Hiçbir gardiyan tutsağından daha özgür olamaz!
“Ve Tanrı Adem’i yarattı ve onun uyluk kemiğinden Havva’yı”
İlkel Komünal toplum anaerkildi. Soy kadına dayanmakla kalmazdı kadın aynı zamanda toplumun hem ruhani hem de siyasi lideri idi. O dönemde de erkekler kaslı ve iri, kadınlar yağlı ve narin idi.
Zira egemenlikte temel değişken kas-güç-irilik olsaydı türümüz besin zincirinin tepesine oturmazdı. Onu tepeye oturtan kolektif akıldı. Zekası ve bu zekanın toplumsal zeminde kolektif yeniden üretimiydi. Halen de öyle…
Bu temelden bakıldığında, kadın ve erkeğin birbirine üstünlüğü olamazdı. Hatta kadın, daha soğukkanlı ve tedbirli yapısı ile doğurganlığı ve analığı vesilesi ile gerek soyun devamı gerekse hayatta kalma kriterleri açısından daha avantajlıydı. Nitekim ilkel komünal toplumda olan buydu. Çok tanrılı “ilkel” dinlerin egemen olduğu bu dönemde hemen hemen şamanların (Ruhani ve siyasi lider) tamamına yakını kadındı.
Ancak ne zaman ki tohum keşfedildi (Ki onu da keşfedenin bir kadın olduğu söylenir) , yerleşik yaşama geçildi; ürün bolluğu doğurganlığı, doğurganlık eve bağımlılığı zorunlu kıldı ve eve bağımlılık kadını dini ve siyasi belirleyicilikten, önderlikten hızla uzaklaştırdı.
Artık erkeklerin devri başlamıştı. Kadını, mecbur kılındığı yaşama mahkum etmek ve bunu süreklileştirmek gerekiyordu. Kadın, aile üzerinden zaten eve mahkum edilmişti. Şimdi bunun pekişmesi için yeni bir söylem ve buna uygun bir pratik geliştirilmeliydi. Çözüm, kadının mülkleştirilmesinde bulundu.
Zaten temeli atılmış olan özel mülkiyet, kadının mülkleştirilmesi ile konumunu iyice pekiştirdi ve böylece her anlamda “köleleştirilen” ilk şey kadının kendisi oldu.
Kadının buna elbette bir itirazı olacaktı, oldu da ancak bu çok cılızdı ve kısa sürede sönümlendi. Erkeğe, egemenliğinin idamesi için yeni bir argüman ve enstrüman gerekiyordu.
“Ve Musa, onca kalabalığı yara yara ışıklı bir mağaraya girer. Bir süre sonra mağara aydınlanır. Musa bir elinde asa bir elinde üstünde yazılı işaretler bulunan bir taş ile mağaradan dışarı çıkar. Kavmine (sürüsüne) bir çoban olarak, harfiyen uyulması gereken on emri yaratıcı adına tebliğ eder.”
İstisnasız, tek tanrılı göksel dinlerin tamamının hikayesi bu. Ve istisnasız hepsi için emir yukarıdan gelir, hepsi erkektir ve emirlerin tamamı egemenliğe yöneliktir. İşte kadının bir tek ruhuna vurulamayan prangayı vuracak süreç böylece başlamış oldu. Tasvir edilen tanrı erkekti. Seçtiği, yeryüzündeki temsilcisi (Sonradan adı devlet olacak) erkekti. Evdeki (kutsal ailenin) temsilcinin temsilcisi baba da erkekti.
Bu üçleme, egemenliği pekiştiren ve kadına korkuya dayalı rızayı dayatan (ve dolayısıyla tüm topluma) en temel üçleme oldu. Üç kutsal üzerine oturtulan üçlemenin temsilcilerinin üçü de erkekti. Göklerin kutsalı Tanrı, Yerdeki tezahürü Kutsal devlet, ailedeki (evdeki) tezahürü kutsal baba…
Köleci toplum ile başlayan bu mülkleştirme, istisnasız feodal tarım toplumunun tamamında ve tavan yapmış hali ile sürdü. Kadın artık ailenin kutsiyeti üzerinden sadece erkeğinin mülkü değil aynı zamanda tarlada beleş işgücü de oldu. Aykırılık ölümdü. Düşünmek, sormak, sorgulamak, hele ki itiraz, kadın için ölümdü. Ortaçağ boyunca feodalitenin(derebeylik) en vahşice uygulandığı Avrupa’da cadı avlarının temelinde hep bu vardı. Komuta, tahmin edileceği üzere kutsalı kutsayan, siyasi ve dini idare merkezi olan kilisenin tekelindeydi.
Avrupa’daki aydınlanma ile birlikte (Rönesans-Reform) kadın nispeten varlığını sorgular oldu. Sanayi devrimi ile birlikte kırsaldan kent merkezlerine göç ve yoğun işgücü açığı, kadını bir nebze ev denilen hapishanenin dışına çıkarabildi. Fakat ikinci sınıf ve ucuz işgücü olarak yeniden konumlandırdı.
