ın ırk sınıflandırmalarını açıklamış. Bunların yanı sıra insanın geçirdiği dönemlerden de alıntılar yapan eser, “Çeşitli Milletlerin Ahlâk Bağlılık Âdet Din ve Törenleri Hakkında” başlığıyla birçok milletten bahsediyor. Afganlardan Norveç halkına kadar birçok “millet” hakkında yorumlar içeren kitap, Danimarkalılar başlığıyla herhangi bir sonuca bağlanmadan direkt bitiyor.
Antropolojinin Türkiye'ye Gelişi Üzerine Yapılan Yayınlar İçin Bir Not
Tarihi ırkçılık ve siyasal doğruculuk gibi konularla dolu olan antropoloji, dünyanın birçok yerinde tarih ve felsefe bakımından da inceleniyor. Tıp ve sosyoloji tarihinden bağımsız düşünülemeyecek bu alanın genel tarihi hakkında yazarken kahramanlar ve olaylar üzerinden ilerlemek son derece sıkıntılı sonuçlara, yanlış anlaşılmalara ve birçok hataya meydan verebiliyor. Türkiye’de de ne yazık ki birçok kesimin siyasi tutuculuğu, bu alanın “objektif” bir şekilde anlaşılmasına olanak tanımıyor. Bu anlamda antropoloji tarihi üzerine yapılan çalışmalar epey sınırlı ve dar bir perspektif içeriyor.
İlerleyen dönemde yapılacak çalışmalarda; tıp ve sosyoloji tarihiyle birlikte, dönemin şartlarını da anlatan “bütüncül” eserlerin meydana gelmesi konunun daha iyi anlaşılması için oldukça iyi olacak, diyebiliriz. Özetle; tarih kahramanlar üzerinden yazılınca sıkıntılı bir yola gidecektir.
Genel olarak antropolojinin Türkiye’ye gelişini anlayabilmek için Osmanlı aydınını, Fransız ekolünü, I. ve II. Meşrutiyet dönemlerini, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan aydın kadrosunun ilgi alanlarını, Atatürk’ün bilime bakış açısını ve buna benzer, gözden kaçan birçok konuyu ele almak gerekiyor. Antropolojinin Türkiye’ye gelişi konusunda ileride yapılacak yayınların “kahramanlar tarihi” anlatılarının daha da ötesine geçmesi ümidiyle.
İçeriklerimizin bilimsel gerçekleri doğru bir şekilde yansıtması için en üst düzey çabayı gösteriyoruz. Gözünüze doğru gelmeyen bir şey varsa, mümkünse güvenilir kaynaklarınızla birlikte bize ulaşın!
Bu içeriğimizle ilgili bir sorunuz mu var? Buraya tıklayarak sorabilirsiniz.
Soru & Cevap Platformuna Git- 2
- 1
- 1
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- 0
- T. H. Eriksen, et al. (2010). Antropoloji Tarihi. ISBN: 9750507793. Yayınevi: İletişim Yayınları.
- Y. Okay. (2012). Etnografya’nın Türkiye’ye Gelişi Ve İlm-I Ahval-I Akvam. Yayınevi: Doğu Kitabevi.
- M. A. Çankaya. (1959). Mülkiye Tarihi Ve Mülkiyeliler. Yayınevi: Örnek Matbaası.
- M. A. Çankaya. (1968). Yeni Mülkiye Tarihi Ve Mülkiyeliler Son Asrın Türk Tarihinin Önemli Olaylarıyla Birlikde. Yayınevi: Ankara Üniversitesi Matbaası.
- B. Güvenç. (2005). Cumhuriyet Döneminde Eğitim. Yayınevi: Türkiye Bilimler Akademisi.
- Ş. D. Acar. (2009). Satı Bey'i Tanımak Eğitimde Bir Üstad. Yayınevi: Akademik Kitaplar.
- Ş. A. Kansu. (1940). Türk Antropoloji Enstitüsü Tarihçesi. Yayınevi: Maarif Matbaası.
Evrim Ağacı'na her ay sadece 1 kahve ısmarlayarak destek olmak ister misiniz?
Şu iki siteden birini kullanarak şimdi destek olabilirsiniz:
kreosus.com/evrimagaci | patreon.com/evrimagaci
Çıktı Bilgisi: Bu sayfa, Evrim Ağacı yazdırma aracı kullanılarak 10/12/2024 02:06:10 tarihinde oluşturulmuştur. Evrim Ağacı'ndaki içeriklerin tamamı, birden fazla editör tarafından, durmaksızın elden geçirilmekte, güncellenmekte ve geliştirilmektedir. Dolayısıyla bu çıktının alındığı tarihten sonra yapılan güncellemeleri görmek ve bu içeriğin en güncel halini okumak için lütfen şu adrese gidiniz: https://evrimagaci.org/s/5363
İçerik Kullanım İzinleri: Evrim Ağacı'ndaki yazılı içerikler orijinallerine hiçbir şekilde dokunulmadığı müddetçe izin alınmaksızın paylaşılabilir, kopyalanabilir, yapıştırılabilir, çoğaltılabilir, basılabilir, dağıtılabilir, yayılabilir, alıntılanabilir. Ancak bu içeriklerin hiçbiri izin alınmaksızın değiştirilemez ve değiştirilmiş halleri Evrim Ağacı'na aitmiş gibi sunulamaz. Benzer şekilde, içeriklerin hiçbiri, söz konusu içeriğin açıkça belirtilmiş yazarlarından ve Evrim Ağacı'ndan başkasına aitmiş gibi sunulamaz. Bu sayfa izin alınmaksızın düzenlenemez, Evrim Ağacı logosu, yazar/editör bilgileri ve içeriğin diğer kısımları izin alınmaksızın değiştirilemez veya kaldırılamaz.