Bu konu hem politik, hem ekonomik, hem felsefi bir konu. Günümüz politik ve ekonomik şartlarında düşünürsek mülkiyete elbette hırsızlık diyemeyiz. Herkes parasını vererek belirli taşınmaz mallar alıyor, satıyor, vergisini ödüyor vs. Ülkeler belirli alanları sınırlamış, burası benim ülkem demiş, tarihiyle, kültürüyle ya da verdiği savaşlarla orayı hak ettiğini göstermiş. İnsanlar da o ülkelerin vatandaşları olarak o ülkede yaşıyorlar ve üretim yapıp para kazanıp mülkler ediniyorlar.
Ancak konuyu, birkaç yüzyıl geriye sararsak konu bulanıklaşır. İnsanlar, kimsenin yaşamadığı bir toprak parçasına gelip "burası benim" demişler. Aslında bu hırsızlık. Orayı hak etmek için ne yaptı o insanlar? Oraya gelmeleri yeterli miydi? "Burası benim" demeleri yeterli miydi? Ya da belki orada birileri vardı ve bu kişiler zorbalıkla o kişiyi öldürüp ya da oradan gönderip o toprağı elde ettiler? Hepsi olmuştur bunların. Peki bu hırsızlık değildir de nedir?
Bana annemden bir ev kaldı. Ona? Dedemden. Ona, babasından. Bu nereye kadar sürer? O evin tapusunun bir düzenlenme ve benim aile büyüklerime ait olarak kabul edilme tarihi var. O tarihte benim büyüklerim, o taşınmazın kendileri ait olduğunu nasıl ispatlamışlar? Uzun süredir o toprak üzerinde yaşadıkları konusunda devlet görevlisini ikna ederek. Şahitlerin de doğrulamasıyla (Köy ya da mahalle ihtiyar heyeti denir. O bölgenin geçmişin bilen yaşlı insanlar. Mesleğim dolayısı ile bu çalışmalara bizzat katıldığım da oldu) Bu mantıklı mı? Değil.
Mantıken, felsefi olarak Dünyanın bir parçası, bir insanın malı olamaz. Dünyayı biz imal etmedik. Varoluşunda payımız yok. Bizim değil yani Dünya. Bir ev yaparsın, araba yaparsın, giysi yaparsın, ilaç yaparsın, işe yaramaz bir şeyi işe yarar bir şeye dönüştürürsün ve buna benim diyebilirsin. Ama toprak öyle bir şey değil.
E ama Dünya üzerinde yaşıyoruz neticede. Onu kullanıyoruz. Peki nasıl olacak? Toprak üzerindeki tüm kullanımlar, barınma, tarım, sanayi, turizm, ulaşım vs. hepsi aslında kiralama gibi olmalıydı en başından. Hayatım boyunca ben bu toprak parçasını kullanabilirim. Buna iznimiz olması makul. Ama orayı sahiplenemem. Adil bir devlet, vatandaşlarına ücretsiz barınma ve ulaşım olanağı vermeli, girişimciye de tarım için, sanayi için, hizmet için vs. yine toprak vermeli. O ülke insanının, o ülkenin kaynaklarını kullanmaya hakkı olmalı ama sahiplenme hakkı olmamalı.
Bunları söylerken çokça komünizmi savunuyormuşum gibi oldu ama aslında öyle değil. Yani bugün kapitalizm yıkılsın, komünizm gelsin anlamında söylemiyorum bunları. En başında böyle olmalıydı. Yani ilk medeniyetler kurulduğunda. 10 bin yıl. 15 bin yıl önce. Böyle gelmeliydi, böyle miras bırakılmalıydı bu sistem. Ama o zamanlar güçlüler belirli toprakları çevirip burası benim dediğinde birileri onlara hayır diyebilmeliydi ama elbette o zaman böyle bir mantığın ve fikir yürütmenin var olması mümkün değil. 10 bin yıl önce elbette birilerinin belirli bir toprak parçasını sahiplenmesi normal görülmüştür. Ama ne zaman asiller denen sınıf çıktı, ne zaman birileri gücüyle paralel olarak çok geniş arazileri alıp başkalarına toprak kalmadı, işte o zaman bu sistemin aslında adil, hatta daha ötesinde mantıklı olmadığı anlaşılmıştır ama artık çok geçti elbette.
Temel mantık: Dünya bizim değil. Toprak bizim değil. Hiç olmadı, olmayacak da. Biz yokken o buradaydı. Bir yok olduğumuzda da o burada olacak. Onun milyonlarca yıllık tarihinde biz, oraya bir anlığına uğrayıp giden bir organizmayız. O nedenle "burası bizim" dememiz hayli komik ve saçma bir aidiyet kibri.
Umarım açıklayıcı olmuştur. Sağlıcakla.