Sokrates bu konuda hiç yanılmadı. Anlatmaya çalıştığı tam da buydu...
Demokrasi; Demos (Halk) ve Kratos (İktidar) kavramlarının birleşiminden türetilen Antik Yunan kökenli yönetim biçimi. Yani bir bakıma halkın yönetimi. (Latincedir)
Buraya kadara bir sorun yok fakat ne, neden, nerede, ne zaman, nasıl ve kim sorularını sormaya başladığımızda işin rengi değişiyor.
Haliyle bu bizi, olay ve olguları tanımlarken zamanın ve mekanın ne denli önemli ve hiç bir olay ve olgunun ondan bağımsız ele alınamayacağı gerçekliğine götürüyor.
Bu, bugün Arapça kökenli Cumhuriyet kavramını tanımlarken de öyle. Misal en genel geçer tanımı, halkın kendi kendini yönetmesidir. İyi de halk kim ve nasıl? Türkiye Cumhuriyeti, Demokratik Kongo cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti, Küba Sosyalist Cumhuriyeti… Hangisi bir diğeri ile örtüşüyor.
Evet, halkın kendi kendini yönetmesi, genel tanımlama bu. Fakat halk kim, kendi kendini neye göre yönetecek? Temel insan hak ve özgürlüklerine göre mi, güce göre mi, emeğe göre mi, akla ve bilime göre mi, yoksa (dine) şeriata göre mi?
Bu durum demokrasi için de geçerlidir. Örneğin fikirleri ile Sokrates'in doğumuna vesile olduğu ve ona bu ismi veren Antik yunan demokrasisinde halk olarak tarif edilen kesim, soylu, erkek ve güç sahibi kesimdir.
Düşünün ki; O dönem için Atina’da 300 bin nüfus var ve bu nüfusun sadece yüzde on’u (30 bin) halk olarak tanımlanıyor. Geriye kalan 270 bin kişi kadın, çocuk kölelerden müteşekkil ve hiçbir hakları yok.
Doğumuna vesile olan Sokrates’in, o gün bile itirazı buna ve oy hakkının sadece güce endeksli olmasına yönelikti ve başaramadı. Doğumuna vesile olduğu demokrasi onun ölümüne vesile olmuştu.
“MÖ 399 yılında, “Atina gençliğini yozlaştırmak” suçlamasıyla mahkemeye verilmiş ve onunla ilgili karar vermek için, rastgele seçilen beş yüz Atinalıdan bir jüri oluşturulmuştur. Jüri heyeti, yüzde 52'lik oy çokluğuyla Sokrates’in “suçlu” olduğuna karar verip, onu baldıran otu zehriyle ölüme mahkûm etmiştir.”
İnsanlık tarihi boyunca egemen olan hangi yönetim biçimine bakarsak bakalım, hep güç merkezli bir iktidar, bu iktidarın sürekliliğini sağlayacak bir hukuk düzeni ve buna göre tanımlanmış katılım ve site devlet yapılanmasından bu yana da farklı farklı demokrasiler görürüz.
Bugün bunların hemen hemen çoğu reel. Burjuva demokrasisi, halk demokrasisi, temsili demokrasi, yarı doğrudan demokrasi, doğrudan demokrasi vb…
Ve istisnasız hepsi, halkın yönetime katılımını oy verme üzerine oturttuğunu görürüz.
İşte Sokrates’ in, demokrasiye ta doğumundan itibaren ikinci itirazı da buna yönelikti. İnsanların ve toplumların kaderini belirleyecek olanları (İktidarı) belirleyecek olanların (Bireylerin) gerçekten bu yetiye sahip olup olmadığı... Nitekim olmadıklarını canı ile bedelini ödeyerek gördü.
Bugün küresel ölçekte egemen olan burjuva demokrasisi için de durum farklı değil ve istendiği kadar temel hak ve özgürlüklerden dem vurulsun, bu dem vurmalar çoğu zaman kağıt üstünde yazılı olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor.
Ta doğumundan itibaren demokrasi, hemen hemen her coğrafyada kısmi olarak gelişmenin bir motoru olsa da, ağırlıklı olarak onu kendine yontan iktidarların en temel manipülasyon aracı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.
Zira doğum sebebi de budur. Her itiraz edeni, başkaldıranı, bir şey talep edeni, farklı düşüneni ve bu düşüncesini hayatına yedirmeye çalışanı hiçbir iktidar sonsuza kadar onaylamaz.
Bunlar milyonlar ve emeği asıl var edenler olunca da, onlara sürekli zor kullanmak, onları ortadan kaldırmak da olmaz. O halde rızalarını almak ve onları bu sistemin birer dişlisine çevirmek gerekir. Temsili olarak da fikirlerinin önemsendiğini ve bir yanılsama ile (Demokrasi) aslında yaşadıkları kaderin biraz da kendi elleri ile inşa edildiğini göstermek gerekir. Demokrasi tam da bunu yapıyor.
Amerika, Almanya, İngiltere gibi ülkeler de bunu hem muazzam bir hüner ile hayat yediriyor hem de başka yerlerde bu asgari standardın dahi inşasına izin vermiyor.
Bu yerlerde inşa ettikleri, kendilerine tabi küçük diktatörlükler eliyle de muazzam bir sömürü çarkını döndürüyor. Bu döngü bugün geri kalmış (bıraktırılmış) olarak ifade ettiğimiz coğrafyaların zenginliklerinin, demokrasinin beşiği ve hamisi olarak sahneye çıkan bu ülkelere transferine vesile oluyor. Bu ülkelerde göreli refahın ana damarı bu. Güçlü oluşlarının da…
İnsanlık tarihini, neden sonuç ilişkisi içinde ve zaman-mekan gözeterek incelediğimizde, geleceğe dönük varacağımız öngörü şudur: Sınıflar, özel mülkiyet ve sömürü var oldukça devlet (iktidar) var olacak ve ne gerçek bir demokrasi ne de gerçek bir özgürlük hayali dahi kurulamayacak.
Bunların ortadan kalktığı sınıfsız ve sömürüsüz bir düzende (Komünizm), zaten ne demokrasi ne de özgürlükler bir ihtiyaç dahi olmayacak…