Ancak kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı işçi sınıfının, hem üretimin merkezinde hem de süren aydınlanmanın dinamiği oluşu nedeni ile bu sınıfın bir parçası olan kadın da geçmişe kıyasla çok daha net ve iradi hak arayışlarına girdi. Şiddete maruz kaldı, yakıldı, katledildi. 8 Mart’ı (Dünya Emekçi Kadınlar Günü) yaratan sürecin devamı olarak, kadının eşitlik ve özgürlük arayışı nispeten haklarla sonuçlansa da, aynı zihniyet üzerinden egemenliği devralan burjuvazinin de (Kent Soylusu) temel karakteristiği erkekti. Bunu sürmesi gerekiyordu.
Kadın, evden çıkışı ile birlikte özgürleşiyordu ve daha fazlasını hak olarak istiyordu. Dönemin egemeni burjuvazi, kadını ikinci sınıf olarak yedekte ve ucuz işgücü olarak sürekli kontrol altında tutmak istiyordu. Şiddet uyguladı olmadı, yaktı olmadı, katletti olmadı. Bir uzlaşı yolu bulmalıydı. Öyle bir uzlaşı olmalıydı ki; kadının toplumsal statüsü göstermelik olarak değişmeli fakat bu değişim egemenliği (İktidarı) hedeflememeliydi. Kadın evden çıkıp üretime katılmalı fakat ucuz işgücüne halel getirmemeliydi.
Tahmin edileceği üzere, modernlik sosu ile arka kapıdan kadını mülkleştiren geçmişteki bütün ritüeller makyajlanarak yeniden üretildi. Kağıt üzerinde kadın erkeğe eşitlendi. Fakat ailenin kutsallığı yeniden yeni bir formda üretildiği için bu eşitlik pratik yaşamda karşılık bulmadı. Resmi nikah üzerinden aile reisliği erkeğe hak görülerek zaten mülkleşen kadının modern mülkiyetinin devamlılığına karar verildi.
Tüm bunlara rağmen direnen kadının direncini kırmak için kadın mücadelesi içten bölünmeliydi. Başarılı da olundu. Sömürü, aile, özel mülkiyet, kutsallık tartışmasını temel almayan, öncelemeyen yönelimlerle kadın, omuz omuza sınıf mücadelesi veren, kadının özgürlüğünden yana olan erkekten ayrıştırıldı. Ardından muazzam bir pazarlama ve reklam stratejisi ile mülkleşmiş kadın, ayrıca ve cinsel kimliği üzerinden alınır, satılır bir metaya dönüştürüldü.
Özetle başa dönersek: Kadının bugün yaşamın diğer alanlarında, eşdeğeri olan erkek ile aynı hak, talep ve koşullara sahip olamamasının kas, zeka, yaratılış, duygu vb. ile hiçbir alakası yok.
Bunun temelinde, kadını da mülkleştiren özel mülkiyet, bunu koruma amaçlı ve kuyruklu bir yalan olarak türetilen kutsal aile masalı, bunu destekleyecek ve daimi kılacak şekilde uydurulan kutsal devlet masalı, kutsal sözler vb. tüm kutsallar palavrası vardı.
Bundan bağımsız ve farklı değerlendirmeler olasıdır. Fakat doğru tedavinin şartı doğru teşhistir. Özel mülkiyet ve kutsanmış aile ile sömürü düzeni var oldukça ve temel olarak tartışılmadıkça, kadının ne haklarına ne de hak ettiği özgürlüğe kavuşması mümkün olmayacaktır. Ve fakat bir toplumun temel dinamiği ve eş tümleyeni olarak kadın özgürleşmedikçe hiçbir erkek de, egemen, göreli rahat veya sahip olarak asla özgür olmayacaktır. Çünkü hiçbir gardiyan tutsağından daha özgür olamaz!
Önemli not: Burada üzerinde durulan temel sorun, çok önem atfedilen aile ve kutsallar değil, kadının mülkleştirilmesinde, cinsel bir metaya dönüştürülmesinde ve dolayısıyla özgürlüğünün elinden alınmasında her dönemin iktidarı tarafından bu kavramların ve bu kavramlara denk düşen pratiklerin tercihen korkunç bir prangaya dönüştürülmesidir.
[1][2][3][4][5]
Kaynaklar
-
1. Sylvıa Marcos. (2006). Bedenler, Dinler Ve Toplumsal Cinsiyet. Yayınevi: ütopyayayınevi. sf: 362.
-
2. Boran yayınları. (2006). Neydik Ne Olduk. Yayınevi: Boran yayınevi. sf: 160.
-
3. Sibel Özbudun, et al. (2007). Küreselleşme, Kadın Ve “Yeni”-Ataerki. Yayınevi: ütopya yayınevi. sf: 227.
-
4. A.Kollantai. (1992). Marksizm Ve Cinsel Devrim. Yayınevi: tüm zamanlar yayıncılık. sf: 199.
-
5. Friedrich Engels. (2012). Ailenin, Özel Mülkiyetin Ve Devletin Kökeni. Yayınevi: sol yayınları. sf: 256.