Zamanın akıp akmadığı yani zaman kavramının var olup olmadığından bile emin değiliz. Şimdi diyeceksiniz ki ama var deneyimliyoruz. Doğru ancak deneyimlemek yine de var olduğu anlamına gelmez. Einstein gerçekte zamanın almadığını düşünüyordu. Bu şu demek ki zaman akmıyorsa ama bize akıyor gibi geliyorsa o halde zaman sabit ama biz zamanın içinde hareket ediyor deneyimi yaşıyoruz demektir ve bilinclerimiz bu algıyı yaratıyor demektir.
Diğer bir yönüyle zaman akıyorsa zamanın göreli olması nedeniyle bizim milyar dediğimiz yıl evren için bir an bile olabilir. Çünkü şuanda zamanın evren için ne hızda aktığını bilmiyoruz. Kendi lokal evren bölgemiz içindeki zamanı bizler deneyimliyoruz. Oysa mega ölçekte evren için zaman kavramı ya yukarıdaki gibi yoktur yada varsa bile çok uzun mesafelerde evren ışık hızından bile çok daha hızlı genişlediği için zamanın akma hızı inanılmaz bir durumda olabilecektir. Yani evrenin hesaplanan 13.8 milyar yıllık yaşı bile evren için sadece bir an veya daha kısası bile olabilecektir. Zaten bu 13.8 milyar yaş hesabını biz kendi lokal evrenimizin göreli olarak bulunduğu konumdan hesaplayarak ölçüyor ve buluyoruz. Bu şu demek ki bizim varlığımızın yani var oluşumuzun geçmişe doğru zaman ölçeklemesini yapmış oluyoruz. (bulunduğumuz lokal evren bölgemizin zamanını hesaplamış oluyoruz. )Ancak bu mega ölçekte bir anlam ifade etmez. Çünkü bulunduğumuz lokal evren bolgesi zamanın içine belli bir anına hapis ve 'zaman duvarları' ile çevrili olsa da bu sadece lokal bölgenin kendisi için geçerli. (Birbirine kütle çekimi ve karanlık madde gibi etkilerle bağlı olan lokal tüm galaksi sistemleri ve galaksi kümeleri ile). Bu lokalligin ötesinde ise uzun mesafelerde zamanın akma hızı inanılmaz boyutlara ulaşır. Öyle ki evrenin zaman tutarlılığı bile yitiyor bile olabilir. Bu da herşeyin bildiğimiz şekline göre anlamını yitirmesi demek. Hayatımız zaten kozmik ölçeklerde bir sanise bile değil demek. Bu inanılması ve kavranması zor gerçek karşımızda duruyor zaten. Bu yüzden asıl anlaşılması güç olan siz de fark ettiyseniz şu haliyle zamanın var olması ve bizim de bunu bir şekilde deneyimleyebiliyor oluşumuz. Bu manzarada ve bu bilgilere göre aslolan zaten zamanın varlığı değil aslolan zaten sonsuzluk ve bize çok daha 'yakın' olan şey de bu demek.
Diğer yandan 'kavranamazlığın' nedeni 'mantığın' ve 'mantık kurallarının' sonradan var olmasıyla açıklanır. Yani birşeyleri anlayabiliyor olmamız 'anlama' denen şeyin kendisinin de sonradan var olması nedeniyle. Bu yüzden herşey kendi içinde ve evren içinde tutarlılık taşıyor. Baş ve sona 'uzanınca' ise herşey anlamını yitirmeye ve anlaşılmaz hale gelmeye başlıyor. Yani birşeyleri anlayabilmemiz de böyle bir tabloda kural ve aslolan değil demektir. Bilincimiz içinde bulunduğu şartlara göre evrimleşebilecek şekilde var oldu. Ama bu düşünüldüğü kadar basit bir şey değil. Öyle ki deneyimlediğimiz zaman kavramını bilinclerimiz olusturuyorsa bu durumda beyin hücreleri var oluş kazanmaları ile bir tür ön programlamadan geçerek bu deneyimi oluşturabilecek hale geliyor demektir. Bunun sonu ise algıladığımız hiç bir şey mutlak değil demektir. Yani herşeyi beyinlerimiz bize işleyip sunuyor demektir. Hiç birşey bilinçlerimizden bağımsız haliyle bildiğimiz şeklinde değil demektir. Gördüğümüz algıladığımız renklerin var oluş sebebi sadece dışımızdaki evren değil dışımızda herşey atom ve atom altı parçacıklardan ibaret. Eğer kuantum fiziğine gireresek herşey etkileşen dalga yapıdaki frekans ve