Mecrasından koparılan kurur!
Belki de önce varlığı tanımlamalıyız!
Varlık felsefesi varlığı reel-gerçek ve ideal-zihinde olmak üzere iki şekilde ele alır. İlki duyumsanabilir dış dünyaya, ikincisi dış dünyada var olmayan, salt zihne tabii olarak. Bunların olmama durumu da hiçlik olarak tanımlanır.
Dolayısı ile buradan türeyip ayrışan iki farklı varlık alanından ilki, reel-gerçek olarak bilimin, diğeri ise ideal ve zihinsel olarak inancın temelini oluşturur.
Bilim, varlığı gerçeklik temeli üzerinden ele alır iken nedensellik ilkesi başattır. Kanıt ister. Maddi bir evrende ve bilimsel temelde hiçlik kavramı yerine bilinmezlik kavramı tercih edilir.
İnanç sistemleri ise varlığın zihinde var olmasını varlığın kanıtı için yeterli görür. Hiçliği ise aynı sistematiğin tersi olarak ve var olmama durumu şeklinde ele alır. Hatta bazı inançlarda yaratıcı temel özne dışında bir varlık tanımlanmaz ve onunla bütünleşene kadar her şey hiç sayılır.
Dolayısı ile Tanrının neyden ibaret olduğu sorusunun cevabı da bilimsel temelde değil ancak inanç temelinde ele alınabilir.
Ancak soruda geçen Tanrının her şeye sahip olması, her şeye muktedir olması, her şeyi yapıyor, yapmış olması vb. ön kabuller; reel-gerçek-maddi dünyanın argümanlarının, hareket, iş, oluş şeklindeki somut eylemselliğinin (fiilinin), ideal-zihinsel dünyanın zemini için birer aparata, o dünyanın olmazsa olmaz birer maddi-somut varlığına kanıta dönüştürülmesi çabası olur ki, aynı akıl yürütme ister istemez tersini de kabul etmeyi dayatır. Ve evet aynı akıl yürütme somut olarak varlığı kanıtlanamayanın, hatalı zemin üzerinden kanıtlanmasının mutlak yokluğuna da delalet edebileceği çelişkisine-çıkmazına yol açar.
Bu tıpkı karada gemi yürütmeye benzer. Zorlasak kızaklar üzerinde yürütebilir miyiz? Tabi ki evet ve fakat reel değil. Çünkü geminin var oluş amacı ve işlevi bu değil. Ancak gemiyi de, karadaki veya havadaki işlev bakımından emsalleri üzerinden bir ulaşım ve taşımacılık aracı olarak ele aldığımızda burada sadece zemin hatasından söz edilebilir.
Oysa bilgi ile inanç sadece zemin açısından değil aynı zamanda kurguladıkları evren ve işlevi açısından da bir birine zıt iki olgu olarak karşımıza çıkar. Şayet burada da reel olmasa da tıpkı gemiyi karada yürütme misali bir işlev ortaklığı üzerinden Tanrıyı tanımlama ve yeniden konumlandırma derdine düşersek, ki yapabiliriz; o zaman bu Tanrı bilinen tanrı olmaktan çıkar ve bilimsel temelde, her şeye hakim ve kadir olan değil, evrene ve belki de ötesine içkin henüz bilemediğimiz, idrak edemediğimiz, keşfedemediğimiz, kanıtlayamadığımız bir güce, sürece yahut dengeye dönüşür.
Böylesi bir akıl yürütmeyi bilimin toptan reddedeceği kanısında değilim. Ya İnanç buna razı ve hazır mı?
Şahsi görüşüm odur ki, bu konular mecralarından koparılarak ele alınacak konular değil. Koparırsak ne olur: Kurur…Sevgiyle…