titresimlerden ibaret. Gördüğümüz renkler ve herşey ise beynimizin işleyip bize 'o şekilde' sunduğu şeyden ibaret. Bu yüzden gerçekliği bilinen şekli ile bilinclerimiz (nöronlarımız kollektif bir çalışma ve veri işleme ile) türetiyor demek. Bilinçlerimizden bağımsızlasıp dış dünyaya çıksak gerçekte algıladığımız hiç birşeyin algıladığımız biçiminde olmadığını görürdük. Zaten bu yüzden kuantum fiziginde geldiğimiz nokta da gözlem veya etkileşimin sınırına dayanmış olarak tanımsız bir duruma veya paradoksa ulaşmakla sonuçlandı. Çünkü bir sınırı dayanıldı. Mesela görmenin görenden bağımsız bir olgu olamayacağı sınırına. Çünkü görmenin tanımında iki şey vardır. 'Gören' ve 'görülen'. Görüleni tanımlarken göreni de tanımlamak zorundasınız. Çünkü görmek de mutlak bir kavram veya özellik değildir. Eğer öyle olsa görenden bağımsız olgu tanımlaması yapabilir ve görüleni görenden bağımsız tanımlayabilirdiniz. Oysa bu yapılamıyor. Ne yaparsak ne edersek edelim kendimizden bağımsız bu sınırın ötesine ulaşamıyoruz. Çünkü görmek evren içinde sanıldığı gibi görüleni görenden bağımsız olarak gerçekleşen bir eylem değil. Gören ve görülen (ışık yolu) ile zorunlu olarak etkileşime girmeden 'görmek' olgusu asla gerçekleşemez. Bu evrendeki her tür etkilesim için geçerli. Mutlaka etkileşim (bilgi iletimi) kurulmalı. Bu yüzden hiç bir şey birbirinden mutlak bağımsız değil demektir. Milyarlarca yıl önceki bir ışık gökyüzüne bakınca gözünüze geliyor ve uzak bir yıldızı görüyorsunuz. Bu şekilde milyarlarca yıl önce o yıldızdan çıkmış ışık gözünüze 'girmiş' oluyor ve etkileşim kurmuş oluyorsunuz. İşte gerçekliğin gerçek tablosu budur. Yukarıdaki kavranamazlık sınırı da aynı nedenlerden kaynaklanıyor. Gören kendine yönelip kendini tanımalaya çalışınca olay bir paradoksa ve çıkmaza giriyor. Çünkü kendinden bağımsız olamıyor. Bu da sonsuz bir tanımlanamaz döngü demek. Zaten bu paradoksun matemetikte kümelerde de karşılığı var. Kümelerin kümesinin kümesi diye gidiyor. Hangi kümeyi ele alırsanız alın kendisi de bir kümeye dönüşüyor ve küme olarak tanımlanabiliyor. Kavranamazlık sorgulanmaya başlayınca da aynı çıkmazla karşılaşıyoruz. Çünkü kavramlar kendi içinde (kendi kümesi içinde) anlamlı ve tutarlı iken küme dışına çıkmaya başlayıp da sınırlara uzanınca (örneğin hayatın başı sonu veya evrenin başı sonu gibi sınırlar) ise herşey kaçınılmaz olarak bir çıkmaza giriyor. Tüm bu sebeplerle Aradığımız ve algıladığımız var olduğunu sandığımız mutlak gerçeklik yok herşey ama herşey göreli durumda. Bu insanın tüylerini diken diken eden 'ürperten' tablo karşısında bana sorarsanız ölümü anlayamıyoruz demek abes olur çünkü biz aslında gerçekte varoluşu ve hayatı anlayamayan bir durumdayız.
(Not: bir ateiste göre tüylerimizin diken diken olması kiprilerdeki savunma mekanizmasıyla açıklanır. Ağlamak da gözün yıkanmasının faydaları vs ile. Oysa gerçekte durum (yukarıdaki gibi) anlam nedeniyle 'ürpererek' diken diken olan tüylerimiz bizr başka bir gerçeği anlatıyor. Tıpkı kalbinizde ki derin acıyla ağladığınız ve beyninizdeki anlamın bedeninize hükmedip düşüncelerinizin bedenimizdeki maddenin durumunu belirlediği (plasebo etkisi) bu gerçekte saklı olan 'mucize' gibi. Son olarak bize bu kendi icinde tutarlı ve anlamlı hayatın ortaya çıkmasını sunan sebep her ne ise işte o sebep anlamları, tutarlılığı ve mantığı var ederek, görmeyi ve görülenin ortaya çıkmasını sağlayarak bu anlamları, kavramları ve hayat diye adlandırdığımız şeyin ortaya çıkmasını sağladı. )
246 görüntülenme